Dünyanın en prestijli senfonik topluluğu olarak kabul edilen Berlin Filarmoni Orkestrası, kendisi kadar ünlü İngiliz şefi Sir Simon Rattle yönetiminde İstanbul ve İzmir ’de iki konser vermek üzere Türkiye ’ye geldi.
Dün İKSV ’nin 40’ıncı yıl etkinlikleri kapsamında Haliç Kongre Merkezi’nde bir konser veren Berlin Filarmoni, bu akşam da Efes Antik Tiyatro’da olacak. Ülkemizde ilk kez orkestra yöneten Rattle kısa süre önce, dünyaca ünlü opera sanatçısı olan eşi Çek mezzosoprano Magdalena Kozena ile İstanbul’u ziyaret etmişti. Söyleşiden de anlaşılacağı üzere, klasik müzik dünyasında sahip olduğu büyük şöhreti karşısındakine asla hissettirmeyen bu mütevazı ve samimi müzik adamıyla, kaldığı süitin balkonunda, ‘muhteşem’ diye nitelediği boğaz manzarası önünde sohbet ettik.
Maestro, ‘Karajan’ın orkestrası’ Berlin Filarmoni’nin başına geçmenizin üzerinden 10 yıl geçti. 2000’lerin ilk yıllarında Berlin’de hakkınızda yapılan yoğun tartışmalar sona erdi gibi. Berlin sizi nihayet bağrına bastı mı?
Öncelikle, bana lütfen ismimle hitap edin. Adım Simon, maestro haftaya geliyor (Gülüşmeler). Evet, Berlin beni kabullendi ama yine de birlikte çalışması kolay bir orkestradan bahsedemeyiz. Çok canlı, dinamik, açık fikirli ve iddialı kimliklerden oluşan bir kurum Berlin Filarmoni. Şu anda mutlu ve huzurlu bir ortamımız var ama bu huzura daima büyük tartışmalardan sonra varabiliyoruz. Hiçbir zaman, isteklerini anında kabul ettiren rahat bir şef olamadım. Ama bu ekiple çalışmanın zevkini de başka bir şeye değişmem. İnanılmaz meraklı ve tutkulu bir ekip. Diğer birinci sınıf orkestraları yönettiğimde, Berlinli müzisyenlerin bu yakıcı tutkularını hiçbirinde göremiyorum. Başka orkestralardan iyi biliyorum, her birinde öne çıkan birkaç Dustin Hoffmann karakteri olur, birkaç da yardımcı oyuncu. Ama burada çevrem o kadar çok sayıda Dustin Hoffmann’la sarılı ki anlatamam! Tıpkı yıldızlardan kurulu bir futbol takımı gibi!
Berlin Filarmoni’nin şu özgün ‘sound’u hakkında sorum olacak. Orkestranızda çok sayıda yirmili yaşlarında müzisyen olduğunu biliyoruz. Bu, Berlin gibi, geleneğin önemli rol oynadığı bir orkestra için riskli bir durum mudur? Dev şeflerden size miras kalan efsanevi Berlin tınısını genç bir ekiple geleceğe taşıyabilecek misiniz?
Orkestramızdaki gençleşme kaçınılmaz çünkü çok uzun süre görev yapan Karajan ve sonra gelen Abbado’yla birlikte yaşlanan pek çok müzisyen vardı. Bu kişilerin emekli olup yerlerine gençlerin geldiği süreç, son 10 yıllık dönemime denk geldi. Bu zaman içinde farklı uluslara da açıldık. Fora’nın (Baltacıgil) ayrılmasından önce, Türkiye dahil 27 farklı ulustan müzisyene sahiptik. Her orkestranın kendine özgü kimliği vardır. Londra ’nın beş büyük senfoni orkestrasının ürettiği ses birbirinden farklıdır. Berlin Filarmoni asla tanımlayamayacağım bir gizeme sahip. Ne kadar yabancı bir kültürden gelse dahi yeni üyeler buranın tınısına derhal uyum sağlıyor. Ve biliyor musunuz, kimi yabancı müzisyenler Alman meslektaşlarından da daha ‘Alman’ çalabiliyorlar!
Berlin Filarmoni’nin eserleri jilet keskinliğinde ritimlerle icra etmediğinin altını çiziyorsunuz. Bu konuyu biraz açar mısınız?
Berlin Filarmoni’nin kodlarına, şu gökdeleninki (Süzer Plaza’yı gösteriyor) gibi net, keskin konturlarla değil, örneğin Topkapı Sarayı’nınki gibi daha dalgalı, yuvarlak hatlarla çalma alışkanlığı yerleşmiş. Viyana da aynıdır ama onlar dans eder gibi çalar, Berlinliler dans etmez. Berlin’den şöyle (parmağını gürültülü şaklatıyor) jilet gibi keskin yorumlar alamazsınız. Çünkü Anglosakson orkestraları ritim sayar, Berlin Filarmoni’dekiler ritmi sayarak değil de onu benliklerinde hissetmeyi tercih ederler. O yüzden mesela toplu pizzicato (telleri parmakla çekmek) yapmakta güçlük çekerler. Ama ne yapalım, o muhteşem Berlin ‘sound’unu yakalamak için de kimi şeylerden feragat etmek gerekiyor.
İstanbul ve İzmir konserlerinde, çellist ağabeyi Efe (Baltacıgil) ile solist olarak sahneye çıkacak olan kontrbasçı üyeniz Fora Baltacıgil yuvadan uçup New York Filarmoni Orkestrası’na gidiyor. Neler hissediyorsunuz?
Aralarında ilk tanıdığım Efe oldu. Philadelphia Orkestrası’nda olduğu dönemde onunla çok çalıştım. Daha o zamanlar, oranın birinci kontrbasçısı bana, “Kardeşi Fora’yı da mutlaka dinlemelisin” diyordu. Sonradan tanıma şansına eriştiğim Fora gerçekten büyük bir müzisyen ve harika bir kişilik; keşke onunla daha fazla çalışabilseydim. Berlin’in kontrbas grubu çok genç müzisyenlerden oluşuyor ve Fora’nın bu grubun başına geçmesi için normal şartlarda en az 20 yıl kadar beklemesi gerekiyordu. O yüzden, New York Filarmoni’nin birinci kontrbasçısı olma fırsatını kaçırmak istemeyişini doğal karşılıyorum. ‘Dünyanın en büyük Türk şehirlerinden biri’ olan Berlin’de orkestramın ilk ve tek Türk üyesini New York’a kaptırdığım için üzgünüm; çok kıymetli bir cevher kazandılar.
Berlinli Türklere yönelik özel çalışmalarınız nasıl gidiyor?
Orkestra olarak Türklere hitap eden özel seriler yaptığımızda şunu gözlemledik: Berlin’deki Türkler, sadece Türk müziği çalındığında ilgi gösterip geliyor. Orkestramızın üyeleri Türk müzisyenlerle çaldılar, ritimler ve akort sistemleri konusunda ben de bu arada çok şey öğrendim. Ama Türkler genel izleyici kitlemizin içine henüz girmiş sayılmazlar.
Başarıyla uyguladığınız ‘Dijital Konser Salonu’na Türkiye’den de ilgi var mı?
‘Dijital Konser Salonu’nun Türkiye sınırları içinde 13 bin farklı izleyicisi olduğunu söylesem ne düşünürsünüz? Bu rakam, bence Türkiye’nin bu alandaki büyük potansiyelinin de işareti. Biz de ailece Türklerle içli dışlıyız zira en büyük oğlum Sacha’nın kız arkadaşı Zeynep bir Türk ve bu röportajdan sonra Zeynep’in ailesiyle yemek yiyeceğiz!
Bu, sizi yakında çağdaş Türk müziği yönetirken de izleyebileceğiz demek anlamına geliyor mu? Tanıdığınız bestecimiz var mı?
Tanrım, umarım bu soru sınavda çıkmaz diyordum çünkü bu alandaki bilgim çok sınırlı ama bu tamamen benim cahilliğim. Çağdaş Türk müziğini yakından tanımak için bir şans yakalamalıyım. Örneğin bana şimdiye kadar yazılmış en güzel çağdaş müziklerinizi göndermekle işe başlayabilirsiniz. Meraklıyımdır, inceler, kararımı veririm.
Londra Olimpiyatları’nın açılış töreninde, yönetiminizdeki Londra Senfoni Orkestrası Mr. Bean’e eşlik etti. Nasıl bir deneyimdi?
Olimpiyat oyunları tarihinde belki de ilk kez bir açılış töreninde komedi unsuruna yer verilecekti ve son dakikaya kadar gizli tutulduğu için de nasıl bir tepki alacağımızı kestiremiyorduk. “Şef Sir Simon Rattle Londra Senfoni Orkestrası’nı yönetiyor” anonsu yapıldığında, pek de coşkulu sayılmayacak saygılı alkışlar yükseldi stadyumdan. Ama ne zaman ki kameralar Rowan Atkinson’a odaklandı işte o anda 80 bin kişiden yükselen uğultu inanılmazdı. Bu çok akıllı, profesyonel ve aynı zamanda çok da çekingen büyük komedyenle çalışmak, unutulmaz bir deneyimdi. Bu arada, Olimpiyatlardaki organizasyonun tüm İngiliz halkını gururlandırdığını ama gururdan belki daha önemlisi, onları fevkalade mutlu kıldığını söylemeliyim.
İstanbul klasik müzik camiası, siz ve eşiniz Magdalena Kozena’nın kısa bir süre önce İstanbul’da gözlerden uzak birkaç gün geçirdiği haberiyle çalkalanmıştı. Memnun kaldınız mı seyahatinizden?
İkimiz de daha önce İstanbul’u görmemiştik ve gidenlerin anlattıklarıyla merakımız kamçılanmıştı. Geldiğimize elbette değdi ve neden bu kadar gecikmişiz diye de kendimize kızdık. Beş muhteşem günden çok keyif aldık, nerdeyse tüm taksi şoförlerinin bizi mümkün olan en uzun yollardan götürme çabalarını saymazsak. (Ellerimle yüzümü kapadığımı görünce) Üzülmeyin, Magdalena “Aynısı Prag’a giden turistlerin de başına geliyor” dedi!
Almancanızın Susam Sokağı seviyesinde olduğunu söylemişsiniz. Hâlâ aynı durumda mı?
Konuşmam hâlâ berbat ama konuşulanı anlayabiliyorum. Örneğin, orkestraya yeni birileri geldiğinde, eskilerin Almanca olarak söylemeye çalıştığım bir cümleyi, “Biz de anlamadık ama sanırız şunu söylemek istiyor çünkü bu tip durumlarda daima böyle söyler” şeklinde çevirdiklerini anlayabiliyorum!
‘Oğlum Mesut Özil hayranı’
Almanya ’da futbol oynayan Türk oyuncu Mesut Özil’e hayran olan yedi yaşındaki büyük oğlunuz Jonas mıydı? Siz de sanırım Liverpool taraftarısınız…
Hayran olmak da ne kelime, oğlum bir süre “Ben Mesut Özil’im” diyerek dolaştı! Şu aralar ise Mario Gomez’le yatıp kalkıyor, golcülüğünden dolayı sanırım etkiliyor onu. Ama tutkuyla bağlandığı ilk futbolcu Özil’di. Liverpool doğumlu biri olarak bana “Liverpool taraftarı mısınız” diye sorulması, herhalde “Papa Katolik midir” diye sormaya benzer! Ama ben Alman futbolunu oğlum kadar yakından takip etmiyorum. Almanların disiplinli oyunlarını takdir ediyorum ama ben sanırım içinde biraz daha fanteziye yer olan futbol ekollerini seviyorum.
Radikal