Mehmet Yaşin’in yazısı
Oysa ki, kentten çok bir balıkçı kasabası görünümü, yemyeşil ormanları, balıkları, surları, kırmızısı ve hapishanesi ile görülmesi gerekli güzel bir kent.
Sinop, bu kez sert ve soğuk rüzgarla karşıladı beni. Karadeniz’i yalayarak gelen karayel, iliklerimi dondurdu adeta. Acımasız dalgaları, kumsalı köpük köpük döverken yakaladım. Tam fotoğraflık görüntüydü. Vahşi, soğuk ve çok güzel bir poz. Samsun’dan buraya uzanan yolun büyük bölümü yapılmıştı. Ama geriye kalan kıvrım kıvrım, sisli ve karlı yol insanı bıktırmaya yetiyordu.
Otele gitmeden Küçük Liman’a uğradım. Yaz cıvıltısı yoktu bu kez. Balıkçı tekneleri ağlarını sarıp sarmalamış, denizin insafa gelmesini bekliyordu. Üstlerinde bir kaç umutsuz martı dönüp duruyordu. Restoranlar yaz aylarının şen kahkahalarını özlemişti sanki. Çoğu kapısına kilit vurmuştu. Açık olanlarda da masalar boştu. Bu yalnızlık, sert poyrazla buluşunca hava daha da üşütücü oluyordu. Her şeye rağmen havada ızgara balık kokusu vardı.
Sinop, yüzyıllar boyu Sinope diye anılmıştı. Kimine göre bu isim, Irmak Tanrısı Osopos’un güzeller güzeli kızı Sinope’den geliyordu. MÖ 200 yıllarında yaşayan Skymnos, şiirlerinde kente Sinope adlı bir Amazon kraliçesinin adını verdiğini yazmıştı. Fatih Sultan Mehmet buraya “Ceziretül Uşşak,” yani “Ağaçlıklar Adası” demişti ki, bence en doğru yakıştırma buydu.
MODERN GÖRÜNTÜLER
Sabah uyanıp, odamın perdesini araladığımda koca Karadeniz’in dalga dalga sahile doğru koştuğunu gördüm. Rüzgar bu kez önüne karı da katmış getirmişti. Bulgur bulgur bir kardı bu. Görüntüsü üşüten ama dallara, toprağa tutunamayan bir kar. Bir kaç balıkçı teknesi sardıkları istavritleri çekmeye çalışıyorlardı. Zor bir meslek diye geçirdim içimden. Islak, soğuk, zahmetli bir emek. Otelin önünden geçip giden yolda sabah yürüyüşçüleri vardı. Soğuğa aldırmadan, ağızlarından buharlar fışkırta fışkırta yürüyorlardı.
Erkenden kente indim. Önce sakin caddelerinde dolaştım. Yanıma Sinop Belediyesi’nin yayınladığı “Geçmişin Fotoğraflarıyla Sinop Tarihi” adlı kitabı almıştım. Niyetim, sıcak bir kahveye sığınıp, dünle bugünü karşılaştırmaktı.
Bir gece önce gittiğim kış yalnızı limanla işe başladım. Burası 1900’lü yıllarda Rum mahallesiydi ve kıyıda, şimdiki gibi meyhaneler ve dalyanlar sıralanmıştı. Artık dalyanlar yoktu. Meyhaneler ise her ne kadar Rum müziği yerine arabesk çalsalar da geçmişin izdüşümüydü.
Aşıklar Caddesi’nin bugünkü görüntüsünün geçmişle pek ilintisi yoktu. Burası yüzyılın başında, denizin hemen kıyısında, dalgalarla ıslanan, güzel ahşap yalıların süslediği bir caddeydi. Şimdi ise deniz doldurulmuş, apartmanlar yükselmiş, sıradan bir cadde olmuştu. Baktım, bakındım, aşkı çağrıştıracak görüntü yakalayamadım.
BOZTEPE’DEN BAKIŞ
Sahili bırakıp kentin en yüksek yerine, Boztepe’ye çıktım. Sinop buradan ayan beyan görünüyordu. Kent, yarımadanın daraldığı yerden başlayıp, uca doğru genişliyordu. Sanırım antik dönemin ünlü coğrafyacısı Strabon da kente Boztepe’den bakıp, kitabına şu satırları sıralamıştı: “Sinope hem doğa hem de insanlar tarafından çok güzel süslenmiştir. Çünkü bir yarımadanın boynu üstünde kurulmuştur. Berzahın her iki yanında da iç ve dış limanları ve olağanüstü palamut dalyanları bulunur. Kentte toprak verimlidir. Özellikle kentin dolayları bostanlarla bezenmiştir. Kent surlarla güzel şekilde çevrili olup, ayrıca gymnasion, agora ve direkli caddelerle gösterişli bir şekilde süslenmiştir…” Ünlü gezgin İbn Battuda da, seyahatnamesinde Boztepe’den bahsetmiş ve bu tepenin üstünün bağ, bahçe ve akarsularla kaplı olduğunu, bol miktarda üzüm ve incir yetiştirildiğini anlatmıştı. Evliya Çelebi ise burada, “bol miktarda tilki, çakal, zerduva ve ayının gayet çok olduğunu” belirtmişti.
Boztepe’nin karla karışık rüzgarı üşütünce tekrar kente inip, MÖ 135’te yapılan ve o günden bugüne zaman zaman onarılarak ayakta kalmayı başaran surları gezdim. Yaklaşık 3 bin yaşındaki surlardan geriye kalanlar bile etkileyiciydi. 3 kilometre uzunluğunda, sekiz metre kalınlığında ve 25-30 metre yüksekliğindeki bu taş duvarlar, kentin savunmasına verilen önemin kanıtlarıydı.
(Bu gezinin ulaşım sponsoru Mercedes-Benz Türk AŞ’dir)
SIENNA’NIN SARISI SİNOP’UN KIRMIZISI
Hollanda Pembesi, Hint Sarısı, Sienna Kahverengisi dünyaya nasıl nam salmışsa, Sinop Kırmızısı da öylesine ünlenmişti. Renk dünyasının içinde saygın bir yeri vardı. Biz pek bilmesek de, dünya sanat literatürü Sinop Kırmızısı’na geniş yer ayırmıştı. Yörenin kırmızı toprağından elde edilen bu muhteşem renk, gemi, tahta, ev, mobilya boyamakta kullanılıyor, ressamların tuvallerinden eksik olmuyordu. Kentin sadece bu özelliği ön plana çıkarılarak bile, dünyanın ilgisi buraya çekilebilirdi. “Kırmızı Sinop”u tanıdıkça onu daha da seviyordum. Tarihi kaynakları incelerseniz kentin MÖ 7’nci yüzyılda Miletoslu Helenler’ce kurulduğunu, gündüzün ortasında yaktığı fenerle “insan” arayan ünlü filozof Diojen’in burada doğduğunu, Pontos’un başkenti olduğunu detaylarıyla öğrenebilirdiniz. Hele İsfendiyaroğulları döneminde kenti yöneten bir Gazi Çelebi vardır ki, öyküsü sizi hem şaşırtır, hem heyecanlandırır. Deniz savaşlarında, eline bir matkap alıp denize daldığını, gemileri teker teker delip suyun altına gönderdiğini öğrenince, onun yaşamının “Karayip Korsanları” filminden daha nefes kesici olduğunu görebilirsiniz.
ALDIRMA GÖNÜL, ALDIRMA
Kent surlarının iç bölümündeki, 1997’de müzeye dönüştürülen, cezaevine girmek bile tüylerimi diken diken etti. Cılız ışıkla aydınlanan hücrelerde bir de küçük hela vardı. Zifiri karanlıkta dolaşırken bile nefesim kesildi. Bu hücrelerde değil aylar boyu, birkaç dakika kalmak bile yaşama veda etmeme yeterdi. Üstüme kapıyı kapattırıp, küçük demir parmaklıktan bakarak poz verirken tüylerim diken diken oldu. Hücrelerden sonra koğuşların ölçüsü biraz daha makuldü.
Cezaevi 1568’de açıldığında ünlü suçlular yarısı suyla kaplı, zifiri karanlık hücrelerde tutuluyordu. Evliya Çelebi izlenimlerini şöyle anlatmıştı: “Korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkumu vardı…” Cezaevi II. Meşrutiyet’le beraber kapılarını siyasi mahkumlara açtı. Türk edebiyatının bir çok ünlü kalemi bu koğuşlarda çile doldurdu. Kimler yoktu ki: Refik Halit Karay, Mustafa Suphi, Burhan Felek, Sabahattin Ali, Kerim Korcan, Osman Deniz, Zekeriya Sertel… Nazım Hikmet ve Necip Fazıl’ın da burada kaldığı söylenmekle birlikte bu konuda bir belge bulunamadı. Sabahattin Ali, ünlü şiirini burada yazmıştı: “Görmesen bile denizi/ Yukarıya çevir yüzü/ Deniz gibidir gökyüzü/ Aldırma gönül aldırma…”
İNCE BURUN’UN GÜZELLİĞİ
Sinopla ilgili her şeyi okuyup öğrenebilirsiniz ama, Türkiye’nin en kuzey ucundaki İnce Burun’daki yalnızlığın ve güzelliğin tadına varamazsınız. Çünkü orayı görmeniz gerekir. İnce Burun yoluna saptığınızda, Fatih’in buraya neden “Ağaçlıklar Adası” dediğini daha iyi anlarsınız. Çünkü Türkiye’nin en kuzeyine giden yol, çeşit çeşit ağacın oluşturduğu, rüzgarın uğultusundan başka sesin duyulmadığı, insanı yalnızlık duygusunun içine çekiveren ormanların içinden geçip gidiyor. Bu ormanlardan tarihin bir döneminde Avrupa’nın dört bir yanına kereste taşınmış. Denizlerde süzülen bir çok gemi bu ormanların ağaçlarından yapılmış. İnce Burun, Karadeniz’in göğsüne doğru uzanan bir parmak gibi. Ben oradayken deniz azmış, soğuk rüzgarın kovaladığı öfkeli dalgalar kayaları dövüyordu. Zaten çoğunlukla hep böyle yapardı hırçın Karadeniz. Asırlardan beri İnce Burun ile Karadeniz’in dalgaları arasında inişli çıkışlı, sarmaş dolaş bir ilişki vardı ve bunun tek şahidi de beş kuşaktan beri burada yaşayan fenerci aileydi. İnce Burun, hele fırtınalı havalarda, her türlü düşe açıktı.
Hürriyet