Sabah gazetesinden Berrin Karakaş, son yılların en sıradışı entellektüel isimlerinden Dücane Cündioğlu ile bir röportaj yaptı. Biz de bu ilginç röportajı sizlerle paylaşıyoruz.
Müslüman elitler güç ve iktidara tapınıyor
Bir huzursuz adam Dücane Cündioğlu, 12 yıldır Yeni Şafak gazetesinde Aristoteles’ten Şems’e, Karl Marx’tan Albrecht Dürer’e düşünürler hakkında yazılar yazıyor. Sivri söylemi, kapitalizm düşmanlığı, yalnızlık hevesiyle hayli enteresan bir ‘Müslüman’ olan Cündioğlu’yla konuştuk.
Çengelköy’ün tepelerinde, kendi halinde, beş katlı bir apartmanın en üst katında yaşıyor Cündioğlu. Pek sade, pek kendi halinde salonu, şahane bir seyir terası var evin; bütün Boğaz göz önünde. Böyle sade bir apartmandan böyle bir manzara beklemiyor insan. Cündioğlu, kendini keşfetmek yolunda yazdıklarını okurlarıyla 80’lerden beri paylaşıyor. Yeni Şafak’taki köşe yazılarının haricinde, Cenab-ı Aşk’a dair, Daire’ye dair, Cemil Meriç’e dair, Mehmet Akif’e dair gibi incelemeleri, Anlam’ın Tarihi, Arasokakların Tarihi gibi derin başlıklı kitapları var. Onca kallavi yazıya, araştırmaya rağmen, şimdiye kadar okurlarından gördüğü en güçlü tepkiyi, önce MÜSİAD eski Başkanı Erol Yarar’a karşı yaptığı “Bir Lokma Bir Hırka” savunusu, ardından da Elif Şafak’ın Aşk’ına karşı yazdığı eleştirilerle alması Cündioğlu’nu da şaşırtmış bayağı. Şaşıracak bir şey yok oysa. Keza kendi tabiriyle, Dücane Cündioğlu artık agorada. Bezirgânların açtıkları tezgâhlara tekme atmak için çarşıda… Cündioğlu’nun bir de hocalık tarafı var. Kendisini mürit kıvamında seven öğrencilerine, Taksim Atatürk Kitaplığı’nda ‘Mantık Atölyesi’ başlığıyla 10 yıldır mantık ve felsefe dersleri veriyor. Artık Tarık Zafer Tunaya’da devam edecek derslerin yeni başlığı ‘Metafizik Soruşturmalar’. Bizim küçük Dücane Cündioğlu soruşturmamıza geçmeden önce, Dücane isminin anlamına dair aydınlansak… Cündioğlu kütüphanesinden babasına ait eski bir Kur’an tefsiri getirip açıyor kapağını: “Bunu ilk kez siz göreceksiniz,” diyor. Tefsirin kapağının içine, “Dücane’nin adı sayfa 193’te,” diye bir not düşmüş babası. Sayfada Hz Muhammed’le birlikte savaşan Ebu Dücane’nin, peygamberi korumak için bedenini nasıl siper ettiği yazıyor. Cündioğlu’nun babası da gözyaşları içinde okuduğu satırlardan sonra, bir oğlu olursa ismini Dücane koymaya karar veriyor. Ca, Arapça can demek, dü, iki. Babanın yorumuyla Dücane, iki can; hem madde, hem mana; hem dünya, hem ahiret…
– Sizce İslam dünyasının en büyük yetersizliği nedir?
– Düşünmeyi unutmaları. Düşünmeyen bir dünyanın mensuplarıyız artık. İmparatorluğu kaybedeceklerini anladıktan sonra Müslüman elitlerin en büyük zaafı huzura, güç ve iktidara tapınmak oldu. Bu bir tür Hıristiyanlaşmaydı. Vatikanlaşma! Göklerin meleketunun senin olmasını istiyorsan yeryüzünün melekutunu da ele geçireceksin! Nefesin İsrafil’in sûrunda, elin nükleer bombaların düğmesinde olacak. Hem İrem bağları, hem Adn cennetleri… İnanınız, hiçbir tefeci bu kadar faiz vermez!
– Çare nedir sizce?
– Hüzün! Sadece hüzün. Hüznü olmayanın dindarlığından kuşku duyarım. Hüzünden mahrum insan yüreği dindarlaşamaz çünkü. Neşe biraz da ahmaklara mahsus. “Bir tek bilgelerin, yaşlıların ve çocukların neşelenmeye hakkı vardır,” der Tarkovski. Benim bütün ıstırabım gaflet mekanizmasının yanında yer alan boğucu dindarlık… Hiç tereddüt edilmemeli: Yoksulları sevmeyen, yoksullarla arasına mesafe koyan, mescit kapısında markalı ayakkabı saymayı adamlık zanneden dinî establishment yerle bir edilmeli!
– Mescitte ayakkabı markası mı sayıyorlar?
– MÜSİAD eski başkanı teker teker saymış, ardından da “Bir lokma bir hırka felsefesi bize yutturulan zokadır,” demişti.
– O dönemki yazılarınızdan birinde “Müstakbel iş adamlarının kopmak istediği bir bütün”den bahsediyorsunuz. Hangi bütün?
– Daha büyük bir bütünden! Büyük akıntıya dahil olmak için o akıntının yanına kadar kendilerini getiren çaydan, yani asıl kimliklerinden, asli duyarlılıklarından kopmak… Bu, Fifth Avenue’de yürüyebilmek için Fatih Çarşamba’dan kaçmaya benziyor. Büyük Pazar için küçük pazarı bırakıyorlar.
– İstanbul’un Müslüman seçkinleri, sizin tabirinizle köylü İslamın bir örneği olarak Nöri Gantar’ı kabulleniyorlar mı artık?
– Burjuvaziyi aşağılayacak bir aristokrasimiz yok. Babalarının gecekondularını beş katlı apartmanlara dönüştürenler, köklerini unutmuş görünüyorlar. Vehbi Koç’la Sakıp Sabancı’nın Türkçelerini hatırlayınız, ya da mesela Aydın Doğan’ın Türkçesine dikkat ediniz. Nöri Gantar’lara nispetle Timur’lar ve Tijen’ler azınlıkta değildir, azınlıktır.
– ‘Son Osmanlı’ Ertuğrul Osman’ın cenazesini nasıl yorumluyorsunuz?
– Cumhuriyet taşrasının bir Osmanlı hayaline ihtiyacı vardı, ama artık yok. Çünkü taşra veliaht olarak kendisini görüyor; hem de Millet Meclisi’nin “şahs-ı manevîsinde mündemiç” bir hak olarak… Bence, cenaze merasiminin -zannedilenin aksinecılız geçmesinin sebebi bu!
– Cemil Meriç’in Osmanlısı ile sizin Osmanlınız arasında nasıl farklar var?
– Cemil Meriç’in kılıcından kelleler damlayan Osmanlı’sı savaşıyor, sevişiyor ve şiir söylüyor. Benim Osmanlım ise sadece düşünüyor. Bilinmeyen Osmanlı, düşünen Osmanlı’dır!
İLK YAZILARIM CEZAEVİNDEN
– Düşünmeye ne zaman başladınız?
– 12 Eylül öncesinde, 1978’de, siyasi olaylar sebebiyle henüz 16 yaşındayken cezaevine girdim. Toplam dört yıla yakın cezaevinde kaldım. Türk milliyetçisiydim. Siyasi kavgalara karıştığım için okuldan sürüldüm. Namaz kılmayı, Kur’an’ı okumayı öğrenişim hep cezaevi yıllarına rastlar.
– İdeolojik bir savaş için 16 yaş erken değil mi?
– Kurtarılması gereken bir vatan olduğu söylenmişti, biz de vatanı kurtarmaya çalıştık. Neticede koca bir ülkenin çocukları helak oldu.
– Cezaevinde neler oldu peki ?
– Kocaman adamların arasında bulmuştum kendimi, bir İstanbul çocuğu olarak. Şiddetle, kavgayla hiç alakası olmayan, hayatı bisiklete binmekten, Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköy, Salacak sahillerinde denize girip midye toplamaktan ibaret bir çocuk… Cezaevinde Anadolu delikanlılarının içinde fazla naif görünmemek için, “Kardeşim kapıyı kapar mısın?” demek yerine, “Gardaş gapıyı gapa!” demeye çalıştığımı hatırlarım.
– İlk yazılarınız cezaevindeyken yayımlandı değil mi?
– Evet, Hergün gazetesinde, ‘Taş Medreseden Mektuplar’ adıyla. İlk yazımın başlığı ise “Savaşımız vurguncu düzene!” idi. Nereden bileyim, meğer teşkilat yasaklamış bu sloganı! Yazının içinde bir hadis vardı: “İşçinin alınteri kurumadan veriniz”. Hergün gazetesi yazımın başlığını hemen bu hadisle değiştirdi. Matbuatta sağcılığın sığlığıyla ilk karşılaşmam böyle oldu. O zaman da ruhum ortalarda gezinmeye yatkın değildi, şimdi de. Ben uçlarda dolaşmayı severim. Ufuklarda…
İSLAMI SEÇEN ÜNLÜLER MODASI
– O dönemde milliyetçilerin İslam vurgusu bu denli belirgin miydi?
– O zamanlar biz bu dini söylem artışını MHP’nin MSP’yle olan siyasi rekabetine bağlıyorduk. Oysa yıllar sonra, gittikçe artan bu dini rengin Yeşil Kuşak Projesi’nin gereklerinden olduğunu fark ettik. Türk-İslam davasının İslam kısmındaki vurgu artışı, Afganistan savaşıyla patlak veren Sovyetlerin çökertilme operasyonuyla başlamış, 12 Eylül’den sonra da devam etmişti. 1978’de Ziya-ül-Hak, 1979’da İmam Humeyni, 1980’de Hacı Kenan Evren. 1983’den itibaren Özal’lı yıllar.
– Bir yazınızda Evren’i Hacı Paşa diye anlatmışsınız uzun uzun.
– O yıllarda İslam’ı seçen ünlüler modası vardı; ayda ezan sesi duyan astronotlar, bal peteğinde Allah celâli… Barış Manço bile koca bir ağaçta besmele bulmuştu. Roger Garaudy, Cat Stevens gibi ünlüler peş peşe Müslüman oluyordu. Başörtüsünün yaygınlaşması da o yıllara rastlar. Bu gelişmelerin tamamı yukarıdan aşağıya belirleniyordu. Oysa işin içine tanrısal hidayet kadar, siyasi güçlerin inayeti de karışmıştı.
CÜBBELİ AHMET İLE AYŞE ARMAN
– Yazılarınızda bahsettiğiniz sizin mahalle nasıl bir mahalle?
– Mahalle kavramı, mahalle kavgasından mülhem. Türkiye’deki kavga, en nihayet mahalle kavgası olarak adlandırılıyor. Aynı semtteler ama farklı mahalledeler. Ben bir gerçekliğe tekabül eden bir ‘biz’ duygusunu kaybedeli çok oldu. Gerçi hep bir ‘biz’i varsayarak düşündüm, hâlâ da öyle yapıyorum, hayal ediyorum ama hakikatte böyle bir ‘biz’ var mı, gerçekte hiç önemsemiyorum.
– Mahalleniz Ahmet Arsan’ın mahallesiyle aynı mahalle mi?
– Bir yönüyle evet, bir yönüyle hayır! 30 yıldır fiilen hiçbir gruba angaje olmadım. Arsan’ın dolaştığı sokakların abileriyle çok kavga ettim. Çoğunun sloganı vardı, çıkarı vardı, ama fikri yoktu. On kişi bir araya gelse, uzak durdum, çünkü Türkiye’de bu tür gruplaşmaları bizzat devlet babanın teşvik ettiğine inandım. Mahalledeki çetelerin hiçbiri doğal, kendiliğinden, masum gruplaşmaların ürünü değildi. Düşünmek, insanı insana unutturacak akıntılara karşı durmak demektir. Hiçbir inancın, hiçbir fikrin, insana insanı unutturmasına izin verilemez!
– İslam’ın sol hareketlerle ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
– Ne yazık ki 20. yüzyılın vicdanı İslamcılar değildi, sosyalistlerdi. Müesses nizamın, yani kapitalizmin karşısında insanın öz değerlerine atıf yapanlar, itiraz haklarını kullananlar gerçekte onlardı. Sosyalizm iktisadi, siyasi, toplumsal bir projeydi ve burası işin fasafiso kısmıydı. Asıl değerli olan o ütopik, hayalci taraflarıydı, gerçeğe tekme atan tarafları. Ama ne yaptılar? İki adım sonra gerçekle uzlaştılar. Gücü seçtiler. İktidarı. İslamcılar için de aynı şey geçerli. İslam dünyası iktidarı kaybettiğini düşünüyor ve ne yapıp edip o gücü yeniden kazanmaya çalışıyor. İktidar mücadelesinin olduğu yerde irfan mücadelesi olmaz. Devir, küçük cihadcıların devri. Tadını çıkarsın keratalar, belki bir gün sıra büyük cihada da gelir! Büyük cihada, yani insanın başkalarıyla değil, kendisiyle meşguliyetine…
– “İslamcılara lazım olan bir Sokrates” diye entry girmişler sizin için bir sözlükte. Var mı böyle bir Sokrates tarafınız?
– Sokrates’in gudubet bir eşi vardı, onun dırdırlarından kurtulmak için hep evden kaçmak zorundaydı zavallı. Bense sadece kendimleyim. Kendimce bu toprakların vicdanı olmaya çalışıyorum. Düşünen bir vicdan! Bu toprakların çocuklarına bu toprakların kendi sesini duyurmaya çalışıyorum. Çağdaş bilince kendi köklerini gösteriyorum. Hiçbir güce angaje olmadan, bütün öfkemle ve bütün huysuzluğumla, ısrarla düşünmeye devam ediyorum. Israrla nöbet yerinde bekliyorum. Ancak ben şehrin surlarını koruyorum, bir mahallenin sınırlarını değil!
– Elif Şafak’ın Aşk kitabını niye bu kadar sert eleştirdiniz?
– Bir sanatçının eleştirisi yoktu o yazılarda. Ben sadece Türkçe özürlü bir ev kadınının içinde yer aldığı bir mühendislik projesine yönelttim oklarımı. Bunlar, gerçekte maliyecilerin ilgisini çekeceği türden metinler, edebiyat tarihçilerinin değil. Edebi değil, ticari değerleri var. Sanat değil çünkü, sanatımsı. Yüksek sanatla hiçbir alakası yok!
– Belki de yüksek sanat diye bir derdi yoktur Elif Şafak’ın.
– Yok. Dolayısıyla bizi daha fazla ilgilendiren bir tarafı da yok.
– Bir yazınızda jet-ski’li Cübbeli Ahmet’le türbanlı Ayşe Arman görüntüsünün birbirlerini tamamladığını ifade ediyordunuz. Nasıl bir tamamlama bu?
– Cübbeli’nin görüntüsü dişil, Arman’ın görüntüsü ise eril. Şayet taraflardan biri eksik olsaydı, tablo tamamlanmamış olurdu.