Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Numan Kurtulmuş, Al Jazeera Türk’e verdiği mülakatta, hükümetin geride kalan 12 yıllık süreçte görünmez vesayetlerle mücadele ettiğini, bundan sonra ise görünmez vesayetlerle mücadele için kapsamlı bir reform sürecine ihtiyaç duyulduğunu söyledi. Hükümetin Haziran 2015’te yapılacak seçimlerden sonraki ilk hedefinin yeni bir anayasa yapmak olduğunu kaydeden Kurtulmuş, hakkında yolsuzluk iddiaları bulunan dört bakanla ilgili verilecek karar ne olursa olsun, AK Parti’nin seçimlerde bundan etkilenmeyeceği görüşünde. Kurtulmuş, 2014 yılında yapılan 30 Mart ve 10 Ağustos seçimlerinde, AK Parti’nin siyasi bir partiden “siyasi bir harekete” dönüştüğünü, Haziran’da yapılacak seçimde ise partinin bu kimliğinin daha da netleşeceğini ve bir “dava partisi”ne dönüşeceğini aktardı. Kurtulmuş’a göre AK Parti’nin başarısı, Batı karşısında yenilmişliğe itiraz ederek, yeniden ayağa kalkma iddiasından kaynaklanıyor. Kurtulmuş “Biz kendi medeniyetimizin kökleri üzerinden yeniden ayağa kalkmak için 150 yıllık derin uykumuzdan yeni uyandık” dedi.
“Sıra görünmez vesayetlerde”
2015 seçimleri AK Parti’nin istediği anayasal değişiklikleri yapabilmesi için beklenen tarih mi? Bu değişiklikleri yapabilecek çoğunluğa ulaşırsanız anayasanın hangi maddelerini değiştireceksiniz? Veya yeni bir anayasa gündeminiz olacak mı? Hükümetin öncelikleri ne olacak?
Türkiye’de uzunca bir süredir devam eden bir restorasyon süreci var. ‘Yeni Türkiye’nin inşası’ dediğimiz bu süreç önce eski Türkiye’nin antidemokratik bütün yapılarından kurtulmayı gerektiriyordu. Geçtiğimiz 12 yıllık süre içinde Türkiye vesayetlerin, görünür vesayetlerin önemli bir kısmını ortadan kaldırdı. Şimdi ise birtakım görünmez vesayetlerin kaldırılması ve Türkiye’de yeni bir demokratik sistemin inşası için çok hızlı bir reform sürecine ihtiyaç var. Dolayısıyla Türkiye siyasetinin temel sorumluluğu yeni bir anayasa yapmaktır. Sadece anayasanın maddelerini değiştirmek değil, ruhunu da, anayasanın sistematiğini de sivil bir bakışla / anlayışla özgürlükçü, demokratik, katılımcı ve çoğulcu yeni bir anayasa yapmaktır, anayasa yazmak değil.
Şimdiye kadar Türkiye’de hep anayasa yazıldı. Asıl olan “anayasa yapmak”tır. Yani Türkiye’de devletin zihniyetinin değişmesine yönelik, bunu esas alan yeni bir anayasanın yapılması zorunludur. Ümit ediyorum ki 2015 seçimleri bu yeni anayasayı yapabilecek çoğunluğu, en azından referanduma götürecek bir çoğunluğu AK Parti’ye verecektir. AK Parti temelinde başkanlık sistemi olan bir anayasa; reformcu, dinamik yeni bir anayasa yapmak amacıyla sistemin geri kalan bütün antidemokratik unsurlarını da temizlemeyi bir hedef olarak görüyor.
Siyasi Partiler Yasası’nı, seçim sistemini, Meclis İçtüzüğü’nü, kamu personel yönetimini, yerel yönetimleri, kısacası 12 Eylül rejimiyle ve daha önceki darbelerle gelmiş bütün antidemokratik yasaları, hatta tüzükleri, yönetmelikleri vs. bunların hepsini Türkiye’nin temizlemesi lazım. Ama temel adım “öncelikle yeni bir anayasa yapmaktır.” Yeni bir anayasa yapmak sadece AK Parti’nin değil, Türkiye siyasetinin önündeki en önemli reformcu, dönüşümcü hedef olarak durmaktadır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 19 Ocak’ta kabineyi toplayacak ve kabineye başkanlık edecek. Cumhurbaşkanı’nın bunu sıkça yapması durumunda hükümet açısından bazı sıkıntılar doğar mı? Özellikle başbakanın konumu açısından düşünülürse…
10 Ağustos’ta Sayın Cumhurbaşkanımızın halkın oyuyla seçilmesiyle birlikte Türkiye bir yeni döneme doğru adım attı. Tabii ki Cumhurbaşkanımızın hakları ve sorumlulukları anayasal olarak bellidir, dolayısıyla bu hak ve sorumluluklar çerçevesinde Cumhurbaşkanımız istediği zaman Bakanlar Kurulu’na başkanlık edebilir, Bakanlar Kurulu’nu toplantıya çağırabilir. Dolayısıyla ne zaman Bakanlar Kurulu’na katılmak ister, ne şekilde katılmak ister, bu tamamen kendisinin tercihidir. Başbakanımız ile Cumhurbaşkanımız bu konuyu konuşarak 19 Ocak tarihi konusunda mutabık kalmışlardır.
Birincisi, Cumhurbaşkanımız anayasal hakkını kullanıyor. Bu anayasal hakkını kullanacağını, yani alışılmışın dışında bir cumhurbaşkanı olacağını çok açık bir şekilde seçim öncesinde de, seçim sırasında da ifade etmişti. Dolayısıyla çok rutin, son derece doğal bir süreçle karşı karşıyayız. İkincisi hiç kimse hükümet ve Cumhurbaşkanı arasında bir ayrışma olur mu şeklinde bir arayışın içerisine girmesin. Hükümetle Cumhurbaşkanı bundan sonraki süreçlerde de son derece uyumlu bir şekilde çalışacaktır. Çünkü Cumhurbaşkanımız siyasetin dışından gelen birisi değil, Cumhurbaşkanımız AK Parti’nin kurucu lideri, bu büyük siyasi hareketin lideri olmak dolayısıyla zaten AK Parti kadrolarıyla, AK Parti’nin içinden çıkan hükümetle, AK Parti’nin Meclis grubuyla, tabanıyla, seçmeniyle son derece canlı, son derece aktif bir gönül ilişkisine sahip, onlarla arasında çok büyük bir bağ olan birisi…
Sayın Cumhurbaşkanımızın 19 Ocak’ta ve daha sonra, hangi sıklıkla ve ne şekilde tercih ederse bu tür toplantılar yapması işinin doğası gereğidir. Anayasanın verdiği bir hak ve sorumluluktur, bunları istediği şekilde kullanabilir. Buradan ne bir kriz çıkar ne de bir olağanüstü anlayış ortaya çıkar. Son derece doğal, tabii seyrinde akan bir süreçle karşı karşıya olacağız.
Başbakan Davutoğlu’nun pozisyonu açısından?
Sayın Cumhurbaşkanımız 19 Ocak’taki toplantıya katılmakla ya da bundan sonraki toplantılara katılmakla başbakanlık görevini, Sayın Davutoğlu’nun üzerindeki sorumlulukları alıyor değil. Tam tersine birbirlerine karşılıklı saygı içerisinde Sayın Başbakanımızın sorumluluklarını kolaylaştırmak, yükünü hafifletmek ve tavsiyelerde bulunmak amacında olduğunu biliyoruz. İcrayı Başbakanımız ve Bakanlar Kurulu yapacaktır, Cumhurbaşkanımız da sadece Başbakan, Bakanlar Kurulu değil, aynı zamanda Meclis ile, yargıyla diğer kurumların hepsiyle birlikte bir orkestra şefi gibi devleti yönetecektir.
Herkesin anayasal sorumlukları bellidir, yapacağı işler bellidir. Bir sorumluluk alanı müdahalesi asla söz konusu değildir. Tam tersine omuz omuza, yan yana, Türkiye’yi daha başarılı yürütmek, ileriye götürmek için yapılacak olan bir çalışmadır.
AK Parti ve hükümetiniz şu anda yolsuzluk iddialarıyla mücadele ediyor. Hem parti hem de hükümet bu iddiaları reddediyor. Ancak kamuoyunun bu konuda ikna edilebildiğini düşünüyor musunuz? Kamuoyunun AK Parti’de yolsuzluk olmadığına ikna olduğunu düşünüyor musunuz?
Türkiye geçen sene bütün yıl boyunca süren, temelinde de yolsuzlukla mücadele iddiası olan bir operasyona tabi tutuldu. 17 Aralık ve 25 Aralık operasyonu… Aslında operasyon 7 Şubat 2012’de, yani MİT Başkanı’nı sorgulamaya çağırmakla başlamıştı. Gezi Parkı olayları, 17 ve 25 Aralık olayları ve arkasından gelişen diğer olaylarla; MİT tırlarının durdurulması, Dışişleri Bakanlığı’nın dinlenmesiyle devam eden bir süreç oldu. Bu sürecin çok açık bir darbe teşebbüsü olduğuna da milletimiz kani oldu. Eğer bu teşebbüsü yapanlar, bu planlamanın içerisinde olanlar sadece yolsuzluk iddialarından ibaret bir süreci yürütmüş olsaydı, belki Türkiye başka bir sonuçla karşı karşıya kalırdı.
Ama madem yolsuzluklarla ilgileniyorsunuz, niye MİT’in tırlarını durduruyorsunuz? Niye MİT Başkanı’nı sorguya çağırıyorsunuz ki bu operasyonun hedefinde aslında dönemin başbakanı Sayın Erdoğan’ın olduğu da son derece açık. Ne işiniz var da Dışişleri Bakanlığı’nda yapılan gizli bir toplantıyı dinliyor ve bunları deşifre ediyorsunuz? Hatta bunları kim bilir nerelere servis ediyorsunuz. 30 Mart seçimine ve arkasından 10 Ağustos cumhurbaşkanlığı seçimine bu halet-i ruhiye içerisinde girdik. Milletimiz şunu gördü: Demek ki bu olayların arkasındaki esas mesele yolsuzluk değilmiş. Demek ki bu mesele hükümete karşı kurulan bir kumpasmış; hükümetin bir an evvel. anti demokratik bir yöntemle alaşağı edilmesi ve Türkiye’nin bir türbülansın içine sokulması imiş amaçlanan…
Milletimiz bunu çok önceden, 30 Mart’ta gördü. 30 Mart’ta gördüğü için de AK Parti’ye büyük bir destek verdi. Ve 10 Ağustos’ta da Sayın Cumhurbaşkanımızı birinci turda yüzde 52 oyla seçti. Dolayısıyla eğer yolsuzluk operasyonu yapıldığına inanan bir kamuoyundan bahsediyor isek, zaten bu operasyonların, yolsuzluk söylentilerinin en yüksek noktaya çıkmış olduğu noktalarda yani, 30 Mart ve 10 Ağustos seçim sürecinde milletin buna inanması ve tersi bir oy vermesi gerekirdi. Ama böyle olmadı. Demek ki millet bu meseleyi bir yolsuzlukla mücadele meselesi olarak değil, hükümetin düşürülmesi ya da yeni bir darbe teşebbüsü olarak gördü. Eğer bir kamuoyu tepkisinden bahsedeceksek kamuoyunun ortaya koymuş olduğu asıl irade budur.
Bununla beraber şunu da ifade ediyoruz ki; biz hükümet olarak, Türkiye’de yolsuzluklarla sonuna kadar mücadele edilmesinden yanayız. Bu çerçevede bir şekilde haksızlıkla, yolsuzlukla, kamu gücünü kullanarak, milletin bir kuruş parasını, bir kuruş imkânını zayi eden kim varsa bunun üstüne gideriz, hem de korkmadan, çekinmeden sonuna kadar üstüne gideriz. Zaten meclisteki araştırma komisyonu kurulması talebi de biliyorsunuz AK Parti tarafından gündeme getirilmiştir.
Şu an soruşturma komisyonunda devam eden bir süreç var. Komisyondaki arkadaşlarımızın her biri kendi bireysel kanaatleriyle vicdanları çerçevesinde karar verecek. Oradan da parlamentoya gelecek, 550 milletvekili, milletin temsilcileri tek tek elini vicdanına koyacak ve bir kanaat oluşacak. Bu sürecin sonunda sonuç nasıl çıkarsa onu hep beraber göreceğiz. Eğer Yüce Divan’a gönderilme kararı çıkarsa bu zaten AK Parti’nin başlattığı bir sürecin sonucu olacak. Bu anlamda da eğer tersi çıkarsa da Yüce Divan’a gönderilmeye gerek olmadığı kararı çıkacak. Hep beraber sonucunu göreceğiz.
“Kamuoyu aslında 17 ve 25 Aralık’ta başlayan soruşturmaları hem darbe hem yolsuzluk olarak gördü, fakat darbeyi daha büyük tehlike olarak gördüğü için yolsuzlukla yüzleşmeyi öteledi” gibi bir değerlendirme de var. Buna katılıyor musunuz?
Bu tür değerlendirmeler de yapılıyor. Ama sonuçta değerlendirme başka bir şey suçlama başka bir şey. Yani ortada somut bir suçlama varsa, bu suçlama hukuki bir süreci gerektiriyor ve şu anda devam eden bir hukuki süreç var. Kamuoyunun algısı, tekraren söylüyorum, “Türkiye bir türbülansın içine sokulabilir, siyasi istikrarsızlık içine sokulabilir” gibi olabilir, ya da “Hayır, ben bu yolsuzluk iddialarını çok ciddiye almıyorum” şeklinde de olabilir. Bunu ölçecek imkânımız yok.
Dolayısıyla işin bu kısmı birtakım analizler sonucu yaptığımız yorumlardır. Ama öte taraftan da somut olarak devam eden bir hukuki süreç var. Hukuki süreç sonucunda ortaya bir kanaat, bir karar çıkacak. Bu karar mecliste verilen bir karar olduğu için, bir nevi jüri kararı gibi olacak. Mahkeme jürisi bilindiği üzre halkı temsil eder; 550 milletvekilinden oluşan ve millet adına karar verme yetkisi olan, milleti temsil eden insanlardan oluşan bir jüri yani TBMM karar verecek. Tabii eğer komisyondan bu yönde bir karar çıkarsa; kararı TBMM verecek.
Ama Türkiye’de yolsuzlukların üzerine gidilmesi, bir daha hiçbir şekilde yolsuzluk söylentilerinin dahi ortaya çıkmayacağı tertemiz, pırıl pırıl bir Türkiye’nin kurulması zorunlu… Bunun için de şeffaflıkla ilgili bir yasa çalışmamız var. Bu yasa çalışması inşallah seçimden önce parlamentoya gelecek. Ümit ederim ki şeffaflıkla ilgili bu yasa seçimden evvel meclisten geçer ve yasalaşır.
Başbakan Davutoğlu’nun, hakkında yolsuzluk iddiaları bulunan dört bakana “Yüce Divan’a gitmeyi kendiniz isteyin ve aklanın” dediği yönünde haberler, iddialar ortaya çıktı. Bu iddialar hükümet tarafından yalanlanmadı. 5 Ocak’ta dört bakanla ilgili soruşturma komisyonunda oylama yapılacak. Parti grubunun bu konuda bir kararı var mı?
Biliyorsunuz bu tür süreçlerde dedikodular çok olur. İlk olarak, ortaya atılan her söze doğrudur şeklinde bir yaklaşımın yanlış olacağı kanaatindeyim. İkincisi bu süreçte anayasa gereği komisyon üyeleri hiçbir şekilde yönlendirilemez ve hiçbir parti grup kararı alamaz. Herkes vicdani kanaatleriyle gidecek ve kararını verecektir.
Peki bu konuda parti içindeki ağırlıklı görüş sizin gözleminize göre ne?
Söylentilere çok itibar etmemek lazım. Herkesin kendisine göre bir kanaati var. Bu arkadaşlarımız bir araya gelip komisyon olarak bunu tartıştılar mı bilmiyorum. Ama sonuçta bunlar kulislerde ya da grup kararı alınamadığına göre gruplarda konuşularak alınacak bir karar değil. Dosyalar var, bu dosyalar okunacak, bu dosyalar üzerinde tartışmalar olacak. Herkes kanaati doğrultusunda bir karar verecek. Bunu bu şekilde görmek lazım. Yolunda, rotasında yürüyen bir süreç. Bu sürece dışarıdan müdahalelerle etki edilmesini de asla tasvip etmiyoruz. Ve dikkat ederseniz parti olarak da, hükümet olarak da bu sürece etki etmemeye, bu süreci rahat bırakmaya gayret ediyoruz. Doğrusu budur, doğal olan budur. Sonuçta kararı verecek olan parlamentodur.
“Komisyon kararı seçimleri etkilemez”
Komisyondan Yüce Divan kararı çıkmazsa bu AK Parti’yi seçime giderken olumsuz etkilemez mi?
Şimdi ilk olarak bir varsayım üzerinden konuşuyoruz. İkincisi, kaldı ki böyle olsa bile mesele tekrar muhalefet tarafından meclis gündemine başka bir şekilde de getirilebilir ve genel kurula götürülebilir. Gerek milletvekili arkadaşlarımız, gerek se komisyondaki arkadaşlarımız, hiçbirisi halktan kopuk insanlar değil. Kendi gözlemleri, kendi etkileşim alanları içerisinde bir karar verecekler. Sizin dediğinizi varsayalım, seçime bu şekilde gidildi, Yüce Divan’a gönderilmeden gidildi, ben eğer parlamentodan böyle bir karar çıkarsa bu kararın kamuoyunun siyasal yönelimini çok etkilemeyeceği kanaatindeyim.
Son dönemlerde muhafazakâr kesimde aşırı tüketim, gösteriş, moderniteyle baş edememe tartışmaları yapılıyor. Buna bağlı olarak ortaya çıkan sorunlardan bahsediliyor. Muhafazakâr kesim bunu aynı zamanda kendi içerisinde de hem entelektüel düzeyde hem de pratik hayatta tartışıyor. Adalet ve Kalkınma Partisi kalkınmaya öncelik verirken adalet boyutu zayıf mı kalıyor ya da sosyal adalet, gelir dağılımı ve ekonomik pastanın paylaşımı konusunda yeteri kadar adil bir stratejinin uygulandığını düşünüyor musunuz?
Bu soruya siyasetten daha çok sosyoloji açısından bakarak cevap vermek lazım. Adalet ve Kalkınma Partisi’ne oy veren geniş kitle, yani toplumun yarısı; hatta AK Parti’ye oy vermeyenlerin içerisinde de çok sayıda insanın dâhil olduğu geniş bir kitle yıllarca Türkiye’nin siyasal, ekonomik imkânlarından istifade edemeyen, adam yerine konulmayan, ekonomik olarak da toplumun alt ve orta alt gruplarından gelen geniş kitleleri temsil ediyordu, yani orta sınıfı temsil ediyordu.
Sadece AK Parti dönemiyle ilgili olarak söylemiyorum. Türkiye’nin son 30-40 yıllık döneminde bir taraftan şehirlere gelen yeni kitlelerin şehir içerisinde (muhafazakâr kavramını çok sevmediğim için kullanmıyorum) kendi değerleriyle, dindar kimliğiyle birlikte tutunma çabası, bir taraftan da modernleşme sürecinin hızlı bir şekilde dindar kitleler (ki toplumun çoğunluğunu bu kitleler oluşturuyor) içerisinde yaygınlaşması, toplumsal bir hareketliliği ortaya çıkardı. Özeti şu; toplumun alt kesimleri yukarıya doğru toplumsal bir hareketlilik süreci yaşıyor.
Şehri tanıyor, şehrin imkânlarını tanıyor. Yeni ekonomik imkânlarla karşılaşıyor. Hatta bir kısmı sınıf atlıyor. Alt sınıflardan orta-alt sınıflara, oradan orta sınıfa ve belki az bir kısmı da yukarıya doğru yükseliyor. Bu sadece AK Parti’ye oy verenler veya AK Parti seçmenleri değil, eski Türkiye’de toplumun yüzde 10’unu, belki 15’ini oluşturan ekonomik ve siyasi elitin dışında kalan geniş bir kitlenin karşı karşıya kaldığı bir sosyolojik dönüşüm sürecidir ve bu süreç halen devam ediyor. Belki ciddi bir şekilde daha da devam edecek.
Cumhuriyetin ilk dönemlerinde, tek parti zamanlarında, şehir kültürü dediğimiz kültür maalesef toplumun İslami inançlara yaslanan geleneksel değerlerini ve birikimini (inkâr ediyordu demeyelim) ama en azından ihmal ediyordu. Şimdi bu değerleri ihmal etmeyen bir şehirleşme süreci var ama sonuçta moderniteyle karşı karşıya kalan geniş kitleler, hem İslami gelenekleri ve değerleri korumak hem de yeni imkânlar içinde yol almakla mücadele ediyor. Bunun getirdiği bir adaptasyon süreci var.
Bu, dediğim gibi 10, 20, belki 30 yıl daha sürecek. Toplum bir yerde sınıflar arası hızlı bir geçişkenliğe uğruyor. Ümit ederiz, dileriz ki toplumun geniş kesimleri bu şehirleşme ve modernleşme sürecinde kendi geleneklerimizin, değerlerimizin optimum bir ölçüsünü bulur ve bunun üzerinden üzerinde bize has, bize ait yeni bir modernleşme ve şehirleşme oluşturabilir. Ben toplum olarak bunu başaracağımız kanaatindeyim.
Bunu başarmak için ise Adaleti, Hakkaniyeti, İnsafı, Vicdanı ve Eşitliği merkeze alan bir dünya görüşüne ihtiyacımız var. Bizleri “daha iyi”ye götürecek, bir kaldıraç görevi görecek olan şey tam da bu değerlerdir. Vicdan, İhsan, Adalet, Vefa, Diğerkamlık, Ortaklaşma ve Paylaşma, modern toplumlarda, post modern toplumlarda olmayan, eksikliği duyulan hususlardır. Bu bizim geleneğimizde var, geçmişimizde var. Eğer tekrar “kuvvetli bir toplum” olacaksak, bunları bırakarak değil, bunları yeni bir toplumsal motivasyon ve ruh içerisinde bir sonraki nesle taşıyarak başaracağız. Türkiye bunun sancılarını yaşıyor. Bu sadece siyasi bir süreç değil, aynı zamanda entelektüel bir süreçtir.. Ve ben ümit ediyorum ki Türkiye’nin sahip olduğu bu büyük medeniyet birikimi, temelinde eşitliği, adaleti ve hakkaniyeti esas alan bir anlayışı kurmayı ve bunun üzerinden yeni bir Türkiye inşa etmeyi başaracaktır.
“Türkiye 150 yıllık uykudan yeni uyandı”
İktidar olmadan önce İslamcılığın ya da İslami kesimin kanaatkârlık, dayanışma, yardımlaşma gibi erdeme vurgu yapan ve bunun üzerinden kendisini tanımlayan, “madun öteki” olarak kimlik geliştiren bir yapısı vardı. Ancak daha sonra politik ve finansal imkânlarla tanıştığında bir paylaşım sorunu ortaya çıkıyor. Bu paylaşımlar sonucunda da derin ayrışmalar yaşanıyor kimi zaman. Bu ayrışmaların, kayboluşların önüne geçmek için AK Parti’nin yeniden köklerine dönme, yeniden İslamcılığın köklerine, iddialarına, İslami jargona ve İslami iddialara dönme gibi bir eğilimle, böyle bir stratejiyle kendisini bu çıkmazdan kurtarmaya çalıştığı doğru mu? Böyle bir stratejisi var mı AK Parti’nin gerçekten?
Konuştuğunuz mesele sadece AK Parti’yi ilgilendiren bir mesele değildir. Nihayetinde AK Parti Türkiye’yi yönetmek üzere milletten oy alan ve bunun için bütün imkânlarıyla gayret sarf eden bir siyasi partidir. Konuştuğumuz şeyi aslında şöyle görmek lazım. AK Parti tek başına ortaya çıkmış, nevzuhur bir parti değildir. AK Parti’nin kökleri var, evet, madunların, mağdurların, ötekileştirilmiş olanların, toplumun alt kesimlerinde kalmış olanların 150 yıllık bir siyasi mücadelesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmış bir partidir.
Bu mücadeleye verilen isimler farklı olsa bile Birinci Meşrutiyet’ten, İkinci Meşrutiyet’ten, Tanzimat’tan, Cumhuriyetin ilk dönemlerinden başlayan, Mehmet Akif, Şehbenderzade Ahmed Hilmi, Sait Halim Paşa ve benzer diğer aydınlar üzerinden gelen fikri bir kökeni var. AK Parti, bir parti ve siyasi hareket olarak; bu köklerine ne kadar yaklaşırsa, o kadar başarılı olacaktır. Eğer 21. yüzyılın Türkiye’sini, 2015’leri, 2020’leri, 2023’leri, 2071’leri bu kökleri üzerinden okuyabilirse ancak o zaman gerçek anlamıyla başarılı olacaktır.
Çok şükür, Türkiye 150 yıllık derin bir uykudan uyandı. O derin uykuda, bizi uyutan şey neydi? “Biz mağlup olmuş bir medeniyetin çocuklarıyız, mağlubiyetimizin nedeni de sahip olduğumuz inançlar ve değerler” iddiası, düşüncesi… Batı’nın ihtişamı karşısında, zihni ve gönlü kamaşmış, Osmanlı ve Cumhuriyet elitlerinin siyasi seçimi maalesef bu düşünce üzerinden oldu. İşte AK Parti’ye vücut veren yol, bu inanca, bu yaklaşıma itiraz eden yoldur. “Hayır, yeniden büyük bir medeniyet olarak ayağa kalkabiliriz” anlayışıdır.
Evet, biz medeniyetimizin kökleri üzerinden yeniden ayağa kalkmak için 150 yıllık derin bir uykudan yeni uyandık. AK Parti aslında bu uyanışın başlangıcıdır. Meşhur tarihçi Braudel diyor ki; (yanlış hatırlamıyorsam 80’lı yılların ortalarında öldü) İslam’ın iki büyük yürüyüşü vardır: Birincisi Asr-ı Saadet dediğimiz, Hz. Peygamber ve Hulefa-i Raşidin dönemindeki büyük yürüyüş, ikincisi ise Horasan Erenleriyle başlayan ve Selçuklu ve Osmanlı’yı var eden yürüyüş…
Ben buna üçüncüsünü ilave ediyorum. Büyük medeniyetimizin üçüncü yürüyüşü inşallah tekrar bu topraklarda başlayacaktır ve inşallah AK Parti’nin siyaseten temsil ettiği, karşılık geldiği yer, oturduğu sosyolojik taban da bu üçüncü büyük yürüyüşü başlatanlar olacaktır, olmalıdır.
Tüm konuşmalarımda “Yeni Türkiye” diye ifade ettiğim şey, laf olsun diye ortaya konulmuş bir şey değil, bu üçüncü büyük yürüyüşe verdiğimiz isimdir. Bunları başarmak için çok sancılar olacak, fikri anlamda da, siyasi anlamda da büyük sancılar olacak. Ama AK Parti buraya oturursa, yani AK Parti bundan sonraki hedeflerini, 2071, 2073 hedeflerini; Mehmet Akif’in, Sait Halim Paşa’nın, Şehbenderzade’nin, Sezai Karakoç’un, Cemil Meriç’in, Kemal Tahir’in, Nurettin Topçu’nun ve ismini burada saymadığımız diğer münevverlerimizin fikri, siyasi izleğinin kökleri üzerine oturtabilirse, bir büyük medeniyet tasavvuru ve tahayyülü üzerine oturtabilirsek (ki bunu yapmaya gayret ediyoruz) o zaman Türkiye’nin geleceği sağlamdır.
Bu tabii ki sadece bir siyasi partinin yapacağı şey değil. Entelektüellerimiz, bilim adamlarımız, üniversitelerimiz, iktisadi girişimcilerimiz, sivil toplum kuruluşlarımız, sanat çevrelerimiz, gençlik gruplarımız, kadınlarımız, hep birlikte tüm Türkiye’nin bir medeniyet bilinci içerisinde güçlü bir şekilde ayağını yere basması ile mümkün. Ben bu anlamda ümitvarım. Türkiye çok büyük bir mesafe almıştır. Şu an geçiş döneminin büyük sorunlarıyla karşı karşıyayız. Ama Allah’ın izniyle üçüncü büyük yürüyüşümüzün başlangıcının yapıldığı kanaatindeyim. Bu yol devam edecek inşallah…
AK Parti’de şu anda ikinci kuşak var. Siz şu an baktığınızda birinci ve ikinci kuşağı nasıl değerlendiriyorsunuz? Birbirleriyle karşılaştırdığınızda iyi veya kötü dediğiniz ne var?
Tabii her dönemin kendi içerisinde iyi kötü değil de, doğru ve yanlışları, eksikleri ve fazlaları olabilir. İnşallah daha üçüncü kuşaklara, dördüncü kuşaklara, beşinci kuşaklara da gelir. Eğer bir fikri, siyasi gelenek içerisinde birikimimizi sonraki nesillere başarılı bir şekilde aktarabilirsek, herkes kendi döneminin şartları içerisinde “an’ın vacibini” yerine getirerek, sözü en güzel şekilde söyler ve siyaseti en güzel şekilde yaparsa Yeni Türkiye’nin yürüyüşü, bu kervan yoluna devam eder.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başbakanlığından sonra AK Parti ilk defa Haziran’da bir genel seçime gidecek. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun liderliğindeki AK Parti Haziran ayında yapılacak seçimlerde yüzde kaç alırsa başarılı sayılır?
Böyle bir kriter koymam, ama şunu biliyorum; özellikle 30 Mart seçimlerinden sonraki değerlendirmelerimde söylemiştim ve bu fikrimin bugün giderek daha da kuvvetlendiğini görüyorum. AK Parti 30 Mart seçimlerine kadar kökleri olan bir siyasi partiydi. Ama 30 Mart seçimleriyle birlikte AK Parti bir siyasi harekete doğru evrildi. 30 Mart 2014 seçimleri önemli bir dönüm noktasıdır. Arkasından gelen 10 Haziran seçimleri ilerlemeyi güçlendirmiş, biraz daha ileriye doğru yürünmüştür. Önümüzdeki yıl içerisinde yapacağımız seçimle de AK Parti’nin siyasal hareket olma vasfı biraz daha artacaktır. Bu aynı zamanda Yeni Türkiye yürüyüşünün daha sağlam zemine oturması, Üçüncü Büyük Yürüyüşün daha kuvvetli bir şekilde yoluna devam etmesi demektir. Ben buna inanıyorum. Bir rakam veremem. Siyasi hayatım boyunca hiçbir seçim öncesinde rakam vermedim. Bundan sonra AK Parti için aslolan, sıradan bir parti olmanın ötesinde, geleceğin Türkiye’sini inşa edecek, güçlü bir fikir temeline, medeniyet tasavvuru üzerine oturan bir siyasi hareket olma vasfını artırmaktır. Bu seçimin de bunu sağlayacağı kanaatindeyim.
AK Parti’nin “siyasal bir hareket”e dönüşüyor olması ya da daha bilindik tabirle bir “dava hareketi”ne dönüşüyor olması toplumun belli kesimlerinde rahatsızlıklara, dışlanmışlıklara sebep olmayacak mı? Toplumun bir kesimi hayat tarzlarının tehdit altında olduğunu, özgürlüklerinin kısıtlandığını düşünüyor. Bunun gerçek veya gerçekdışı olması bir yana ama böyle bir hissiyat mevcut. Bu anlamda 2015 seçimlerinden sonraki dönemde AK Parti’nin toplumun bu kesimleriyle bir yumuşamaya, bir normalleşmeye ya da bunlarla diyalog kanalları açmaya dönük planları, projeleri olacak mı? Böyle bir çalışmanız var mı?
Dava partisi, medeniyet hareketi, medeniyet siyaseti dediğimiz şeyler tam da bu, bir kısmı bu daha doğrusu. Bunları konuşurken, geçmiş referanslarımızı anlatırken, medeniyetimizin birikimi üzerine konuşurken bir örnek olsun diye söylüyorum; mesela Balkanlar’da beş asır boyunca Müslümanlar, Hristiyanlar, farklı etnik kökenden ve dinden olan, farklı mezhepten, meşrepten olan insanlar beş asır boyunca tek bir etnik savaş, mezhep savaşı, din savaşı olmadan yaşadık. Aynı şekilde üçyüz sene Bilad-ı Şam denilen, yani Şam’ın aşağısından başlayıp Kudüs’e kadar genişleyen o eyalette aynı şekilde Hristiyanlar, Müslümanlar, Yahudiler, farklı etnik kökenden insanlar bir arada yaşadı. Hiçbir din savaşı, etnik savaş ya da bir mezhep çatışması olmadı. Bunu sağlamak ötekine hürmet etmekle, ötekine saygı duymakla mümkün oldu.
Bugün mesela Makedonya’da Makedon lisanında var olan bir sözcük var. “Komşu Kapıcık”. Türkçe olarak kullanılıyor. Şu demekmiş; aynı mahallede, aynı sokakta oturan diyelim ki Ortodoks, Katolik, Müslüman, Sünni, Bektaşi farklı aileler, yan yana oturuyorlar ama birbirlerinin evlerine geçerken dış kapılarından girmiyorlar. Evlerini, bahçelerini birbirine bağlayan küçük kapılar var. Oraya tıklıyorlar ve birbirlerinin evlerine, bahçelerine rahatlıkla girebiliyorlar. Müslüman ya da gayrimüslim, hiç fark etmiyor. Kendilerine “Komşu Kapıcık”larını açacak kadar emniyet içerisinde yaşıyor insanlar.
Nasıl? Karşısındakine saygı duyarak. Müslümanlar “biz çoğunluktayız” diye Hristiyanları dışlamıyor, onlara saygı duyuyor. Ya da Sünniler burada çoğunluğuz diye diğerlerine saygısızlık yapmıyor. Hoşgörüden çok daha üstün bir kavramla, saygı duyarak, dinine, diline, geleneğine, göreneğine, etnik kimliğine, kişiliğine saygı duyarak yaklaşıyor. Hz. Ali efendimiz bir yere vali atarken diyor ki atadığı kişiye, “Şimdi gideceksin, orada insanları yöneteceksin. Karşına gelecek insanlar: Ya hilkatte eşin, yani yaradılışta eşindir, ya da dinde kardeşindir, onlara adaletle ve merhametle, yumuşak bir üslup ve tavırla muamele et” diyor. İnsanları, yaradılışta, hilkatte eş olarak görürseniz zaten hiç kimseyi ötekileştirmezsiniz.
Bizim medeniyet siyaseti ve geçmiş referanslarımız, fikri temelimiz dediğimiz şey tam da budur. Ama maalesef Türkiye’de uzun yıllar boyunca ötekileştirme üzerinden devam eden bir siyaset anlayışı vardı. Sağcılar-solcular, ilericiler-gericiler, Aleviler-Sünniler, Türkler-Kürtler, laikler-dindarlar… Maalesef toplumda bu tür ayrışmalar var. Şimdi biz bunların hepsini kategorik olarak reddediyoruz. Bu topraklarda yaşayan herkesi “Hz İnsan” olarak görüyoruz. Hiç kimseyi dini, dili, ırkı, mezhebi ve yaşam tarzı dolayısıyla bizden farklı görmeyiz. Hiçbir şekilde kimseyi ötekileştirmeden, kimsenin kendisini ikinci sınıf, yani sözde vatandaş olarak görmesine yol açmadan yolumuza devam edeceğiz.
Mesela çözüm sürecindeki çabamızın temelinde yatan şey budur. Türkiye’de Kürt Sorununu, doksan küsür yıldır siyasi olarak süren, son otuz küsür yıldır da maalesef silahlı olarak devam eden Kürt Sorununu çözmekteki temel motivasyonumuz budur. Hiçbir yurttaşımız, hiçbir Kürt kardeşimiz, yurttaşımız kendisini ikinci sınıf vatandaş hissetmesin. Aynı şekilde dindar insanların haklarıyla ilgili atmış olduğumuz adımların temelinde de bu yatıyor. Başörtüsü ile üniversiteye gitmek isteyen, çalışmak isteyen, mecliste milletvekili olmak isteyen herhangi bir yurttaşımız, kardeşimiz kendisini ötekileşmiş hissetmesin. Yine son dönemde mesela gayrimüslim yurttaşlarımızın vakıf malları iade edildi. Yıllarca süren siyasi tartışmalardan bir tanesiydi. Önümüzdeki günlerde de Alevi kardeşlerimizin, yurttaşlarımızın, kendilerini bu ülkenin birinci sınıf yurttaşları hissedebilmesini sağlayacak bütün imkânların, bütün hakların verilmesi için gerekli düzenlemeleri yapacağız.
Dolayısıyla bırakın ötekileştirmeyi, aslında AK Parti hükümetlerinin son yıllarda ortaya koyduğu çalışmalar şimdiye kadar Eski Türkiye’nin ötekileştirdiği tüm vatandaşlarımızla, farklı kesimlerle yüzleşmek, onlarla barışmak, hatta onlarla helalleşmek gayretidir. Bu gayret içindeyiz. Önümüzdeki dönemde de bu helalleşmenin, kucaklaşmanın sağlanması için, devletle milletin barışmasını, bütünleşmesini sağlamak için elimizden gelen güçle bu çalışmaları sürdüreceğiz.
Cumhurbaşkanı Erdoğan “Cemaat”i yönlendiren bir üst akıldan bahsetti. Bu üst akıl kim veya kimler?
Türkiye’de 7 Şubat’ta başlayan şeyler, kendiliğinden başlamamıştır. Filmi şöyle biraz geriye doğru aldığımız zaman, başta cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere AK Parti kadroları ile özellikle bazı uluslararası çevreler arasında ilk ihtilaflar, ilk sürtüşmeler ne zaman başladı? “One minute” olayıyla başladı. Peşinden Gazze işgaliyle birlikte başlayan süreç ve özellikle Mısır’daki darbeden sonra ortaya çıkan farklı siyasal tavır alışlar, birtakım çevrelerle, birtakım ülkelerle bizim siyasi çizgimizin bir anlamda farklılaşmasını ortaya çıkardı.
Çok ilginçtir, Fethullah Gülen’in ekibiyle AK Parti’nin arasındaki köprülerin atılmaya başladığı tarih de 7 Şubat’ın öncesinden başlar ve hızla devam eder. AK Parti’nin bu uluslararası çevrelerle arası bozuldukça Gülen ekibi de AK Parti’den uzaklaşmış, hatta AK Parti’ye düşmanca, hasmane bir tavır içine girmiştir. Bunu görmek lazım. 7 Şubat kendiliğinden olmadı. MİT TIRlarının durdurulması gibi hassas bir konuda niçin hükümetle savaşı, kendi tabirleriyle söylüyorum “savaşı” gündeme getirdiler? Buradan baktığınız zaman bu uluslararası bir planlamanın parçası olarak görülür. Sayın Cumhurbaşkanımızın kastettiği zannediyorum budur. Yoksa burada, bizim de çoğunu yakından tanıdığımız insanların kendi başlarına “hadi bir araya gelelim de bu operasyonu yapalım” diyerek yaptığı bir iş olduğu kanaatinde değiliz.
Manzaranın bütününe baktığınız, resmin bütününü gördüğünüz zaman böyle değil. Yani ne 7 Şubat olayı, ne Gezi Parkı meselesi, ne 17, 25 Aralık, ne tırların durdurulması, ne de Dışişleri Bakanlığı’nın dinlenmesi devam eden bu halkaların hiçbirisi tesadüfen ve kendiliğinden gelişmiş işler değildir. Yani birisi bir yanlışlık yapmış, bir savcı ve bir polis birbirlerinden habersiz bir araya gelip “hadi şu işi durduralım” demiş değillerdir. Bunların hepsinin bir senaryonun parçası olduğu şimdi çok daha net görülüyor. Sayın Cumhurbaşkanımızın kastettiğinin de bu olduğunu zannediyorum.
Bazı gazetelerin manşetlerinde Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne ‘Paralel Yapı’nın girdiği yer aldı. Gülen Cemaati ile ilgili Bakanlar Kurulu kararı alındı mı? Yani Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne “Paralel Devlet Yapılanması” veya “Paralel Örgüt” diye bir tanımlama girdi mi?
Biliyorsunuz Milli Güvenlik Siyaset Belgesi beş yılda bir yenilenen bir belge… Henüz yenilenmedi. 2015 yılı içerisinde yenilenecek. Ama bir önceki Milli Güvenlik Kurulu’nda, “paralel devlet yapılanması”na dikkat çekilmiştir. Geçtiğimiz hafta toplanan son MGK’da da, devletin bu tehlikeyle mücadeleye bütün imkânlarıyla ve kararlılıkla devam edeceği ifade edilmiştir.
Şimdi burada, bunu çok konuştuk ama müsaadenizle tekrar söyleyeyim, mesele şu değil: Türkiye’de cemaatlerle siyaset arasında, yani dini cemaatlerle siyaset arasında gerilimler, sürtüşmeler ve çatışmalar hep oldu. Demirel zamanında da, rahmetli Özal zamanında da, rahmetli Erbakan zamanında da bunlar oldu. Zaman zaman iyi ilişkiler, zaman zaman kötü ilişkiler oldu. Cemaatler arasında kavgalar da oldu. Bunlar farklı…
Türkiye’de, dini bir cemaat, seküler bir cemaat, hatta bir cemiyet bile siyasetle hemhal olabilir. Nitekim hatırlayın, seküler bir cemiyet, bir işadamları derneği olan TÜSİAD rahmetli Ecevit hükümetini 1980 öncesinde verdiği gazete ilanlarıyla yıkmıştı. Herhangi bir dini ya da seküler cemaatin, örgütlenmesini, adam yetiştirmesini, projeler yapmasını, düzgün insanlarla devletin kadrolarında yer alarak ülkesine hizmette bulunmasını, hatta siyaseti yönlendirmesini, hatta bunu da aşarak bir baskı grubu oluşturmasını başımızın üstünde, eyvallah kabul ederiz. Burada anormal hiçbir taraf yok.
Ama herhangi bir camia, cemiyet, cemaat, dini veya seküler grup, bunun ötesine geçer, “ülke siyasetini tek başıma ben belirleyeceğim, devleti ben yöneteceğim” derse buna müsaade edilmez. Ne Türkiye Cumhuriyeti devleti buna müsaade eder, ne ABD, ne Rusya, ne de Avrupa ülkeleri, İngiltere, Fransa, Almanya müsaade eder. Demokratik hiçbir ülkede buna müsaade edilmez. Çünkü demokrasinin bir numaralı kuralı “Demokratik Meşruiyet”tir. Meşruiyetin kaynağı da Halk’dır. Halkın vermediği bir meşruiyeti hiç kimse kullanamaz. Buradaki sorun cumhuriyetin temelini oluşturan demokratik meşruiyetle bu demokratik meşruiyeti gasp etmek isteyen bir grup arasındaki çatışmadır, çelişkidir. Bugün iktidarda AK Parti değil de Cumhuriyet Halk Partisi ya da Milliyetçi Hareket Partisi olsaydı ve aynı şekilde bu grupla, bu yapıyla iktidar arasında bugünki gibi bir çelişki ya da çatışma olsaydı, bizim tarafımız yine demokratik meşruiyetten yana olurdu. Bunun bir kere daha altını çizerek söylüyorum. Bunu böyle görmez ve anlamazsak, “dini bir cemaatle, muhafazakâr bir parti arasında kavga var” diye anlarsak çok eksik, çok yanlış anlamış oluruz.
O zaman söylediklerinizden ‘Paralel Devlet Yapılanması’ ya da ‘Paralel Örgüt’ diye bir tanımlamanın Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne resmen alınmadığı sonucu çıkıyor. Doğru mu?
Sonuçta devam eden bir süreçle hakkında konuşuyoruz.
Türkiye Fethullah Gülen’in yeşil pasaportunu iptal etti ve ABD’den de iadesinin istenmesi gündemde. ABD’nin iade etmeyeceği fikri ağır basıyor. Türkiye bu konuda ısrarcı olur mu, ya da nasıl bir formül geliştirmeyi planlıyor?
ABD ile Türkiye arasında suçluların iadesi ile ilgili anlaşma var biliyorsunuz. İki ülke arasındaki bu anlaşma dolayısıyla doğal olan iade edilmesidir ama ABD hükümeti iade eder etmez onu bilmiyoruz. Ama ben, 2009 yılında şu sözleri söylemiş birisi olarak, “ben Hoca Efendi’nin yerinde olsam Türkiye’ye gelirim”; bugün de çok rahat bir şekilde tekrar aynı şeyleri söylüyorum; “Fethullah Gülen Hoca keşke ABD’de değil de Türkiye’de yaşasaydı.” Eğer öyle olsaydı belki bu grup, bu hareket içinde bu tür yanlışlıklar, bu tür yanlış yollara sapmalar olmayacaktı. Doğrusu buydu, keşke böyle olsaydı, ama olmadı. Şu an devam eden bir hukuki süreç var. Türkiye iadesini talep edecek. Bunun sonucunun ne olacağını hep beraber göreceğiz.
Geçtiğimiz günlerde bir röportajınızda “derin yapılanmanın ardında sadece Cemaati aramamak gerektiğini” söylediniz. Kimlerden ve başka hangi yapılardan bahsediyorsunuz?
Bilsem ismini de söylerim. Bu söz önemli bir söz, tesadüfen söylediğim bir söz değil. Ağır da bir söz. Yani içeride dışarıda birtakım ittifaklarla Türkiye’yi zor bir sürece sokmak için çok ciddi çevrelerin el ele verdiklerini, bunların içerisinde finansal sistemi yönlendirmek isteyenlerin bulunduğunu, birtakım uluslararası güçlerin olduğunu, birtakım terör örgütleri üzerinden Türkiye’ye müdahale etmek isteyenlerin olduğunu biliyoruz. Görünen manzara bu…
Ama Allah’a çok şükür, milletin feraseti, ciddi bir şekilde uyanık durması, o süreçlerde cumhurbaşkanımızın, AK Parti kadrolarının çok net bir şekilde durması, dolayısıyla Türkiye çok zor ve tehlikeli bir virajı atlattı. Eğer o süreç içerisinde ufak bir tereddüt yaşansaydı ve milletimiz 30 Mart ve 10 Ağustos’ta hükümete destek vermemiş olsaydı bu çevrelerin asıl amaçları Türkiye’yi Ukrayna’dan, Mısır’dan bin beter yapmaktı.
17 Aralık, 25 Aralık başarılı olsaydı, öncesine gidin 7 Şubat’ta MİT Başkanı gözaltına alınmış olsaydı, dönemin başbakanı olan cumhurbaşkanımız hakkında fezleke meclise gönderilmiş olsaydı Türkiye nasıl bir hal alırdı? İnanın ki Ukrayna ve Mısır’dan bin beter olurdu. Türkiye böylesine önemli ve tehlikeli bir dönemi çok şükür atlattı ve bu başarasının temel nedeni de demokratik mekanizmaları işletebilmiş olmasıdır. Eğer Türkiye bir seçim süreci içerisinde olmasaydı, AK Parti hükümeti bütün ferasetiyle bu meselelerin karşısında durmuş olmasına rağmen halk hükümete desteğini nasıl ifade edecekti? Halkın desteği AK Parti’nin ferasetinin yanına geldi, kaya gibi durdu. Arkasından 10 Ağustos seçimleri böyle sonuçlanmamış olsaydı, bu mücadelede halk yanımızda olmasaydı, Türkiye bambaşka bir noktaya gitmiş olurdu. Zor ve tehlikeli bir virajı geride bıraktık.
Son söz olarak şunu ifade edeyim, birçok ülkede değişim süreçleri yaşandı, birçok ülkede de yarım kaldı. Mısır, Libya, Yemen maalesef büyük karışıklıklar içerisinde, Tunus çok şükür tekrar demokratik bir sürecin içerisine girdi. Suriye’de karışıklık büyük bir iç savaşa dönüştü. Birçok İslam ülkesinde durum böyle. Halk ne istiyordu? Arap Baharı dediğimiz bu sürecin arkasında bir tek şey var: “eski rejimlerden duyulan rahatsızlık ve artık yeni bir sistem kurulmalı düşüncesi”.
Yeni bir sistem kuralım derken insanların esas söylediği şu: “ben de sistemin bir parçası olmak istiyorum.” Bakın Türkiye baskı dönemlerinden bugüne kadar gelebildiyse, 64 yıllık çok partili siyasi hayatımızda, beş adet darbe ve darbe benzeri olay oldu. Başbakan asıldı. Başbakanların altından koltukları zorla alındı. Ama sonunda Türkiye hep sandığı ortaya koymayı başardı. Yani demokratik süreçleri işletmeyi başardık. Demokratik süreçleri işletince de millet ne istiyorsa o oldu. Türkiye bundan sonra da sandığı sürekli ortada tutmayı başaracaktır. Demokratik süreçleri çok daha ciddi bir şekilde işletecektir. Reform süreçlerini büyük bir kararlılıkla devam ettirecektir. Türkiye başta Yeni Anayasa olmak üzere 12 Eylül ve önceki darbelerin artığı ne varsa onların hepsini çöp tenekesine atarak yoluna devam edecektir.