Affedersiniz, Feminist Değilim!

Yazarlar
Başlık, feminist harekete bir hakaret gibi algılanabilir ama hâşâ! Hiç kimseye hakaret etme niyetinde değilim ve tabi ki haddim de değildir. Sadece ideolojik bir yaklaşımla geliştirilen ve içerisi bu ...
EMOJİLE

Başlık, feminist harekete bir hakaret gibi algılanabilir ama hâşâ! Hiç kimseye hakaret etme niyetinde değilim ve tabi ki haddim de değildir. Sadece ideolojik bir yaklaşımla geliştirilen ve içerisi bu ideolojiye göre doldurulan bu tür kavramların dayatılmasına karşı olduğumu ifade etmek istiyorum.

Evet, feminist değilim ama bu durum benim kadın haklarının yılmaz savunucusu olmama engel değildir. Anadolu’nun ücra bir köyünde doğup büyümüş ve daha sonra yolu büyük şehirlere düşmüş biri olarak, feminist jargonun diline doladığı ataerkil toplum biçimlerinde kadının yaşadığı her türlü soruna bizzat şahidim. Bu sorunların ortadan kaldırılması için her türlü mücadeleden de asla kendimi alıkoymam. Ancak, modern toplum içinde kadın ile erkek rollerinin sıklıkla çatıştığı, hak ve özgürlük adına çılgınca fikirlerin savunulduğu ve bu uğurda toplumun kültürel değerlerinin hiçe sayıldığı bir kuralsızlık sistemini de kabul etmem mümkün değildir.

Başlıktaki kastımı şöyle açıklayayım: Feminist görüşün savunulduğu bir ortamda, feminist olmadığınızı ifade ettiğinizde oluşan bakış sizi, bütün kadınlara hatta kadınlık olgusunun dahi karşısında konumlandırır. Bu aşamadan sonra katledilen bunca kadının ya bizzat katili ya da azmettiricisi olarak görülebilirsiniz. Çünkü aşırı duyarlılık, düşünce süzgecinden geçmeyen bu tür aşırı davranış biçimlerini doğurabiliyor. Aslında bu durumu, aşırı duyarlı bütün gruplarda görmek mümkündür. Örneğin, hayvansever bir toplulukta köpekleri sevmediğinizi söylemeniz hayvan düşmanlığı olarak algılanabilir ya da koyu milliyetçi veya muhafazakâr bir ortamda özgürlükçü bir duruş sergilemeniz suç sayılabilir. Bana kalırsa bu davranış biçimi, ben merkezli düşüncenin toplumsal örtüye bürünmüş komplikasyonudur.

Denge şart!

Unutmak istediğim şöyle bir anım var: Bir arkadaşımla kafede otururken yakında yatan köpeği seven bir kadın, köpeğin fazla tüylerini alıyor, esen rüzgâra aldırmadan onları savuruyordu. Bu işlem biraz uzun sürünce, arkadaşım “hanımefendi, tüyler üzerimize geliyor” dedi. Demesiyle, demesine pişman olması bir oldu. Kadın, ne insanlığımızı bıraktı ne hayvan dostluğumuzu. Hakaretler havada uçuşuyorken ikimiz birden etraftan gelebilecek tepkileri jet hızıyla aklımızdan geçiriyorduk. Hiç biri lehimize değildi. Hanımefendiden her şeye rağmen özür diledik ve o elini arkadaşın beyaz gömleğinin üzerine temizledikten sonra oradan ayrıldı.

Olayın ardından bu hanımefendiye sorulsa, bir hayvan düşmanına ağzının payını verdiğini söyleyebilirdi. Bize sorulsa, sadece biraz dikkat istemiştik. Bu olayın haklısı bulunmaz! Görüldüğü gibi hiçbir olay gerçekleştiği yer ve aktörlerin ruh halinden bağımsız değerlendirilemez. Böyle küçük bir olay dahi sorunların ve geliştirilen çözümlerin bağlamı içinde bir anlam taşıdıklarını ispat etmektedir. İşte bu çerçevede coğrafyanın kader olduğu ilkesinin ciddiye alınması gerektiğini düşünüyorum. Toplumsal sorunların coğrafyayla yakından ilintili olduğu bir gerçektir. Çözümlerin de bu yerel koşullara göre aranması gerekir. Başka coğrafyalarda yaşanan benzer sorunlar için geliştirilen çözümlerden elbette faydalanılabilir ancak bunlar ithal edilirken yerel koşullar süzgecinden geçirilmesi zaruridir.

Sepetin içinde neler var?

Feminizm kavramı üzerine çalışanlar bu kavramı her nedense Rönesans’la başlayan ve 17-18. yüzyılda olgunlaşan modern aydınlanmacı düşünceye bağlamaktadırlar. Hâlbuki bu dönemin kısa süre öncesine bakıldığında Batı toplumunda kadının yeri dehşet vericidir. Üretim sisteminde her şekilde faydalanılan kadın çok ağır işlerde çalıştırılabildiği gibi cadı kazanlarına da maruz bırakılabilmişledir. Gorki’nin romanlarına konu olduğu şekliyle kadını dövme hakkı, erkeğe yorgunluğun ve stresinin atılma nesnesi olarak verilebilmiştir. Doğu toplumlarına mal edilen her türlü “seks köleliği” batı kaynaklıdır. Postman’ın, “Çocukluğun Yok Oluşu” adlı kitabında anlatılan modern öncesi 10-11 yaşındaki kız çocuklarının durumu dehşet vericidir. İşte bütün bunlar ve daha sayılabilecek türlü nedenlerle Batıda kadın hareketinin ortaya ilk çıkışının kadını ezen, dışlayan hatta yok sayan modern öncesi yüzyıllarda biriken kamusal soruna bir tepki olduğu görüşüne katılmak mümkündür.

Feminist düşüncenin bu tepkinin sistematize edilmiş hallerinden biri olduğu söylenebilir. Fakat burada “toplumsal cinsiyet eşitliği” çalışmaları kapsamında yapılan yamalarla, çürük elmalar da aynı sepete doldurulmak istenmektedir. Kimi sepetin içindekileri toptan reddederken, karşılarında duranlar ise toptan kabul edilmesini istiyor. Buradan itibaren karşılıklı küçümsemeler, töhmet altında bırakmalar ve bini bir para olan hakaretler başlıyor. Bu kavram ile ilgili çatışmanın asıl nedeninin de bu olduğunu düşünüyorum.

Sadece penguen belgeselleri izlendiğinde bile anlaşılmaktadır ki erkek ve dişiden oluşan canlı türlerinin kendi içinde bir hiyerarşisi, belirlenmiş rolleri vardır. Kimi türde erkek kiminde ise dişi baskın roldedir. Tarihi bir bakışla insan toplumlarına şöyle bir baktığımızda ise kadının rolünün yerine ve zamanına göre değiştiğini görebiliriz. Bir standart yoktur yani. Yönetimin tepesine kadar çıkabilirlerken, köle duruma da düşebilmişlerdir. Ortada Batı toplumları için Hypetia’dan Kleopatra’ya, Mecdelalı Meryem’den Rahibe Teresa’ya, Marilyn Monroe’dan Lady Diana’ya; Doğu toplumları için ise Hz. Hatice’den Benazir Bhutto’ya, Ümmü’d-Derdâ’dan Hürrem Sultan’a, Indira Gandhi’den Ekim Devrimi’nde yer alan müslüman kadınlara kadar rol modeller vardır. Bu manzaradan kadınların yaşadığı sorunların, sırf erkek egemen bir toplumun kadına biçtiği rolden kaynaklanmadığını çıkarabiliriz. Her ne kadar kadına biçilen rolün erkek tarafından belirlendiği gibi bir algı varsa da bunun bir yanılsama olduğunu söylemek mümkün, çünkü anaç bir varlık olarak toplumu şekillendiren kadındır. Son tahlilde erkeği yetiştiren de kadındır.

Öte yandan toplumsal cinsiyet eşitliğiyle ilgili çalışmaların asıl amacı kadın ve erkeğin yan yana, eşit haklarla yürümesini, erkek egemen toplumun kadınların bir nesne olarak, reklamlar başta olmak üzere şurada burada kullanmasına karşı çıkmak, tarihsel bir sorun olarak kadının erkeğin gölgesinde yaşamasını zorunlu kılan şartların ortadan kaldırılmasını vs. sağlayacak farkındalık yaratmak ise buna karşı çıkmak mümkün değildir. Ancak özellikle kadın dernekleri tarafından yapılan uygulamalarla birlikte LGBTİ+ olarak kendilerini ifade eden çevrelerin etkinliklerinde kabul edilmesi olanaksız eylemlerle karşılaşılabilmektedir. Bir taraftan kadınlar meta olamaz, sloganları atılırken diğer taraftan kadın dernekleri dikkat çekmek için dişiliği ön plana çıkaran tanıtımlar yapabilmektedir. Düşünce özgürlüğü, bireysel tercih vs. savunurlarken, özellikle LGBTİ+ eğilimlere karşı çıkan kendi hemcinslerini dışlayabilmektedirler. Türkiye’de feminizmle ilgilenen herkes Filmmor adı altında bir festivalin yapıldığını bilir. Sadece bu etkinlik için yapılan film seçkisine bakıldığında bile feminist hareketin tasvip edilmeyecek bir ideoloji ile kirlendiği görülebilir.

Ötekileştirmeden, bize ait olanı bulmak gerek!

Bana kalırsa “insanlık” sorunları kategorileştirilemez. Çünkü kategorilere ayırmak ötekileştirmeyi de beraberinde getirir. Duyarlılık tüm “insanlık” sorunlarıyla ilgili olmalıdır. Kadın haklarını savunmayı feminist hareket dert edinmiş olabilir ama bu sadece feminist hareketin derdi değildir. Kadınların yaşadığı tüm sorunlar bir “insanlık” sorunudur. İnsanlık sorunlarının çözümü ise tüm insanlığın işbirliğini gerektirir. Öte yandan bir kadının gördüğü şiddet ne kadar dehşet vericiyse; Suriye’de, Miyanmar’da, Kuzey Çin’de, Filistin’de ve diğer birçok bölgede yaşananlar da misliyle dehşet vericidir. Bu nedenle duyarlı bir düşünce sisteminin tüm insanlığın sorunlarını amasız-fakatsız dert edinmesi gerekir.  Suriye’de bir kız çocuğunun kurtuluşuna giden yol olarak ailesi tarafından üç beş kuruşa satılması karşısında sessiz olunurken, yüzlerce kişiye mezar olan madenlere ses çıkarılmazken, kültürel linçlerle debelenen onca toplum için bir adım atılmaz iken trans bireyin hak olarak öne sürdüklerini savunmak hiçbir ilkeyle bağdaşmaz. Hele ki, Maslov’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin ilk iki ayağına ulaşamayan kadınlar ve erkekler varken…

Sonuç olarak, kadınlarla ilgili köklerini tarihten alan fakat günümüz toplumunda çözülmüş olması gereken sorunlar elbette vardır. Fakat Batı’dan alındığı biçimiyle feminizm gibi düşünce biçimleri ve bununla bağlantılı toplumsal cinsiyet eşitliği çalışmalarının bir çözüm olabileceğini düşünmüyorum. Comte ve Descartes benzer biçimde insanlığın gelişimini, seyri itibariyle biyolojik bir organizmaya benzettikleri gibi bu biyolojik yapının coğrafyadan beslendiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla toplumsal meseleler coğrafyaya özeldir ve çözüm de bu özellik etrafında geliştirilmelidir. Ötekileştirmeden, bize ait olanı bulup uygulamamız, ya da var olanı modifiye etmemiz şart.

Bütün bu nedenlerle araştırmadan, tanımadan, toptan reddiyeci tavra karşı çıktığım gibi sosyolojik, coğrafik ve hatta ideolojik gerçekler göz ardı edilerek toptan bir alımlama yoluna gitmelere de karşı çıkıyorum. Çıkış şekli, geliştiği konjoktürel ortam ve politik bağlamları göz ardı edilerek, sırf işe yarar bir takım sloganlar barındırıyor diye bir düşüncenin savunulmasını doğru bulmuyorum.