‘Sinematografi İnsan Yüzüdür’

Filmler
İsveçli yönetmen Ingmar Bergman’la yapılan söyleşiler Türkçede ‘Sinematografi İnsan Yüzüdür’ adıyla yayımlandı. Sinematografinin en büyük hediyesinin insan yüzü olduğunu söyleyen Ber...
EMOJİLE

İsveçli yönetmen Ingmar Bergman’la yapılan söyleşiler Türkçede ‘Sinematografi İnsan Yüzüdür’ adıyla yayımlandı. Sinematografinin en büyük hediyesinin insan yüzü olduğunu söyleyen Bergman, "Birine bakmak, onun derisinin gözlerinin nasıl değiştiğini görmek, kaslarının, dudaklarının sürekli değişimini izlemek benim gözümde daima bir dramadır." diyor.

Görüntülerin de tıpkı sözcüklerin sesine, dizimine göre ritmi, melodisi, anlamı değişen şiirler misali tarifi mümkün olmayan mistik bir ruhu var. O tuhaf gezegende hayatından isteyerek ama biraz da ürkerek uzaklaşan seyirci, perdeden yansıyan gölge, ışık, söz, müzik, ses oyununun aktörleriyle birlikte kendine hülyalı bir yuva kurar. Orada suretinin farklı halleriyle, bakmadığı için göremedikleriyle karşılaşanlar, dünyanın büyük aynasında insanın hakikatini görebilme şansına sahip olurlar. Bu hem sinema sanatı hem de biz sıradan ‘oyuncular’ için fevkalade ayrıcalıklı bir buluşmadır. Ve bu oyunun kurucusu elbette imgeleri usta ve zarif bir nakkaş gibi hafızalara işleyebilen yönetmendir.

Ingmar Bergman, bu yüzyılın en büyük yönetmenlerinden birisidir. Peki bize hayatı çağrışım zenginliğiyle, sinema diliyle, kültürel birikimiyle, sıkıntılarıyla, kendi zaaflarıyla anlatan adam aslında kimdir? Neden sinemayı çok sevmiştir? Bu büyülü sanatın içinde kendini ve diğer yönetmenleri nasıl algılıyordu? Söyleşilerinde de sıkça rastlanan kararsızlıkları, çelişkileri nereden besleniyordu? Otobiyografik sinema yapma dürtüsünün ardında neler gizliydi? Bu ve benzeri soruları iyi yapılmış röportajlardan derlenen kitaplarda bulmayı seviyorum ben. Evet, bir yönetmeni filmleriyle anlamak kimilerine yetebilir ama benim gibi oyuncaklarını kurcalayarak hayatı kavramayı seven biriyseniz bu kitaplar, kütüphanenizin vazgeçilmezi oluyor.

Agora Kitaplığı, ‘sinema serisine’ Bergman söyleşileriyle devam ediyor. Orijinal ismi İnterviews with Bergman olan kitap, Türkçeye ‘Sinematografi İnsan Yüzüdür’ diye çevrilmiş. Doğru ve isabetli bir başlık seçimi bence, zira Bergman’ın takıntılarını, sinemada odaklandığı yeri, insana bakışını bir anlam bütünlüğü içinde iyi ifade ediyor. Kitabı yayına hazırlayan profesör Raphael Shargel, sunuş yazısındaki genel değerlendirmesinde bu söyleşilerin farkına ve önemine dikkat çekiyor: "Onun hakkında bir fikir edinmek isteyenler istedikleri sonuca ulaşmakta; kafa dengi birisiyle karşılaşma umudu taşıyanlar, aradıkları kişiyi bulmaktadırlar. Dolayısıyla bu kitap, Bergman’ın işiyle ilgili olduğu kadar röportaj sanatının kendisiyle de ilgilidir."

Doğrusu bu kitabı okurken, uzun yıllar masanın öbür tarafında röportaj yapmış birisi olarak bu sözlerin hakkını teslim ettim. Bergman’ı kurcalayan, onu şaşırtan, rahatsız eden bütün röportajcılar, en çok karmaşık sorulara verdiği basit cevaplardan etkilenmişlerdir muhtemelen. Ben nedense en çok sinemanın kendisi için psikoterapik yönlerini keşfettiği anlarla, çocukluğa, ailesine, kadınlarına bakışını sinemaya aktarma biçimlerinin iz bıraktığını fark ettim. Senaryo yazarken, kelimelerin kendisinde kelimelerle ifadesi mümkün olmayan bir şeyler aradığını söylemesi çarpıcıydı. Sinemaya en çok benzeyen sanat dalının, tiyatro ya da edebiyat değil de, müzik olduğunu söylemesi, bütün filmlerinin sonunda düşlere dönüştüğünü duygusal ve teknik olarak anlatması, sinemasını sevenler için çok kıymetli elbette. Ama yine de ‘çocukluk, yüzler ve kadınlar’…, evet hâlâ zihnimde o cümleleri dolaşıyor: "Bana göre sinematografinin en büyük hediyesi insan yüzüdür. Ben bir dikizciyim. Birine bakmak, onun derisinin gözlerinin nasıl değiştiğini görmek, kaslarının, dudaklarının sürekli değişimini izlemek benim gözümde daima bir dramadır. Asıl temamın hep insanlar arasındaki ilişkiler olması hep buna bağlıdır. Yine bu yüzden, mesleğimde başvurduğum tek araç, sezgilerimdir." Bu kitap tamamlandığında Bergman, seksen sekizinci doğum gününü kutluyormuş. Anladığım kadarıyla son ana kadar o hep geçmişteki ‘şimdiki zamanda’ yaşadı. Otobiyografisi olan ‘büyülü Fener’i yazmak ona yetmemiş. Anne ve babasına dair yanlış anlaşmalarla dolu ilişkileriyle yüzleşmek, onlarla ilgili filmlerini hep düzeltmek istemiş. "Yarattığım eserleri sonsuza kadar anılmak için yaratmadım. Ben kendimi insanlar için işe yarar sandalyeler ve masalar yapan bir zanaatçı olarak nitelendirmekten gurur duyuyorum." diyor.

Sürekli çalışmasaydı delireceğine inanan usta yönetmen, kuşkusuz bir zanaatçıdan fazlası olarak anılıyor. Ben onu hep ‘Persona’yı çektiği Faro adasının sahilinde göreceğim. Kuzeye has o donuk ışığın aydınlattığı dalgaların, rüzgârın, martıların önünde durmuş insan yüzlerine, sevdiklerinin yüzlerine, tedirgin dünyanın yüzüne bakıyor dikkatlice. Denizin sonsuzluğu onda ve bende tedirgin bir zamansızlık duygusu yaratıyor. Gözlerinin camından birer birer geçiyor filmleri ama o, en çok da hayatının estetik bir yansıması olan ‘Yaban Çilekleri’ne bakakalıyor. "Bugünkü ihtiyar ile dünün çocuğu arasındaki kapılar hâlâ açıktır, hem de ardına kadar" diyor. Öyledir diyorum, her daim açık, ardına kadar…
 

Zaman