Genç Öncüler Dergisi’nden Furkan Gençoğlu, Suriye’li Muhalif Sosyalist Aktivist Yassin Al Haj Saleh ile “Suriye Devriminin Hikayesini” konuşmuş.Suriye’yi içerden yaşayan,mücadelelerin içinde bulunmuş ve sıkıntısını çekmiş birnin bakış açısından görebilmek için oldukça ilginç bilgiler içeren bu röportajın çevirisini Şenay Özden yapmış.İşte Genç Öncüler Dergisi’nin Aralık 2016 saysında yer alan o ilginç röportaj…
Suriye’den Türkiye’ye geliş hikayenizden bahsedebilir misiniz?
Mart 2011’de devrimin başlamasından sonra 2 yıl Şam’da gizli yaşadım. Tarihi bir dönemden geçerken bir yazar olarak yazılarımda kendime oto-sansür uygulamak istemediğm için saklandım. Bu dönemde 5 farklı evde kaldım. Bu 2 yılın sonunda Şam’da kalmanın bir faydasını görmemeye başladım. Kontrol noktalarının sayısı çok artmıştı, sokağa hiç çıkamaz hale gelmiştim. Artık ne benim devrime bir katkım oluyordu ne de ben kamusal bir şeye katılabiliyordum. 2011 yılında protestolara katılmıştım Douma’da Harasta’da. Ama tabi benim devrime en büyük katkım yazılarımdı. Haftada en az 2 yazı yazıyordum ve Yerel Koordinasyon Komiteleriyle çalışıyordum.
Bu iki yılın sonunda Şam yakınlarındaki Duma rejimden özgürleşince oraya gitmeye karar verdim. İki arkadaşımın yardımıyla Şam’dan çıkarak Guta’ya vardım. Bu iki arkadaşımdan birisi daha sonra tutuklandı ve işkence altında öldürüldü. Aslında amacım Duma’da biraz kalıp daha sonra kuzeye, Rakka’ya doğru ilerlemekti. Ben Rakka’lıyım. Ancak Duma’da olduğum sürede Duma rejim güçleri tarafından kuşatılmaya başlandı. Duma’da 3 aydan fazla bir sure kaldıktan sonra bir grup arkadaşla yola çıktık, Rakka’ya doğru gitmek üzere. Normalde 4-5 saat süren bu yol toplam 19 gün sürdü çünkü rejimin kontrolü altındaki bölgelerden geçmeden gitmemiz gerekiyordu. Hep muhalifleri kontrolündeki bölgelerden geçerek gittik. Ben Rakka’ya vardığım zamanlarda Daeş de Rakka’da git gide güçlenmeye başlamıştı. Ve ben Rakka’da da dışarı çıkamadan saklanarak yaşamak zorunda kaldım. 2.5 ay bu şekilde yaşadım Rakka’da. Durumun git gide kötüleşmesi sebebiyle ben de çıkmak zorunda kaldım ve 11 Ekim 2013’te Türkiye’ye geldim.
Suriye’de devrim süreci öncesinde Esad ailesinin iktidarı ile nasıl bir ilişkiniz vardı? Toplumsal muhalefetin karşılaştığı sıkıntılar nelerdi?
Yazılarımda bir çok kez bahsettim. Suriyeliler, siyasi açlık sınırının altında yaşıyorlardı diye. Suriyelilerin toplumsal herhangi bir konu hakkında bir araya gelmeleri ve bir söz üretmeleri, söylemeleri yasaktı. Yanı kamusal alan Suriye halkına ait değildi. Rejimin kontrolü altında olmayan tek bir dergi ya da gazete yoktu. Ben Suriyeli bir yazarım ve Suriye içinde tek bir yazım, makalem dahi yayınlanmadı. Kitaplarımın hiç biri Suriye içinde yayınlanmadı. İsmin herhangi bir medya kanalında bir kere dahi geçmedi. Yani Esad rejimi için biz sanki yok gibiydik.. Ve bu ara Batı güçlerinin Suriye politikası da aslında bunun bir devamı gibi: Onlar için de biz hiç varolmadık.
Esad rejiminin bizimle kurduğu ilişki sadece muhabarat üzerindendi. Siyasi olarak bizim hiç bir varlığımız yoktu. Suriye’de Hafez Esad’ın başa gelmesinden sonra tek bir kere bile herhangi bir konuda siyasi müzakere olmadı. 1980’lerden itibaren Suriye’yi şu şekilde tasvir ediyorduk: Kocaman bir hapishane. Serbest bırakılan tutuklular, “küçük hapishaneden çıkıp büyük hapishaneye geri döndük” diyorlardı.
Esad rejimi mezhepçiliği, kendi siyasi gücünü sağlama ve pekiştirme ve Suriye’lileri ayrıştırma stratejisi olarak kullandı ve bir dereceye kadar başarılı olduğunu itiraf etmemiz gerek. Suriye’de iki siyasi güç oluştu: Birincisi dışarıdan gözüken ama aslında hiç bir gerçek gücü olmayan hükümet, meclis, vs idi. Ama gerçek olan güç ise tamamıyla mezhepçileştirilmiş olan üç bileşenli iktidardı. Birinci bileşen mezhepçileştirilmiş olan güvenlik güçleriydi: Yani asıl olarak 4 tane olan ama toplam sayısının 17’ye vardığı söylenen muhabarat birimleri. Artı güvenlik gücü görevi yapan askeri güçlerin bir kısmı. Bu askeri güçlerin görevi ülkeyi savunmak, korumak değil, rejimi savunmak ve korumaktı. İkinci bileşen de elbette ki Esad ailesinin bizatihi kendisiydi. Üçüncü bileşen de 50 yıldır devam eden Baas hükmünün oluşturduğu yeni burjuvazi sınıfıydı. Tabi bu üç bileşen içiçe geçmişti. Örnek olarak Başar Esad’ın kuzeni ve ekonomik anlamda Suriye’nin en büyük sahiplerinden Rami Makhlouf’u verebiliriz.
Tüm siyasi sistemin bu şekilde mezhepçileşmesi, mezhep kimliğini toplumsal sermayeye dönüştürdü aynı zamanda. Yani sizin iş bulmanız, pasaport çıkartabilmeniz, devlette burs alıp yurt dışında okumaya gitmeniz, devletten kredi alabilmeniz gibi örnekleri çoğaltabileceğiniz bir çok durum mezhep kimliğiniz üzerinden sahip olduğunuz ağlara bağlıydı ki biz buna “wasta” diyoruz. (Türkçede en yakın kelime sanırım torpil) Yani wasta, torpilin mezhep kimliği üzerinden kurulmuş hali diyebiliriz. Dolayısı ile mezhep aynı zamanda toplumsal sermayeye dönüştü Suriye’de. Eğer Aleviyseniz sahip olduğunuz wasta ağı Hristiyanların sahip olduğu wasta ağından, eğer Hristiyansanız sahip olduğunuz wasta ağı Sünnilerin sahip olduğu wasta ağından farklıydı. Ve tabii ki Sünnilerin sahip olduğu fırsatlar ki Sünniler nüfusun %70ini oluşturuyor, Alevilerin sahip olduğu fırsatlardan ve imkanlardan çok çok azdı. Dolayısı ile sınıf aidiyetiniz de mezhep kimliğinizden bağımsız değildi. Toplumsal sermaye derken bunu kastediyorum.
Suriye’deki belki de en önemli tabu, herkes tarafından bilinen yasak, işte bu mezhepçilik üzerine konuşmaktı. Toplumsal ve siyasi analizleri mezhepçilik siyaseti üzerinden yapmaktı. Çünkü bu devletin mezhepçileştirildiğini gözler önüne sermek anlamına gelecekti. Ve maalesef bir çok Suriyeli entellektüelin de bu durumu gözler önüne sermek için yeterli cesareti yoktu.Rejim öyle bir strateji güttü ki, Suriye’liler rejime karşı durmak yerine birbirlerine karşı durmaya, birbirlerinden korkmaya başladılar. Bir güvensizlik, bir korku ortamı oluştu. Özellikle azınlıklar tarafında. Aleviler ve Sünniler, Kürtler ve Araplar, Hristiyanlar ve Sünniler. Rejim bunu yaptı ve körükledi. Çünkü bu sayede kendisini çözüm olarak pazarlayabilmek için. Ve devrim başladıktan sonra da rejim bu şekilde kendini pazarlamaya devam etti.
Benim Esad rejimine karşı hislerim lise yıllarımda başladı. Başarılı bir öğrenciydim ve 1976’da yazın Fransa’ya dil kursuna gitmeye hak kazanmıştım. Ancak benim yerime Baas partili bir ailenin çocuğunu gönderdiler. Ve ben o yaşımda yaşadığım bu ayrımcılık sebebiyle rejime karşı tavır almaya başladım. Ve o zaman hisettiğim o kızgınlığı hala hissediyorum.
Daha sonra Halep Üniversitesi Tıp Fakültesini kazandım. Üniversitede, rejime muhalif komünist bir partiye dahil oldum. O dönemde üç tane komünist parti vardı. Birisi rejim yanlısı, diğer ikisi rejim karşıtı. Ben rejim karşıtı olan bu iki komünist partiden birine dahil olmuştum. Dahil olmuştum derken, yaptığımız üniversitede paneller düzenlemeye, bir tartışma ortamı yaratmaya çalışmaktı. Hiç bir şekilde hiç kimseye karşı en ufak bir şiddet kullanmadık.
1980 yılında tutuklandım. Tutuklandıktan sonra ilk mahkemeye çıkarılışım, 11 yıl 4 ay sonra, 1992 yılında oldu. Mahkeme 15 yıl hüküm verdi. Ve doğrusu şu ana kadar da tam olarak ne ile suçlandığımı, hangi suça istinaden 15 yıl hüküm yediğimi bilmiyorum. O 15 yılı tamamladıktan sonra bir sene de bonus olarak dünyanın belki de en korkunç hapishanesi olan Tedmur Hapishanesi’ne götürüldüm. 16 yıl hapis kaldıktan sonra 1996 yılında hapisten çıktım.
Suriye’de iki siyasi kurum vardı. Birincisi benim altın kafes dediğim, tamamıyla rejime ait olan , rejim yandaşı partilerden oluşmuş olan Ulusal İlerici Cephe. İkincisi de demir kafesti, yani bizim içinde bulunduğumuz hapishaneler. Yani önümüzde iki seçenek vardı. Ya tüm bağımsızlığımızı yitireceğimiz altın kafese gitmek, ya da bunu reddedip demir kafese gitmek.
Bu arada şunu belirtmek istiyorum. Bizler sol muhalefet olarak siyasi anlamda tamamıyla yok edildik o dönemde. Bu durum İslami hareketler için kat be kat daha ağırdı. Sadece siyasi olarak yok edilmediler. Bir nevi soykırıma uğradılar. On binlerce insan öldürüldü. İslami hareketlerden gelenleri bizden ayrı olarak Tedmur Hapishanesine götürmüşlerdi. Orada sürekli işkence altında yaşıyorlardı. Bir çoğu hapishanede öldürüldü. Ne tam sayıyı biliyoruz, belki 10 bin, belki 15 bin, ne de cesetlerinin nereye gömüldüğünü. Ve Hama katliamından bahsetmiyorum bile. Bir şehri yok ettiler. 30 binin üzerinde insanı öldürdüler. Bu dönemde onbinlerce Müslüman Kardeşler üyesi Suriye’den gitmek zorunda kaldı.
1980’de çıkan bir kanuna gore Müslüman Kardeşler üyesi olmanın cezası idamdı. Ve bu kanun sürekli olarak uygulandı. Bir arkadaşımız mesela, şu anda Türkiye’de yaşıyor, daha 17 yaşındayken, birisi onu Müslüman Kardeşlerin gazetesini okurken görüp ihbar ettiği için toplam 11 yıl hapiste kaldı. Yaşı 18 altında olduğu için idam edilmemişti.
1980’lerdeki bu muhalefeti yok etme politikasından sonra, 1990’larda hiç bir toplumsal hareket ortaya çıkmadı. 2000’de Şam Baharı dediğimiz,insanların evlerde bir araya gelip tartıştığı, kısa soluklu muhalif bir girişim oldu ama o da bir yıl kadar sürdü ve yine bir çok kişinin tutuklanmasıyla sonlandı.
Bu arada tabi rejim sürekli Filistin savunucusu olduğunu söyleyerek kendini pazarlıyordu ancak rejimin aslında yaptığı bu şekilde kendini meşru kılmaktı. Aslında rejimin, Amerika ve İsrail’in çıkarlarıyla uyumlu bir politika güttüğünü biliyoruz. Ve bugün dahi aynı şekilde. Yani aslında anti-emperyalist olduğunu iddia eden Esad rejimini koruyan bu “emperyalist güçlerin” kendisi. Bu “emperyalist güçler” aslında Esad Rejiminin varlığından gayet memnunlar. Çünkü nasıl kendileri 1. Dünyayı temsil ediyorsa, Esad rejimi de Suriye’nin 1.dünyası. Bizler ise her ikisi için de 3. Dünyayız. Rejimin bizimle kurduğu ilişki bir sömürge ilişkisidir. Ve Esad rejimi de aynı 1. Dünya güçleri gibi modernist bir ideolojiye sahiptir. Halkı geri kalmış, cahil, modernleştirilmesi gereken olarak görüyorlar. Bu sömürgeci anlayışıdır ve bu İsrail devletinin anlayışı ile aynıdır.
1996’da hapisten çıktıktan sonra üniversiteye geri döndüm ve 2000 yılında Tıp fakültesinden mezun oldum. Daha sonra Şam’a taşındım. Ve yazarlığa başladım. Suriye dışında yayınlanan Arapça gazetelerde Suriye toplumuna, ve siyasete dair yazılar yazmaya başladım.
Yaklaşık 8 ay silahsız protesto gösterileri sonrası silahlı mücadeleye başlanması doğru bir kararmıydı?
Devrim başladıktan sonra protestolardaki en önemli sloganlardan biri protestoların barışçıl kalması ile ilgiliydi. Silahlanmak Suriye’lilerin kendi seçimi değildi. Ancak rejim en başından itibaren protestoculara savaş açtı. Siyasi bir çözüm istemeyen rejimdi. Baştan itibaren tutuklamalar, işkenceler, ordunun kullanılması, tankların kullanılması. Ordu insanlara karşı kullanıldığı için insanlar 2011 Haziran’ında ordudan ayrılmaya başladı. 2011 sonbaharına kadar silahlanma başlamadı. Ve başladığında da amaç protestoları orduya karşı korumaktı. Yani saldırı amaçlı değil, defansif amaçlı idi. Her halükarda 2012 Haziran’ına kadar protestolar devam etti. Ama o noktada rejimin artık uçakların bombalamaya başlamasıyla, daha sonra kimyasal silah kullanılması sonucu silahlanmak dışında başka yol kalmamıştı. Yani silahlanmak muhalefetin kendi kararı değildi. Başka seçenek bırakılmamıştı.
Furkan Gençoğlu -Yassin al Haj Saleh
Türkiye’de ve Suriye’de sol örgütlerin veya siyasal yapılanmaların Esad yanlısı tavır tutunmaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Solun tamamının değil ama büyük bir kısmının Esad rejimini desteklediği doğru. Suriye’de sol hareketler, toplumsal gerçeklikten uzaklaştılar. Anti-emperyalizm adı altında sadece yüksek siyasetle ilgilenmeye başladılar, insanların gerçekliği ile değil. Suriye’de köylülerle, işçilerle bir ilişkileri kalmadı. Türkiye’de benim gördüğüm kadarı ile durum daha farklı. Türkiye’de sol, kimlik siyasetinin ötesine geçemiyor. Ben Suriye’den çıkıp Türkiye’ye geldikten iki hafta sonra Türkiye’li bir solcu bana Suriye’de ne olduğunu anlatmaya, ders vermeye kalktı. Bu şu demek oluyor: Hiç bir şey bilmelerine gerek yok. Sahip oldukları teorik bakış açısı onlar için her şeyi açıklamaya yeterli. Onun dışında bir şey öğrenmeye çalışmıyorlar. Her durum için geçerli doğru cevaplara sahip olduklarını sanıyorlar. Bu türden bir kimlik politikası Türkiye’deki siyasi hayat için çok zararlı. Bir de hissettikleri suçluluk duygusu var, azınlıklara karşı. Suriye devriminin yanında olduğunu söyleyen solcuların bazıları dahi, bu sebeple bazen tavırlarını değiştiriyorlar. Siyasetin bu şekilde psikolojileştilmesi çok tehlikelidir. Mesela, Kürt siyasi hareketlerini eleştirmek imkansız hale geliyor bu şekilde.
Ayrıca sol hareketlerin modernist bakış açısını eleştirmesi beklenir. Ama gerçekte olan böyle değil. Artı bu modernist bakış açısı İslamofobi ile birleşiyor. Suriye’de Esad solu olarak adlandırabileceğim hareketler, kavramlar üzerinde monopoli kuruyor: Filistin, özgürlük, adalet gibi kavramlar. Böylece bu kavramların alternatif anlamlarını geliştirmek isteyenler susturuluyor. Dünya soluna gelince, çoğunluğu hala Sovyetler Birliği zamanında yaşıyormuş gibi davranıyor.
Suriye’de radikal grupların ortaya çıkmasındaki en önemli faktörlerden biri batının ılımlı muhalifleri görmezden gelmesi denilebilir mi?
Suriye’de rejimin mezhepçi politikalarına karşı İslami hareketler güç kazanmaya başladı. Din, siyasi fakirliğin sınırını oluşturdu. Ne Kur’anı Kerimi yok edebilirsiniz ne de insanların Cuma namazında camiilerde bir araya gelmesini engelleyemezsiniz. Bu sebeple Suriye’de protestolar camilerden yayılmaya başladı. Suriye’de özellikle 2000’den sonra kırsal bölgelerdeki fakirlik arttı. Suriye’de bugün Selefi hareketlerin güçlendiği yerlere baktığınızda da toplumdan en fazla dışlanmış, en fakir, en bastırılmış bölgelerinden çıktığını görürsünüz.
Batı’nın muhalefeti göz ardı etmesi çok yapısal bir sorun. Ya Başar Esad’ı görüyorlar ya da İŞİD’i. Bizi görmüyorlar. Esad, Batı’nın istediği istikrarı sağlıyor. Aslında Başar Esad, kravatlı bir faşist ama Batı için sürprizlerle dolu biri değil. Ve de yanlış yola saparsa, geri döndürülmesi çok kolay. Kulağının çekilmesi yeterli. Öbür taraftan, İŞİD gibi güçler kendilerine zarar vermeye başladığında Batı için görünür oluyorlar. Benim gözümde İŞİD gibi örgütler nihilist örgütler ve özgürleştirici potansiyalleri yok ama Batı’nın İŞİD karşıtı olmasının sebebi bu değil. Kendine karşı olması sebep.
Sanırım Arap ve belki Türkiye solunun sorunlarından birisi çok fazla Batılılaşmış olması. Ancak çıka çıka Zizek gibi bir entellektüelin çıktığı Batı’nın kültürel anlamda özgürleştirici potansiyelinin kalmadığını düşünüyorum ben. Ben kendimi Amerika’ya “İslamcılara karşı beni destekle, ben iyi çocuğum” şeklinde sunmak istemiyorum.
Gerçekten Beşar Esad devrilirse Suriye’deki problem çözülecek diyebilir miyiz? En az Esad kadar Suriye’deki savaşın içinde iktidar mücadelesi veren taraflar Suriye üzerindeki iddialarından vazgeçecekler mi?
Başar Esad’ın düşmesi sorunu tamamıyla çözmek için yeterli değil, artık bu noktada ancak rejimin düşmesi ilk adım olmalıdır. Tarihsel, kültürel ve toplumsal olarak bir çok sorunumuz var ve bu sorunlarla yüzleşmek ve çözebilmek için ilk koşul Esad rejiminin düşmesidir. İşlediği suçların cezasını alması gerekir. Rejimin düşmesi, Suriye’de her türlü değişimin başlangıcı olacaktır. Esad rejiminin kalması ise, Suriye’de faşizmin çok daha güçlenmesi anlamına gelecektir. Esad düşerse alternatifi yok diyorlar. Her bir Suriyeli Esad’ın alternatifi olabilir.
Batının ikircikli tavrı ne kadar adil; Esad veya PYD iyi teröristken, IŞID veya el-Kaide kötü teröristler mi?
Batı güçlerinin Daeş hakkında söyledikleri daha büyük tehlike olduğu. Bu tavrı etik dışı olarak buluyorum. Sadece Esad, şimdiye kadar Daeş’den çok daha fazla sayıda insan öldürdüğü için değil, bu yaklaşım Batı merkezli olduğu için. Suriyeliler için hem Esad hem Daeş tehlikedir. Batı için ise Daeş tehlikedir. Dolayısı ile onlar için kim tehlikeliyse, sıralamayı ona gore yapıyorlar ve yine bizi görmezden geliyorlar. Batı’nın terörle savaş söylemi, güçlüyü daha güçlü yapıyor, güçsüzü daha güçsüz. Ve bu siyasette Esad da Batı’nın ortağı. Post-demokratik dönemin semptomlarından birisi şu: Daeşle ve Selefilerle savaşın tek yolu olarak hepsini öldürmeyi görüyorlar. Buna soykırım denir. Tek bir entellektüel, tek bir BM yetkilisi, tek biri insan hakları örgütü, küresel bir mesele olan Daeş ya da Selefilere karşı alınan bu tavıra dair tek bir söz söylemedi, bir alternatif sunmadı, siyasi bir çözüm önermedi. Halbuki siyasi bir çözüm mümkündür. Örneğin, Daeş’den ayrılmak isteyenleri siyasi hayata dahil etme kanallarını açmak mümkün olabilir. Ancak hepsini öldürmek dışında bir çözüm göremiyorlar.
PYD, Amerikan stratejisinin bir aletidir. PYD Suriye’de şu anda çok büyük sorunlar yaratıyor. Rojava projesinin özgürlük, adalet gibi kavramlarla yakından uzaktan alakası yok. Nüfusun çoğunluğu Arap olan bölgeler üzerinde control kurmaya çalışıyorlar, okullarda kendi eğitim müfredatlarını getiriyorlar, Öcalan’a ibadet ettirmeye çalışıyorlar, Arap isimleri Kürtleştiriyorlar. Tel Abyad en önemli örneği bu siyasetin. Ve bu durum, Türkiye solunun en büyük körlüğü. Ben Rojava kelimesini hayatımda ilk defa Türkiye’de duydum ki ben o bölgeden geliyorum. PYD’yi destekleyenler aslında bize de hakeret ediyorlar çünkü bizi hiç bir zaman görmediler.
Suriye’nin halkının kurtuluşu kimin elinde, hala bir umut var mı?
2011’e oranla şu anda umudum daha az. Ama umudu inşa etmekten başka bir çaremiz yok. Belki milyonlarca Suriyeli sakat kaldı, bir uzvunu kaybetti. Türkiye’de, Lübnan’da, Ürdün’de yaşayan milyonlarca Suriyeli mülteci var; Suriye’nin içinde büyük çoğunluk yerinden oldu, evini kaybetti. Tüm Suriyelilerin %80’ninin yerlerinden edildiğini biliyor. Suriye için çözümden bahsedenler sadece geriye kalan %20yi kaale alıyor, geri kalanı dışlanıyor. Ama Suriye’nin kurtulması için dışlanmış, marjinalleştirilmiş olan bu %80’i sürece dahil etmek gerekiyor.
*”Yassin al Haj Saleh, 1961 Rakka doğumlu Suriyeli yazar. 1980 yılında Halep Üniversitesinde tıp fakültesinde öğrenciyken Baas rejimine muhalifliği sebebi ile tutuklanan al Haj Saleh, 1996 yılında serbest kaldıktan sonra tıp fakültesine geri dönerek mezun olmuştur. Bu dönemde yazarlığa başlamıştır. Suriye’nin en saygı duyulan yazarları arasında olup, Arapça ve diğer dillerde yayınlanmış 5 kitabı ve yüzlerce makalesi bulunmaktadır. Suriye devriminin başlamasından sonra bir süre Şan’da gizli yaşamış, daha sonra Guta’ya, oradan Rakka’ya geçmiş, 2013 yılında Türkiye’ye gelmiştir. Hala İstanbul’da yaşamakta, yazarlık faaliyetine burada devam etmektedir.”
Genç Öncüler-Aralık 2016- sayı 114