Karar gazetesinden Deniz Baran ve Elif Karaalioğlu 29 Mayıs Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Michelangelo Guida ile konuşmuş. İşte o konuşma…
Türkiye’ye olan ilginiz nasıl başladı?
Biraz tesadüfi. Napoli’de üniversitedeyken Orta Doğu siyasi tarihi okudum. Tesadüfen dil olarak Türkçe’yi seçtim. İkinci tesadüf ise Milli Eğitim burslarıydı. Türkiye yabancı öğrencilere burs veriyordu. Böylece 1997’de geldim, 28 Şubat’tan birkaç ay sonraydı. Türkiye’ye adım atışım böyle oldu.
Türkiye’ye geldikten sonra yazmam gereken bir bitirme tezi vardı. O dönemde 28 Şubat gibi kritik gelişmeler yaşanmasına rağmen İtalya’da bu konuları irdeleyecek bir Türkiye uzmanı bulunmuyordu. Bu süreçte bitirme tezimde “Türkiye’deki din-devlet ilişkilerini 28 Şubat bağlamında” irdelemeye karar verdim. 2005’te tamamen yerleştim.
Türkiye’de, seçimlerden İslamcılığa ve Batı gözünden Türkiye’nin nasıl gözüktüğüne kadar geniş bir yelpazede çalışmalar yapıyorsunuz. Bir Batılı olarak bu kadar alana vakıf olmayı nasıl başardınız?
Vakıf oldum mu bilemem tabi… Ayrıca Batılı mıyım onu da bilemiyorum. (Gülüyor) İnsanın Müslüman kimliği olunca Batı’da da Batılı görülmek zor oluyor. Başlarda doğrudan İslamcılık konusuna girmedim. Asıl çalışma alanım Turgut Özal’ın siyasi yaşantısında dinin ne kadar etkili olduğuydu. Özal ile ilgili yaptığım çalışmalardan sonra İslamcılık konusuna eğildim.
Hangi kaynaklardan beslendiniz?
Türkçe pek iyi bir literatür olduğunu söyleyemeyeceğim. Mesela Namık Kemal, İslamcılık meselesinde çok önemli bir yazar olmasına rağmen eserleri pek düzgün ele alınmamış bile. Muhafazakârlık literatürü de çok zayıf, Osmanlı muhafazakarlığı hakkında pek yazılmamış. Modernleşme karşıtı kişilere dair literatür çok zayıf mesela. Ancak İsmail Kara gibi sınırlı sayıda yazarın ürettikleri faydalı oldu. Özal hakkında araştırmalar yaparken yaptığım röportajlar benim için zengin bir kaynak oldu.
Türkiye’de İslamcılığın kısa macerasını özetleyin desem…
Türkiye’de İslamcılık antiemperyalist bir ruhla başlıyor. Ama sonra belli sınırlar içerisinde evriliyor. Gerçi şu an Ak Parti’nin söylemlerinde hâlâ İslamcılığın izleri var. Ancak İslamcılar emperyalizmin dayattığı kültürel toplumsal çerçevenin dışına çıkamadı. Türkiye’de muhafazakar tandanslı bir üniversite kurulduğu zaman örneğin, Amerikan modeli dışında hiçbir alternatif arayışı yolmuyor. Düşünürler de farklı değil. Çerçevenin dışına çıkamıyorlar mı yoksa çıkmıyorlar mı bu ayrı bir tartışma konusu ama nihayetinde bir alternatif ortaya koyulmuyor. Batı menşeili belli standartların korunmasını makul görüyorum ama hiçbir alternatif arayışının olmaması da eksiklik.
Özal dönemi ile İslamcı kesimin evrilmesi arasındaki bağ hep tartışılır..
Bir kere Özal kendi döneminde saf İslamcılığı daha doğrusu entelektüel İslamcılığı eleştiriyor. Kapitalist piyasayı benimsiyor, ekonomici bir ruha sahip. Ama öte yandan da vizyonunu oluşturmada dinin onu çok etkilediğini söyleyebiliriz. Özal, İslami kesimin statükoya karşı dini özgürlük alanını koruma hedefine ancak büyük bir toplumsal koalisyonla ulaşılabileceğini gösterdi. İslamcı politikacılar açısından bu kritik bir tecrübeydi. Ayrıca liberalleşme ile birlikte dindar kesim zenginleşti; siyasetle ilişkileri rahatladı ve dini cemaatler büyüdü, buna paralel olarak evrildi. Bunlar doğal toplumsal süreçlerdi. Eğitimin ve şehirleşmenin artması gibi faktörler bu süreci tetikledi.
Avrupa, İslamcılık’a nasıl bakıyor?
İslamcılığın şöyle bir problemi var: Bir siyasi ideoloji ama diğer ideolojilerden farklı olarak kurumsallaşmış değil. Sosyalizme bakınca örneğin, oldukça kurumsal olduğunu görebiliyoruz. İslamcılığın temel başlıkları nedir tam bilemiyoruz, tek tek sayamıyoruz. İslamcı akademisyenler ve yazarlar bile bu çerçeveyi tam olarak ortaya koyamıyor.
Hâliyle bu durum, Avrupalıların gözünden bakınca, bir eksiklik; anlaşılmazlık doğruyor. Batılı bir araştırmacı bir yerden sonra kayboluyor. Ortalama Avrupalılar bir yerden sonra haberlerde ne görüyorlarsa onu İslamcılık olarak görüyorlar. Nitekim Avrupa’da en görünür olan gruplar da haberlerde en çok yer alan radikal, aşırıcı gruplar.
Ana akım İslamcı hareketlerin kendilerinin aşırıcı hareketlerle aralarındaki farkı anlatmada zafiyet gösterdiğini ve dolaylı olarak İslamofobiye zemin açtığını düşünüyor musunuz?
Tabii bunun da büyük bir payı var. Avrupalı siyasetçiler iki hareket türü arasındaki farkı bildiği hâlde kasten anlamamazlıktan gelebilir ancak ortalama vatandaş İslamcı hareketler arasındaki ayrımları kavrayamıyor. Bir de şu faktör de etkili: Bazen iki kategori arasındaki ayrım bu kadar net olmayabiliyor, geçişkenlikler var. Hamas’ın faaliyetlerinin hibrit olması, birçok silahlı örgütün fikirsel kökeninin Müslüman Kardeşler ile bağdaştırılması gibi…
Nihayetinde İslamcılık kavramı insanlarda olumsuz bir intiba bırakıyor, mesela şimdilerde, ABD’de camileri ve Müslüman derneklerini doğrudan terörizmle ilişkilendirmeye hazır bir toplumsal psikoloji var. Belki de bu noktaya gelinene kadar ana akım İslamcı hareketler kendilerini iyi anlatamadı. Sosyalizm içerisinde de aynı durum ortaya çıkmış ve silahlı, aşırıcı kategoriler ortaya çıktı ama Avrupalılar, Batılılar; bu hareketler kendi coğrafyasından neşet ettiği için meseleyi kavrayabildi.
Son bir faktör olarak eklemek lazım, göçmen akını da İslamofobi hususunda travmatik bir kırılmaya yarattı.
Türkiye’de İslamcılık tartışmalarında Nurettin Topçu/Necip Fazıl gündemegelir. İki farklı İslamcılık ekolünü temsil ettikleri kabul edilir. Siz çalışmalarınızda bu ayrımı nasıl gördünüz?
Topçu ile Necip Fazıl’ın karakter özellikleri çok farklı. Karakterlerinin kendi tarzlarına yansıması da çok doğal. Necip Fazıl daha popülist, daha sağa yakın. Fikir hayatında, tartışmasız, büyük bir etkisi var. Topçu ise milletçi bir vurguya sahip ve sosyal adalete de ciddi bir vurgu yapıyor. Fakat Topçu, Necip Fazıl karşısında marjinalleşiyor, daha küçük çevrelere etki ediyor. Fakat uzun vadede baktığımızda ise etkisi hiç de öyle sınırlı yahut marijinal değil; İslamcı fikir hayatında muazzam bir etkisi var. Belki de sosyal adalet vurgusu çok zemin bulmadı ama yeni mitler oluşturulmasına büyük katkıda bulundu. İstanbul’un Fethi kutlamaları, Topçu’nun çıkardığı bir şeydi.
İtalya basını hem İslamofobi hem de Türkiye aleyhtarlığı konusunda çarpıcı yayınlara imza atıyor. Bunun sebebi nedir?
İtalya kesinlikle çok menfi bir yayın yapıyor ama esasında diğer Avrupa ülkelerinden çok farklı değil, birçok yerde İslamofobi yükselişte. İtalya’da da durum iç açıcı değil. 11 Eylül’ü takiben İslamofobi yükselişe geçmişti ama şu an had safhaya vardı. Roma’da mescidler saçmasapan bürokratik gerekçelerle kapatıldı mesela. Hem de aynı standartlar kiliselere uygulanmazken… Bu tip hamleler çok şey anlatıyor.
Türkiye özelinde ise en büyük problem İtalyan gazetecilerin Türkiye konusundaki zayıflığı. İtalyan basınında Türkiye uzmanı yok. Hâliyle olaylara nüfuz edemiyorlar. Türkiye zaten takip etmesi zor bir ülke, düzgün takip etmezseniz olanları idrak etmeniz çok zor. İkinci sebep ise Gülencilerin lobisi. Gülenciler, İtalya’nın en büyük gazetelerinden olan Republica ile yıllardır temas hâlinde. Şimdi temas hâlâ devam ediyor mu bilmiyorum ama 15 Temmuz sonrası yayınlarda bu arka plan tabii ki etkili oldu. Gülencilerin, ayrıca, birçok Katolik derneğiyle de ciddi ilişkileri var; Gülen o odakların nezdinde bilinen bir figür. Üçüncüsü sebep ise HDP-Kürt hareketi eksenli basın ağının etkili olması. Dördüncü sebep ise Türkiye, kendini anlatamıyor. Her şeyden önce Gülen ağını Avrupa’ya izah etmek zor çünkü Avrupa’da emsali yok. Tahayyül edemiyorlar. böyle olunca tek gördükleri şey on binlerin tutuklanıp tasfiye edilmesi oluyor. Olanlar Türkiye kamuoyuna dahi tam anlatılamazken onların hemen kavramasını beklemek gerçekçi değil. Ama bir yolunu bulmak gerekiyor.
Düşünce kuruluşları yanlış zinniyetle hareket ediyor
Türkiye Avrupa’ya farklı kanallardan kendini anlatmaya çabalıyor. Bunlar etkili yollar değil mi?
15 Temmuz’dan sonra Türkiye’nin Roma Büyükelçiliği, Türkiye gündemine dair İtalyanca bülten yayımlamaya başladı. Güzel bir fikir ama ben onun İtalyancasını düzeltmekten bezdim. Halbuki bir basit çeviri hizmeti ile çözülebilecek bir iş… TRT Arapça çok güzel bir girişim ancak Türkiye gündemini Arapça anlatabilecek kaç kişi var yayına çıkacak? Rusya Dışişleri Bakanının Arapça sözcüsü var örneğin. TRT World yine çok önemli bir girişim ama yayınlarda kritik çeviri hataları yapabiliyorlar, hem de önemli, tüm dünyanın takip ettiği haberlerde. Bu tip şeyler bir süre sonra krediyi düşürüyor.
Spesifik bir şeye de dikkat çekmek isterim: Haber dilinde kullanılan “iddia ediliyor” kalıbı. Burada makul görülebilir bu ancak Batı’daki basın standartlarında çok ciddiyetsiz bir tabir. Böyle yazdığınızda haberin inandırıcılığı sorgulanıyor. Basın dışında düşünce kuruluşları etkili bir yol olabilir. Ancak onlar da çok yanlış bir zihniyetle hareket edip inandırıcılıklarını tamamen yitiriyorlar. Örneğin Gezi olayında yazılabilecek birçok şey, hükümet penceresinden savunulabilecek birçok argüman vardı ama bunu yapmak yerine tutup siz, eylemlere katılanların sayısı gibi apaçık gerçekleri çarpıttığınızda dediğinizin bir kıymeti kalmıyor. Rusya’ya bakıyorum; RT’ye, Spuntik’e… Sonuna kadar propaganda yapıyorlar ama bunu sofistike bir şekilde yapabiliyorlar. Koskoca Türkiye Cumhuriyeti de bunu yapabilir diye düşünüyorum.