Ne Avrupa Ne Afrika: Akdeniz’in ortasında bir vaha Malta!

Turizm&Seyahat
Zeynep Nur Taşçı, Genç Öncüler Dergisi’nin Mayıs 2017 sayısında Malta izlenimlerini yazmış. Game Of Thrones’den bir dönem  Osmanlı hakimiyetine Turgut Reis sayesinde giren G...
EMOJİLE

Zeynep Nur Taşçı, Genç Öncüler Dergisi’nin Mayıs 2017 sayısında Malta izlenimlerini yazmış. Game Of Thrones’den bir dönem  Osmanlı hakimiyetine Turgut Reis sayesinde giren GOZO’ya kadar oldukça ilginç bilgiler içeren o keyifli yazı…

Uçağımız gece yarısı Malta’ya iniş yapıyor. Uçağın inişini hayli güçleştiren rüzgâr, uçaktan indikten sonra da peşimizi bırakmıyor. Bahar tatilini geçirmek üzere Malta’ya gelmiş ve neredeyse hepsi öğrenci olan bir uçak dolusu insanı yürürken neredeyse oradan oraya savuruyor. Muhtemelen çoğu kişi de benim gibi Almanya’dan uçağa binerken “Şimdi burası soğuk ama Akdeniz’e indik mi ısınırız elbet.” diye temenni ediyordu.

Ne

Uçağın hemen ardından yaptığımız çok enteresan bir otobüs yolculuğu ile otelimizin de bulunduğu Mellieħa (üzerinde çizik olan h harfi Arapça’daki gibi biraz daha hırıltılı okunuyor gözlemlediğim kadarıyla) bölgesine varıyoruz. Bu arada otobüs yolculuğunu ilginç kılan üç unsurdan bahsetmek istiyorum: Birincisi, daha bindiğimiz andan itibaren kendine has halleri ve tabiri caizse kollarını iki yana açıp sardığı otobüs direksiyonunu cömert hamlelerle oradan oraya “yallah şoför” misali döndüren şoför ablamız; ikincisi, otobüsümüzün Harry Potter’daki Knight Bus (Hızır otobüs) misali hızla aldığı keskin virajlar ve neredeyse otobüsün bir tepeden öbürüne zıplayıvermesi (Hızır otobüs sahnesini seyredenler için eminim yeterince net bir betimleme olmuştur); ve son olarak, bindiğimiz andan itibaren dikkatimi celbeden anonslar ve elektronik bilgilendirme levhası.

Adaya gelmeden evvel Malta’ya dair ufak çaplı bir okuma ve araştırma yapmış ve adanın Maltaca ve İngilizce olmak üzere iki resmi dilinin olduğunu öğrenmiştik. Maltaca’ya dair hiçbir fikrim olmadığından bu dilin konumu itibariyle az çok İspanyolca ve İtalyanca’dan etkilenmiş bir yerli dil olduğunu düşünüyordum. Yanılmışım, çok daha fazlası imiş. Şu an dilin üzerimizde bıraktığı tüm intibayı düşünerek diyebilirim ki bu dil tamamen bir Arapça ve İtalyanca harmanlaması. İtalyanca ve Arapça dışında Fransızca ve İspanyolca’dan da gelen kelimeler vardır fakat onun haricinde asıl olarak “Maltaca” diye bir dilden gelen bir kelime olduğunu zannetmiyorum.

Bunu ilk fark edişim otobüste otururken karşımdaki bilgilendirme levhasına gözüm takıldığında başladı. Ne okuduğumu bilmeden öylece kelimelere bakıyordum. Birden duraksayıverdim “Allah Allah biri Latin alfabesi ile Arapça mı yazıvermiş?” diye düşünürken peşi sıra İspanyolca kelimeler de görmeye başladım. Esasında Arapça bilen biri İspanyolca kelimelerin de anlamını İngilizce kelimelere benzerliği sayesinde çıkarabiliyorsa Maltaca yazılmış bir metni okuyup büyük ölçüde de anlayabiliyor demektir. İşte böyle bir dil Maltaca.

 Ne

Fırtınanın sokaktaki her şeyi bir o yana bir bu yana fırlattığı bir gecenin ardından Mellieha’da sabah oluyor. Mellieha adanın kuzeyinde olduğu için kaldığımız otelden Malta’ya bağlı fakat daha küçük adalar olan Gozo ve Comino adalarını görebiliyoruz. Bu arada otelimizden yola çıkarak tüm Malta’da dikkatimi çeken bir husustan bahsetmek istiyorum: Zamanında bir İngiliz sömürgesi olmasından mütevellit adada en çok İngiliz turist var. Özellikle de yaşlı İngiliz çiftler bu adaya bayılıyorlar. İngilizler’den sonra da Almanlar geliyor. Bu iki millet adadaki turistlerin başını çekiyor.

Düşününce tuhaf geliyor insana, bir zamanlar düşman olan iki milletin vatandaşları bu eski İngiliz kolonisine akın akın gelip tatil yapıyorlar. Adada kendimden başka yalnızca iki Türk gördüm, bu da enteresandı benim için. Yaz mevsimi gelince ada nasıl olur bilemiyorum fakat ilkbaharda tam bir huzurevi nüfusu var adanın. Kalabalık ve gürültüden kaçanlar için Malta ilkbaharda daha bir güzel galiba.

Mellieha sokaklarında gezip manastırda küçük bir turun ardından otobüse binip Malta’nın başkenti Valletta’ya yol alıyoruz. Haritadan kuşbakışı bakınca yirmi dakikada gideceğinizi düşündüğünüz bir mesafeye adadaki tüm yolların menderesler çizmesi ve iniş çıkışlı olması nedeniyle yaklaşık bir saatte varıyorsunuz. Fakat bu adada otobüse binmek bile bir nevi şehir turu sayılıyor. Her bir mahallesi ayrı bir mimari zevk sonucu ortaya çıkmış. Sokaklar pırıl pırıl, herkes kendi evinin ve kapısının önünü süslemiş.

Valletta’ya vardığımızda devasa surlar içine kurulu şehre giriş yapıyoruz. Sayısız minik koylar ve yat limanları var bu şehirde. Önce ana caddeyi baştan sona yürüyüp Grandmaster’s Palace (Büyük Usta’nın Sarayı) olarak bilinen cumhurbaşkanlığı sarayının önünden geçiyoruz. Daha önce bahsettiğim gibi bir ada ülke olmasından mütevellit Malta’daki pek çok şey kara ülkelerine nazaran daha mütevazı. Örneğin önünde bir kişinin beklediği bir binanın tabelasını okuduğunuzda o binanın aslında Turizm Bakanlığı olduğunu fark etmeniz gibi.

Ne

Kendine has panjurlu evleriyle meşhur bu adanın sokaklarını gezdikten sonra Valletta turumuzu Upper Barrack Gardens olarak bilinen surların üzerinde yer alan bahçeyi gezerek tamamlıyoruz. Bahçeyi özel kılan hem manzarası hem de Game Of Thrones dizisinin bazı bölümlerinin bu bahçede çekilmiş olması. Aslında Valletta’ya gelmişken bir de tavşan eti yemek lazım fakat helal kesim bulmak mümkün olmadığından bu hayali bir kenara bırakıp her köşe başı “Malta’nın en meşhur tavşanı bizde” yazan lokantalara gözümüzü kapayarak bir nevi bizdeki manavlar gibi köşe başlarını tutmuş dükkânlarda yeni çıkan meyvelerin tadına bakıyoruz.

Almanya’da yediğimiz İspanya’dan ithal hormonlu ve tatsız çileklerden bıktığımızdan olsa gerek buradaki çileğin tadına bakar bakmaz yerli bir ürün yediğimiz hissine kapılıp “Bunlar Malta mahsulü mü?” diye soruyoruz. Meyvelerin çoğunun Sicilya’dan geldiği cevabını alıyoruz, GDO’lu İspanya meyvelerinden bıkan bizi bu cevap tatmin ediyor.

Valletta’nın ardından adanın eski başkenti Mdina’ya yola koyuluyoruz. Mdina gerçekten bir eski zaman şehri. Önce şehrin etrafına bir kanal kazılmış ve şehrin tamamı surlarla çevrelenmiş, ardından şehrin ana kapısına ulaşmak için de taş bir köprü yapılmış. Yani çepeçevre korunmuş ve denizden uzak inşa edilmiş bir şehir Mdina.

Mdina’nın kapısından içeri girer girmez dört sene önce arkadaşlarımla beraber gittiğimiz Dubrovnik’teyim hissine kapılıyorum. Taşın rengi, dar sokakların sonunda çıkan ufak meydanlar ve taş şehrin serinliği, hepsi bana Dubrovnik’i hatırlatıyor. Hatta Mdina sokaklarından paylaştığım bir fotoğrafı gören arkadaşım hemen mesaj atıyor, “Zeynep yine mi Dubrovnik’tesin?”. İşte bu kadar benziyor bu iki şehir. Neredeyse Mdina’deki her sokağa girip çıktığımızı söyleyebilirim.

Ne

Mdina’daki her bir kapı, pek çok kapının yanında yer alan Meryem Ana ve İsa figürü, pencerelerden sarkan salkımlarla diyebilirim ki bu şehrin tüm sakinleri kendi evlerinin mimarları. Pek çok hediyelik eşya satan dükkânda da gördüğümüz üzere özellikle Malta’nın kapı tokmakları meşhur. Bunlar genelde aslan başı, kadın eli, balık ve çelenk biçiminde tokmaklar.

Mdina ufak ve adeta bir biblo şehir olduğundan yemek yemek için çok fazla seçenek yok. Bir şeyler içip soluklanmak üzere Mdina’ye yolu düşen pek çok kişinin de gittiği Fontanella çay bahçesine gidip biraz dinlendikten sonra Mdina’dan ayrılıp hemen Mdina’nin dışında başlayan Rabat’ı gezmeye koyuluyoruz. Burada yemek için pek çok seçenek mevcut. Menülerde en çok görebileceğiniz ise pizza ve deniz mahsulleri. Esasında biz de Heidelberg’de çok balık yiyemediğimizden Malta’da balığa doyacağımızı düşünüyorduk fakat beklediğimizin aksine bir adada olması gerektiği kadar yaygın ve çeşitli olmadığını gördük balık tüketiminin. Hatta bir restoranda akşam yemeği için yalnızca karideslerinin olduğunu öğrenince şaşırdığımızı belirtmemiz üzerine garson “Rabat bir deniz şehri değil, o yüzden burada fazla balık restoranı bulamazsınız.” deyiverdi.

Tabi restoranttan çıkıverince bizi bir gülme aldı. Deniz şehri değil dediği Rabat denizden 15 dakika uzaklıkta ve zaten ülkenin tamamı ancak bir şehir büyüklüğünde. Demek ki adada yaşayınca böyle oluyor diye düşündük. Elbette adada doğup büyümenin verdiği, belki de biz ana karada doğup büyüyenlerin hiçbir zaman anlayamayacağı farklı bir bakış açısı var ada sakinlerinde. Nihayetinde akşam yemeğimizi Rabat’ta yiyip bu güzel şehirden ayrıldık.

Ne

Azure Window

Ertesi gün otelimize de yakın bir mesafede olan Gozo adasına gitmek üzere yola koyulduk. Adaya yol almadan evvel hediyelik eşya satan bir dükkândan aileme kartpostal atmak için birkaç kartpostal beğendim. İçlerinden bir tanesi de Gozo adasının meşhur taş penceresi Azure Window’du. Yaklaşık beş yüz senede görünümüne kavuşan Azure Window’u görmek için turistler akın akın Malta’dan Gozo adasına geçiyorlardı. Gerçekten masalsı bir görünüme sahip olan pencerenin bir fotoğrafını da aileme yollamak istedim. Ödemeyi yapmak üzere kasaya gittiğimde, dükkân sahibi aldığım kartpostalı görüp iç geçirdi ve “Artık Azure Window yok.” dedi. Bizdeki de talih işte, geldiğimiz gece insanı yerinden oynatan bir fırtına olduğundan bahsetmiştim ya işte o sabaha dek süren fırtına sabahın erken saatlerinde Azure Window’u yerle bir etmiş. Ada halkı yasta imiş ve tüm ada bu hadiseyi konuşuyormuş. Ben de kartpostal alırken öğrenmiş oldum. Pek üzüldük haliyle fakat Gozo’ya doğru yola koyulduk.

Gozo adası Malta’nın minyatürü gibi bir şey. Tepede de bu minik ada için hayli büyük sayılabilecek bir kalesi var. Yaklaşık kırk bin kişinin yaşadığı bu ada tarih boyunca hayli büyük cenklere şahit olmuş. Kaleyi gezerken Gozo adasının on dört sene boyunca Osmanlı toprağı olduğunu öğrenmem ise Gozo gezimin kalanının nostaljik devam etmesine sebep oluyor. Kalede çalışanlardan öğrendiğimiz kadarıyla pek çok sefer tekrar eden ve uzun süren kuşatmalara rağmen Malta adasını fethedemeyen Sinan Paşa ve Turgut Reis Gozo’yu kuşatıyor. Rodos’u kaybedip Malta’ya yerleşen şövalyeler ve ada halkı ne kadar direnseler de Osmanlı donanması Gozo’yu fethediyor.

Hatta rivayete göre son kalan ada halkının bir kısmı kendilerini kalenin arka tarafından iplerle sarkıtıp kayıklara binerek Malta’ya sığınmayı başarıyorlar fakat kalanlar Müslüman olmak yerine savaşmayı tercih ediyorlar. Yine kuvvetli bir rivayete göre Osmanlı’nın iskan politikası gereği boşalan adayı tekrar nüfuslandırmak ve İslamlaştırmak adına Osmanlı’nın hâkim olduğu Kuzey Afrika topraklarından Müslümanlar buraya yerleştiriliyor ve Müslüman olmayı reddeden ada halkı da Kuzey Afrika’ya sürgün ediliyor.

1565’te Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle tekrar Malta’yı kuşatmaya yönelen Turgut Reis ise kuşatma esnasında aldığı ağır yara nedeniyle şehit olurken bugün Turgut Reis’in vurulduğu nokta olduğu tahmin edilen bölgeye Malta’da Dragut Point deniliyor. Seneler evvel babamın ismi Turgut olan bir akrabamızı sık sık Dragut diye çağırdı aklıma geliyor. Maltalılar’ın ve genel olarak Akdeniz halkının sözlü olarak ve yazılı kaynaklarda Turgut Reis’i Dragut olarak isimlendirdiğini fark edince merak edip biraz okuma yapıyorum.

Ne

Öğrendiğim kadarıyla Turgut Reis’in Akdeniz’in en korkulan denizcilerinden biri olması ve amansız kuşatmaları nedeniyle İngilizce’de de ejderha anlamına gelen “dragon” ve “Turgut”un birleşimi olan Dragut ismi veriliyor kendisine. Gozo’yu gezdiğimizden beri de on dört sene dahi olsa Gozo’yu Müslüman toprağı yaptığı için ve yine bu uğurda canını feda ettiği için aklıma geldikçe Turgut Reis’in ruhu içi bir Fatiha okuyorum. Bugün Trablus’ta Dragut Camii’nde medfun bulunan bir zamanların efsanevi kaptanı Turgut Reis’in ruhu için bir fatiha!

Gozo gezimizin tarihi kısmını tamamlayıp Gozo sokaklarında gezdikten sonra bir zamanlar Azure Window’un bulunduğu Dwejra’ya yol alıyoruz. Burada halen daha Azure Window’u göreceklerini sanarak gelip, yıkıldığı haberini almaları üzerine şaşkın şaşkın etrafa bakan ve en azından bir zamanlar bulunduğu yerle fotoğraf çektiren turistler görüyoruz.

Yaklaşık yirmi beş dakika süren bir feribotla tekrar Gozo’dan Malta’ya geçiyoruz ve rengârenk sokakları, başkent Valletta’ya bakan koyları ile ünlü San Giljan (St. Julian) bölgesine gidiyoruz. Burası Malta için İstanbul’un Kuruçeşme, Bebek, İstinye’sine tekabül ediyor.

Ertesi gün ise adadaki son günümüz olmasından dolayı merkeze biraz daha uzak olan masalsı balıkçı kasabası Marsaxlokk’a gitmeye karar veriyoruz. Adanın güneydoğusunda yer alan ve yaklaşık dört bin nüfusu olan bu kasaba tüm Marsaxlokk sahili boyunca görebileceğiniz mavi, kırmızı ve sarı renklerdeki tekneleri ve balık lokantaları ile ünlü. Kimsenin çıt çıkarmadığı bu sessiz kasabada biz de sahilin ucundaki bir noktaya gidip ayaklarımızı denize daldırarak yaklaşık bir saat boyunca hem içimizi ısıtan güneşin tadını çıkarıyor hem de gelip geçen balıkçıları seyrediyoruz…