Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü sahibi yazar Alev Alatlı’nın Yeni Şafak’tan Ayşe Böhürler’le konuşmasının 2.bölümü “ Susmak benim kitabımda zûldür”başlığıyla yayımladı.
Guardian’ın Martin Rowson nam karikatüristini hatırlayın. Musa Kart beraat ettiği halde, on yıl hapse üstelik bizzat Başbakan Erdoğan tarafından çarptırıldığını duyurmuş, bir de twitter’da kınama kampanyası başlatmıştı. Kısmı azamı haritada Ankara’nın yerini gösteremeyecek kaba saba adamlardır bunlar.
Yandaşlık algısına vurgu yaptığınız için soruyorum. Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü’nü yandaş olduğunuz için mi aldınız?
Hiçbir ödül yoktur ki siyasi tınısı olmasın. Ben 2006’da “Mikhail A. Sholokov 100. Yıl Roman Ödülü”ne de layık görüldüm. Layık görenler, IMF’nin elinde oyuncak olan ekonomik reformlarının trajedisinden fevkalâde müteessir olan yurtsever Rus aydınlarıydı. Ödülün gerekçesi de “Halden anlayan bir Türk aydını” olmaklığım. Aynı çevreler, Nobel ödülünün “Stockholm’un liberal farmasonları” tarafından ‘pasifist, enternasyonalist, bîtaraf, sözde-komünistlere’ verildiğini söylerlerdi. Nitekim Soljenitsin’e verilmesini Rusya’ya hakaret saydılar. “Batı, 1970 Nobel ödülünü Soljenitsîn’e verecek kadar ileri gittiyse, bir nedeni olmalı” diyorlardı. 2014 Cumhurbaşkanlığı ödülüne gelince, Kutbü’n Nâyî Niyazi Sayın’la birlikte anılmak benim için şereftir. Keza, Yaşar Kemal, Turgut Cansever, Sezai Karakoç, Halil İnalcık gibi isimlerle aynı platformu paylaşmak da öyle. Selim İleri’den Oya Eczacıbaşı’na, Ahmet Kaya’ya geniş bir yelpazeyi gözeten AKP iktidarının en azından Cumhurbaşkanlığı katında “yandaş” kollamadığı açıktır.
EDEBİYAT KEHANETTİR
Cumhurbaşkanlığı ödülleri 2005’den beri veriliyor. Size gelinceye kadar sessiz sedasız gerçekleşirdi. Siz niye gündeme oturdunuz?
Konuştuğum için. Sayın Cumhurbaşkanı’na teşekkür edip, Beştepe külliyesinden etliye sütlüye karışmadan sessizce ayrılmak da vardı, şüphesiz. Ama mahallenin ortak bilincine ters düşen çıkışlara iyi gözle bakmayanların hışmına uğramamak için susmak benim kitabımda züldür, düşkünlüktür. Bakın, ben edebiyatın bir tarafıyla muhbirlik, diğer tarafıyla da kehanet olduğunu savunan biriyim. Bir Türk yazarının en çetin görevinin gerçeğe hizmet etmek, ülkeyi şekillendiren gerçekleri sergilemek olduğunu düşünürüm. Nitekim yerlilerin dilinden ve deneyimlerinden uzak düşmemeye özen göstermem de bundandır. Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü ile onurlandırılıyorsanız, haysiyet cellatlığı, iftira, itibarsızlaştırma, aforoz, linç vs. vs… Bütün bu aşağılık girişimleri göğüslemek, insanlara duymak istemediklerini söylemeye devam etmekle yükümlüsünüz demektir.
BEN MUHACİR MAHALLESİNDENİM
Mahalle diyorsunuz, peki, siz hangi mahalledensiniz?
Muhacir mahallesinden. Ben muhacir mahallesindenim. Ciddi söylüyorum. 1912 Balkan Göç’ünden bu yana, ailemizden olup da aynı kabristana gömülebilme lüksüne erişmiş tek karıkoca benim annemle babamdır. Geri kalanlarımız, Makedonya Prilepe’sinden Anadolu’ya uzanan o uzun dağınık güzergâhta düştükleri muhtelif şehirlerde gömülüdürler.
BATI’DAN DOĞU’YA HİCRET ETTİM
Ödül töreninde bahsettiğiniz göç bu değildi ama?
Haklısınız, bu değildi. Gerçi, törende kısa bir tanıtım filmi gösterildi. Orada muhacerete atıf yapılmıştı, 1390’larda Sultan Yıldırım Beyazıt’ın Manastır Sancağı’na yerleştirdiği Karamanlı Yörük Türkmenlerindeniz biz. Hacı Bektaş Veli’nin kırk yiğide kılıç kuşandırıp suyun öteki tarafına gönderdiği şeklindeki esatiri benimseyenlerden. Benim sözünü ettiğim hicret ile bu hicret arasındaki benzerlik, her ikisinin de yönünün Batı’dan Doğu’ya olması.
Dünya nöbeti tutan seferî sayılır
İslâm’a ulaşmak demiyor, “ilâhiyat”a ulaşmak diyorsunuz?
Doğru. Bana göre aslolan, nizam-ı âlem, yani büyük resimdir. Higgins parçacığıyla, uzay aracı Rosetta’yla, Schrödinger’in kedisiyle, her gün yeni bir nano cüzünü keşfettiğimiz büyük nizam-ı Rabbü-l Âlem’in. Her yeni bilgiyle zihnimizde yeniden şekillenen kâinatların, varsa günümüzdeki İslam tasavvuru ile örtüşmediği enstantaneler, İslam’ın hasmının bilim değil, eksikli hatta belki de ayıplı yorumu olduğu düşüncesi. İlâhiyatın bütününe teksif olmak gerekir diye düşünürüm. Kusur örter çünkü.
Kusur örter derken, ibadette kusurdan mı söz ediyorsunuz?
Dünya nöbeti tutanın seferi sayılabileceğini yorumluyorum diyelim. Şeriatî’nin hac yolunda sıyrılmamızı öğütlediği ‘ihtiyaç ve doymak bilmez arzular’ın bendeki karşılığı küresel kapitalizmin pompaladığı arsız tüketimin ötesinde, radikal bireysellik oluyor. Radikal bireysellik, göreli ahlâk sistemine revaç verir ve eninde sonunda otokratlara davetiye çıkarır. Bakınız Stalin, bakınız Hitler. Otokrat, adı üstünde, kudreti kendinden menkul olan egemen. Otokratın sadece devlet yönetiminde değil, dinde, bilimde, insanoğlunun faaliyet gösterdiği her alanda karşımıza çıkabildiğini hatırlatayım.
Hacc risalesini ürpererek okudum
Konuşmanızda seçtiğiniz her konu tek başına başka konuşmaların başlığı olabilir. “Aklî hicret” kavramını kullanmanızın sebebi neydi? Sizi Aydınlanma kutbundan merhamet kutbuna hicret ettiren ve bunu bu konuşmada vurgulatan sebep neydi?
Şeriatî’nin ata ruhlarımdan birisi olduğunu söyledim. Yıllar evvel onun “Hacc” risalesini okuduğumda ürperdiğimi hatırlarım. Ürperdiğimi ve Birleşmiş Milletler’in her işi bırakıp, eşrefi mahlûkat için bir ‘kavramlar sözcüğü’ kotarmaya soyunması gerektiğini düşündüğümü. Bir söyleşide hakkıyla açıklamak mümkün değil elbet, ama rahmetlinin hacca dair söylediklerinin hemen tümünün seküler terminolojide karşılığı olduğunu gördüğüm içindir ki kendi düşünsel serüvenimi ‘aklî hicret’ diye nitelendirebiliyorum. Biraz bölük pörçük olacak ama Şeriatî’nin “Kişinin evinden çıkması, çevresini terk ederek, pak topraklara ulaşması /bu suretle/ çektiği yabancılıkların bitmesi, kendisini bulması” diye betimlediği hac süreci, benim matematik-istatistik-ekonometri üçlüsüyle başlayıp, felsefe tarikiyle, ilâhiyata ve nihayet edebiyata ulaşma serüvenimle neredeyse birebir örtüşür. Hatta kendini bulmak, arınmak, pak olmak bağlamında Japonların ahlâk kodu Bushido ile de örtüşür ki bu da bana Tokyo’da okuduğum günlerin armağanıdır.
Haritada Ankara’yı bulamazlar
Yurt dışında ve içinde Erdoğan’ın otokratlaştığı iddiası hayli yaygın. Özellikle de Guardian gazetesi Erdoğan ve Putin’in lider tarafından domine edilen siyasi partilerin veya elitlerin başında bulundukları şeklindeki iddialarını sürdürmeye devam ediyor.
Guardian, Independent, Sunday Telegraph ya da Washington Post. Günün sonunda, dervişin fikri neyse zikri de odur. Sanılmasın ki bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak, bir de üstelik ahkâm kesmek bize özgü bir davranış bozukluğudur. Guardian’ın Martin Rowson nam karikatüristini hatırlayın. Musa Kart beraat ettiği halde, on yıl hapse üstelik bizzat Başbakan Erdoğan tarafından çarptırıldığını duyurmuş, bir de twitter’da kınama kampanyası başlatmıştı, ‘tatsız, narsist, despot’ dediği Tayyip Bey’e karşı. Kısmı azamı haritada Ankara’nın yerini gösteremeyecek kaba saba adamlardır bunlar. “Öteki”ni birkaç basit ve kesin hükümle tanımlamaktan sakınmayan zihniyetle malûl tipler ki alışkanlıklarının kökleri Aristo mantığının doğrusal kurallarına uzanır. İslam’la demokrasi bir arada düşünülemez şeklindeki tümdengelim öncülden yola çıkar. Erdoğan Müslüman bir liderdir, öyleyse Erdoğan despotiktir şeklindeki argüman. Rusya’yı kim tanır, kim bilir ama Şark Despotizmi denilen formülden yola çıkıp, Putin’i bir kalemde itibarsızlaştırabilir, en azından itibarsızlaştırmayı deneyebilirsiniz. Üstelik bunu adamın arkasındaki devasa ulusal mutabakatı hiçe sayarak yapabilirsiniz.
Eşref’i mahlûkat rütbesini söktüler
Sayın Erdoğan’ın arkasında da devasa destek var ama aynı mantıksal çıkarım bizde de yaygın. Bu nasıl oluyor?
Sayın Putin’i destekleyenleri ‘Rus ayısı’ efendim, Erdoğan seçmenlerini ‘göbeğini kaşıyan adam’ diye ehemmiyetsizleştirmekle oluyor. Bakın, benim arkamda bıraktığımı umduğumu söylediğim ‘aydınlanma’ bir yönüyle de sıradan insanın eşref’i mahlûkat rütbesinin söküldüğü, yeni baştan yaratılması gereken maddesel bir yaratığa indirgendiği süreçtir. Beşeri faaliyetlerin ‘tımarhane’ olarak algıladıkları düzensizlikten çıkıp, ‘insan aklına uygun’ yani tıkır tıkır işleyen mekanize bir dünya düzenine dönüşebileceğini hayal eden aydınlanmışların, ‘kusurlu’ türdeşlerini yeniden yaratmanın peşine düştükleri süreç. 1687’de Newton’un ‘Principia’sı ile başladı, o saat bu saat hız kesmeden devam ediyor.