Engin Dinç’in röportajı
Neşet Ertaş, ülkemizin en önemli halk müziği ustalarından, Türkmen-Abdal geleneğinin yakın geçmişteki en önemli ozanlarından biriydi. Babası Muharrem Ertaş gibi büyük bir ozanın yanında yetişmiş, bununla beraber öğrendiklerinin üzerine kendi hayatından süzdüğü birikimlerine de katarak erişilmesi güç bir noktaya varmıştı. Yüzlerce yıllık bir birikimin adeta somutlaşmış halini almış büyük bir ustaydı. Bugün onun eseri olan onlarca türkü, Türk Halk Müziği sanatçılarınca hemen her ortamda söyleniyor. Bu anlamda Muharrem Ertaş, Çekiç Ali, Hacı Taşan gibi içinden geldiği geleneğin büyük ustalarının mirası bugünkü halk müziğinin temelini oluşturuyor. Medyada çok yer bulamasa da Neşet Ertaş’ın içinden geldiği ozanlık geleneği bir şekilde devam ediyor.
Kapı Yayınlarından çıkmış “Neşet Ertaş Kitabı” isimli bir kitabı bulunan, aynı zamanda Ülke TV’de “Salkım Söğüt” isimli programı sunan, Neşet Ertaş’ın yakın dostlarından değerli sanatçı büyüğümüz Bayram Bilge Tokel, halk müziğinin bu çok değerli ozanını on5yirmi5.com’a anlattı.
NEŞET ERTAŞ BİR BİLGE OZANDI
Öncelikle Neşet Ertaş’ın hayatını bizim için özetler misiniz? Hayatında ne gibi önemli anlar, kırılma anları olmuştur?
Neşet Ertaş bu dünyaya sazıyla türkü çığırmak için gelmiş ve hayatı, bu yüce hizmeti en iyi şekilde yapmak için karşılaştığı acılar, sıkıntılar, dertler, ayrılıklar, gurbetler, aşklar ve kahırlardır. Onun hayatı türküleri, türküleri de hayatının ta kendisidir. Neşet Ertaş’ın türkülerini özetlemek ne kadar zor, hatta imkansız ise hayatını özetlemek de o kadar zor ve imkansızdır.
Neşet Ertaş’ın babası Muharrem Ertaş da çok büyük bir halk müziği sanatçısı. Neşet Ertaş’ın babasıyla ilişkileri nasıl? Ondan neler öğreniyor?
Muharrem Usta ve benzeri insanlar için “halk müziği sanatçısı” demek eksik, yetersiz ve hatta yanlış bir ifade biçimi. Mesela Aşık Veysel için de bu böyledir. Bu insanlar müziğin hasını, özünü, ruhunu, aslını temsil ederler. Bunların sanatçı olmak, hele hele, modern zamanlara has ve resmi bir ifade biçimi olan “halk müziği sanatçısı” olmak gibi bir düşünceleri, amaçları hiç olmamıştır, olamaz da. Onlar bu anlamda ‘sanat’ da yapmamışlardır ve dolayısıyla sanatçı da değillerdir. Daha farklı ve daha üst bir kategoriye koymak gerekir kendilerini ve yaptıkları işi. Onlarınki “bilge ozanlık”tır bir bakıma, bunun tarihimizde örnekleri çoktur. En şah örneği Yunus’tur. Muharrem Usta ve benzeri isimler bu kadim geleneğin çağımızdaki temsilcileridir. Onlar gönül gözleri sonuna kadar açık, irfan sahibi, arif insanlardır. Sanatçı tabiri,-hele tedavüldeki kullanımıyla- onlar için çok hafif kalır. Böylesi ozanlar, bizim halk müziği sanatçısı dediğimiz formata sığmazlar; asıl halk müziği ve bunun sanatçılığı bunlara göre yeniden formatlanmalı ve bu isimlere göre hizaya girmeli bence…
NEŞET ERTAŞ YAPTIĞI İŞE “GÖNÜL HIZMATI” DERDİ
Neşet Ertaş, abdal geleneğinden geliyor ve bozlak söylüyor. Abdal geleneği hakkında ve bozlak türü eserler hakkında bilgi verir misiniz? Bu anlamda Alevilik, Bektaşilik veya Kalendirilik’in abdallık geleneği içindeki yeri nedir?
Abdal geleneği ve bozlak türü hakkında, hem Bozkırın Tezenesi belgeselinde, hem “Neşet Ertaş Kitabı” adlı kitabımda bildiklerimi ifadeye çalıştım; daha ilerisi ve fazlasını yeni bir kitap çalışmasıyla ele almayı düşünüyorum. Şimdilik şu kadarını söyleyeyim ki, bu konuyla ilgili ortalıkta dolaşan görüş ve yazılar oldukça sığ ve sıradan. Abdallık ve Bozlak ilişkisi söz konusu olduğunda üzerinde yoğunlaşmamız gereken isim Neşet Ertaş’tan ziyade babası Muharrem Ertaş Usta’dır. Bozlağın otantik ve orijinal sazı ve avazı odur. Alevilik, Bektaşilik ve Kalenderiliğin Abdallık geleneği ile ilgisi ve ilişkisi hakkında ünlü tarihçimiz Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak Hoca’nın yazdıklarını iyi okumalıyız. Bu konuda söz söylemeye yetkili yegane isim Ocak Hoca’dır.
Neşet Ertaş, yetiştiği döneminde tıpkı babası ve diğer abdalların yaptığı gibi düğünlerde ve benzeri mekanlarda çalıp söylüyor. Bu şekilde çalışarak hayatını kazanmasının onun üzerindeki etkileri nelerdir?
Düğün çalmak, özellikle bizim Orta Anadolu’da abdalların geçmişten devraldıkları binlerce yıllık ata mesleğidir ve aynı zamanda ekmek teknesi, geçim kapısıdır. Ellerinden başka bir iş de gelmez çoğunun, gelmesi de gerekmez. Çünkü doğuştan müzik yeteneği ile donanmış olarak doğan bu insanların, bu yönlerini ifade edecekleri, ortaya koyacakları yegane ortamlar, mekanlar köy düğünleridir. Yalınız şu nokta çok önemli: Bu iş, yani düğün çalgıcılığı Muharrem Ertaş ve Neşet Ertaş için sıradan bir çalgıcılık çengicilik işi değil, “gönül hızmatı”dır. Yani insanların gönüllerine, o en yüce değere hizmettir. Gönül, bizim kültürümüzde ve geleneğimizde Allah’ın evidir ve insanın kâbesidir. Onun için Yunus, “Bir kez gönül yıktın ise/O kıldığın namaz değil” demiştir. Neşet Usta, “Gönül bilmeyenler çoktur/Bilmeyende gönül yoktur/Bilmiş ol ki gönül Hak’tır/Kırdıyısan girme gardaş” derken aynı şeyi ifade eder. Neşet Ertaş’ın yaptığı işi, yani sanatını “gönül hızmatı” olarak nitelendirdiğinin ifadesi, konserlerinde, halk huzuruna çıktığı her ortamda söylediği şu tek cümlesidir: “Ayaklarınızın turabı, gönüllerinizin hızmatçısıyım efendim…” Evet, en ulvi ve yüce hizmetçilik gönül hizmeti olsa gerek.
TRT’NİN SINIRLARI NEŞET USTA’YA DAR GELDİ
Neşet Ertaş, 14 yaşında TRT radyolarında eserlerini sunma imkanı buluyor. Bugün için düşünürsek, 14 yaşında TRT’nin kapılarının kendisine açılması büyük bir başarı değil mi?
Öyle denebilir ama O bunu zaten hak ediyor, yani hak yerini buluyor bir anlamda. Çünkü o yaşta o kadar başarılı bir saz ve ses icrası ender görülen şeylerdendir. Merhum Sarısözen Hoca’nın ferasetidir bu biraz da. Neşet Usta, Keskinli Hacı Taşan’ın radyodan sesini duyunca kendine bir cesaret gelir ve “Hacı Emmim radyoevine çıktığına göre belki beni de çıkarırlar” diyerek radyonun kapısına dayanır. İlk canlı radyo stüdyosundaki performansının hikayesi hayli ilginçtir. Bunu da kitapta uzun uzun konuştuk. Fakat radyo macerası pek uzun sürmez, çünkü ayda dört türküden oluşan on beş dakikalık program Neşet Usta’yı doyurmaz. O saatler, geceler, hatta günlerce çalıp söylemeli ki ancak gönlünü doyursun. Asıl TRT’den Ustayı soğutan, TRT’nin katı kuralcı tutumu. Sazınızın perdeleri, akordu, hatta çalma, söyleme üslubunuz bile resmi standartlara uymalı ya da en azından sınırı fazla zorlamamalı… En önemlisi de, türküler mutlaka anonim olmalı, beste kesinlikle yasak! Neşet Ertaş’ta ise bunların hepsi hem de bol miktarda var. Sazı standart dışı, tel düzeni, perde sistemi, çalma şekli, tezene vuruşu, okuyuşu velhasıl her şeyi farklı ve sıra dışı. Kendisi de sıra dışı bir insan. Yaptığı işe çok saygılı, yaptıklarının bilincinde ve sazına, sesine, türkülerine yüreğini eritip sıvıyor. Yürekten geldiği için de insanların yüreğine gidiyor. Bunlar devlet çatısı altında maaşlı sanatçılık yapanların pek hoşlanacağı şeyler değil. Oysa o da herkes gibi çalıp söylese sorun yok aslında. Hele kendi bestelerini okuması yok mu, üstelik bu besteler öyle sıra dışı ve üst seviyede eserler ki, TRT’nin anonimlik kıstaslarını alt üst ediyor. Böyle olunca radyo sınırları Usta’ya elbette dar gelecekti.
Neşet Ertaş uzun süre Almanya’da yaşamış bir isim. Almanya’daki çalışmaları onun yaptığı işlere nasıl etki etmiştir?
Çok fazla bir etkisi olmamıştır. Çünkü o nerde yaşarsa yaşasın, hayatının tek bir gayesi vardır: Saz çalıp türkü söylemek. Bu ihtiyacını, ekmek parasını kazanmakla da birleştirerek Kırşehirli, Yozgatlı, Niğdeli hemşehrilerinin düğünlerinde karşılamıştır. Yani o Almanya’da da düğün çalmıştır yıllarca. Yirmi beş yıl Almanya’da kaldı, fakat yirmi beş tane bile Almanca kelimeyi zor bilirdi. Buna ihtiyacı da yoktu. Yalnız o yıllarında gurbet, ayrılık, hasret ve daussıla duygusunu daha bir yoğun yaşadığını ve bunun o yıllarda bestelediği türkülerine doğrudan yansıdığını söyleyebiliriz. Başta Ağla Sazım adlı türküsü olmak üzere:
Bu ayrılık sana da mı kar etti
Ağla sazım ağlanacak zamandır
Bu ayrılık her günümü zar etti
Ağla sazım ağlanacak zamandır.
Neşet Ertaş, çok fazla eser vermesine karşın, okula gitmemesi ve okuma yazma bilmemesinden dolayı “cahil” olarak da nitelenen bir isim. Neşet Ertaş, bugün algılanan anlamda gerçekten cahil miydi, yoksa onun bilgisi başka türlü bir bilgi olarak kabul edilebilir mi?
Neşet Ertaş ve benzeri isimlere “cahil" demek, gerçek cahilliğin ve cehaletin zirve noktasıdır. Hani Necip Fazıl’ın bir sözü var ya, “Cehaletin bu kadarı ancak tahsille mümkün olabilir” diye, onun gibi bir şey. Evet, Neşet Usta okuma yazmayı askerde öğrenmiş, hemen hiç kitap okumamış, yazılı kültür anlamında hemen hiçbir şey bilmeyen birisi idi. Nota, usül, makam filan da bilmezdi. Eğer bu cahillik ise evet bu anlamda cahildi, hem de sonuna kadar. Aslına bakarsanız, bizim şiir, sanat, müzik, inanç geleneğimizin tüm büyükleri bu anlamda ‘cahil’dirler. Yani, arif oldukları için cahildirler. Kültür değil, irfan sahibi oldukları için cahildirler. Adam oldukları, insan oldukları, kul oldukları, yaratılmış olmanın bilinciyle Yaratan’ı bildikleri için cahildirler. Şurası daha da önemli: Neşet Ertaş’ın bilgisi, ona cahil diyenlerin akıllarının alamayacağı, idraklerinin kavrayamayacağı türden bir bilgi olduğu için bir bakıma da bunu normal karşılamak gerekir. ‘Kesbî’ olanla ‘vehbî’ olan arasındaki farktan haberdar olmayanlara bunu anlatmak da zordur ama sorduğunuz için ifade etmek durumunda kaldım yine de… Ayrıca Neşet Ertaş’ın nota, makam, usül vb. müzik nazariyatı bilgisine hiç ihtiyacı yoktu, asıl müzik nazariyatımızın Neşet Ertaş’a ihtiyacı var. Neşet Ertaş müziği bilmek zorunda değil, ama müzik Neşet Ertaş’ı bilmek, anlamak ve kavramak zorunda. Nota, usül ve makam da Neşet Ertaş’ı bilmeye mecbur. Yoksa işte bugün olduğu gibi, eksik, yarım, hatalı ve bir ayağı topal olur. Müzik nazariyatımızın en büyük eksikliği ve yanlışlığı Aşık Veysel’den, Muharrem Ertaş’tan, Neşet Ertaş’tan, Hacı Taşan’dan, Aşık Şenlik’ten, Ruhsati’den, Davut Sulari’den, Kazancı Bedih’ten, Hisarlı Ahmet’ten haberdar olmamasıdır.
Neşet Ertaş, kaç eser yapmıştır? Kaç adet plak veya kaseti çıkmıştır? Bunlardan en bilinenleri hangi eserleri ve kasetleridir? Neşet Ertaş, bozlak dışında ne tür eserler vermiştir?
Kaç eseri olduğunu, kaç plak, kaset çıkardığını kendisi de bilmezdi, merak de etmezdi. Bunları hiç önemsemezdi. “Halk kaç türkümü biliyor, seviyorsa o kadar türküm var” derdi. Bu onun, yukarıda söylediğim anlamda bir ‘sanatçı’, ‘halk müziği sanatçısı’ olmamasından kaynaklanan bir durumdur. Çünkü o sanat yapmazdı ki yaptığı sanatın niceliği, kemmi yönü ile ilgilensin… Biz hayatımız boyunca kaç öğün yemek yediğimizin, kaç bardak su içtiğimizin, ne kadar nefes aldığımızın çetelesini tutuyor muyuz, yoo, O’nun için eser bestelemek, havalandırmak, şiir yazmak ve çalıp çığırmak bu kadar ve böylesine doğal, spontan bir şeydi… Neşet Ertaş bozlak dışında başta oyun havaları, halay türküleri ve deyişler olmak üzere divan, uzun hava ve maya da söylemiştir. Demek ki, bozlak ayrı, uzun hava ayrı, maya ayrı. Her uzun hava bozlak değil çünkü. O “Zahidem” için maya derdi mesela.
NEŞET ERTAŞ’A “GARİP” MAHLASINI BABASI MUHARREM ERTAŞ VERDİ
Neşet Ertaş hem eser besteleyen hem de söz yazan bir sanatçı. Onun besteleri ve sözleri yine içinden geldiği geleneğe dayanıyor. Peki Neşet Ertaş’ın yaptığı bestelerin ve yazdığı sözlerin bir geleneğe dayansa bile kendine has bir tarzı yansıttığı söylenebilir mi? Bir de yazdığı sözlerde kendi adını kullanmaması gibi bir özelliği var? Daha çok “Garip” olarak kendini ifade ediyor. Bunun sebebi nedir?
Elbette çok köklü ve kadim bir geleneğe dayanıyor ama hiçbir zaman geleneğin bire bir aynısı değil, kopyası hiç değil. Bir geleneğin gerçek anlamda devamı, o geleneğin özüne, aslına bağlı kalarak yenilenmesi ile mümkündür zaten. Geleneği aynen tekrar etmek, geleneği devam ettirmez, öldürür. Bizim “Türk Sanat Müziği” dediğimiz türün son elli yılda yaşadığı tıkanmanın ve seviyesizliğin kaynağı da budur. Neşet Ertaş, o binlerce yıllık geleneği, kendisi başlı başına bir ekol olacak derecede yenilemiş ve geleneği günümüze taşımıştır. Türkülerinin sözleri, halk şiiri geleneğimizin rafine numuneleridir. Sazındaki, sesindeki, icra yorum ve üslubundaki olağanüstü güzelliğin ve büyünün tesirinden biraz uzaklaşıp, türkülerinin sözlerindeki derinliğe, anlam katmanlarına, felsefi seviyeye baktığımızda bunu görebiliriz. Şiirlerinde “Garip” mahlasını kullandığını ilk tespit eden ve yazan kişi olarak, bir gün kendisine sordum, “niye Garip?” diye. Bu mahlası kendisine babasının verdiğini söyleyerek şunları ilave etti: “Babam rahmetli, bize Garipler derler, gönül de gariptir oğlum, garip de kendine” demiş. Adını söylemek, onun için edebe aykırı bir durum. Kendini önemsemek, nefsini öne çıkarmak, kibirlenmek, böbürlenmek gibi bir şey de ondan.
Neşet Ertaş’ın kendine has sazlar yaptırdığını ve yine diğer pek çok sanatçıdan farklı bir tarz da bağlama kullandığını biliyoruz. Neşet Ertaş nasıl bağlama çalardı?
O’nun bağlaması divandan biraz küçük, tanbura dediğimiz orta boy bağlamadan büyük, ama asıl önemlisi perde sayısı yönünden herkesin bağlamasından farklı bir bağlama idi. O kadar üst seviyede bir müzik duygusuna, müzikalite kulağına ve müzik zevkine sahip biriydi ki, mevcut perdeler yeterli gelmiyordu. Yüreğinde duyduğu, gönlünden geçirdiği, ruhunun ve gönlünün derinliklerinde hissettiği lirizmi, duygu yoğunluğunu, müzikaliteyi ifade için ek seslere ve ek perdelere ihtiyaç duyuyordu. Bundan dolayı bağlamasının perde sayısı fazla idi. Teknik detaya girmeden bu konuyu izah zor olduğu için bu kadarla yetiniyorum.
MUHARREM ERTAŞ, ÇEKİÇ ALİ VE HACI TAŞAN’IN ÖZELLİKLERİ NEŞET ERTAŞ’TA TOPLANMIŞTI
Neşet Ertaş’ın çağdaşı Hacı Taşan ve Çekiç Ali’den farkları nelerdir? Ayrıca sizin kitabınızda da sık sık sorduğunuz soruyu ben size sormak isterim. Hacı Taşan, Çekiç Ali ve Muharrem Ertaş’la karşılaştırırsanız Neşet Ertaş mı daha iyi bir sanatçıdır, yoksa diğer üç isimden biri mi?
Böyle bir mukayeseyi çok doğru bulmam. Çünkü bu üç isim de kendine has tadı, lezzeti, farklılıkları ve güzellikleri bulunan üç usta isim. Her üçünün de beslendiği asıl kaynak Muharrem Ertaş elbette, yani Usta’nın babası. Neşet Ertaş, Muharrem Ertaş’ta zirveye ulaşan bozlak icracılığının en temel özelliklerini babasından almıştır. Çekiç Ali’yi ve özellikle Hacı Taşan’ı da çok sever ve takdir ederdi fakat kendisinin onlardan farklılığını, – ki buna hiçbir zaman ‘üstünlük’ demezdi- bilirdi. O bir bakıma, her üç ismin de esrarlı ve sihirli bir bileşkesi idi diyebilirim. Ya da şöyle söyleyeyim: Her üçünün de sanatında mevcut olan farklı ton ve dozlardaki güzellikleri Neşet Ertaş kendisinde toplamıştı. Neşet Ertaş’la Türkmen/Abdal müzik geleneği en güçlü ve en rafine temsilcisine kavuştu. Bu konuya bir bakış açısı getirmesi bakımından, ilk defa üstattan duyup bir yazımda naklettiğim, fakat daha sonra gerçek anlamda anonimleşerek bir sürü versiyonu türeyen ve tam bir ‘fıkra’ haline gelen yaşanmış bir anekdotu kısaca nakledeyim: Kırşehir’de trafik polisleri, bir gece, eski püskü külüstür bir Murat otomobilin içine doluşmuş düğün çalmaktan dönen bizimkileri yolda durdurmuşlar. Hem araçlarının durumu, hem kendileri –çünkü alkollüler- tam cezalık. Polisler vaziyeti hemen anlamışlar, ceza kesmeye de vicdanları el vermiyor, sureta vazifelerini yapıyor görünmek adına işi şakaya vurup, “Size bir soru soracağız, bilirseniz ceza kesmeyeceğiz, ama bilemezseniz işiniz zor” demişler: “İstiklal Marşını kim yazdı?” Soru onlar için hayli zor, kendi aralarında sesli istişare ediyorlar: “Muharrem (Ertaş) Usta desek o okuma yazma bilmezdi, Hacı (Taşan) Emmi desek, o böyle işlerle uğraşmazdı, Çekiç Ali desek bu işlerden hiç anlamazdı. Bunu yazsa yazsa gene Neşet Ağam yazar…”
Neşet Ertaş, hayattayken Muzaffer Sarısözen’den Zeki Müren’e, Orhan Gencebay’dan Arif Sağ’a kadar pek çok ünlü isimle tanışma ve çalışma fırsatı bulmuş bir isim. Bu isimlerle olan mesaisi Neşet Ertaş’ın çalışmalarını nasıl etkilemiştir?
Saydığınız isimlerle, kasdettiğiniz anlamda bir teşrik-i mesaisi hiç olmamıştır. Ama özellikle ilk üç isme karşı, farklı yönleri ile ilgili sempatileri ve takdirkar duyguları vardı. Sarısözen için, “halkı ve halk müziğini gerçekten bilen, seven bir hocaydı” derdi. Sarısözen merhum, Ankara Devlet Konservatuarındaki odasında kendisinden ilk derlemeyi yapan kişi. Yurttan Sesler’in canlı yayınında Neşet Usta’yı ilk defa Türkiye’ye duyuran da O. Zeki Müren’in kendisine, “Neşet Abi” dediğini ve kendisini dinlemekten büyük zevk aldığını, birkaç kez oturduklarını anlatırdı. Orhan Gencebay ve Arif Sağ, Neşet Ertaş Usta’nın yanında saz çalmaktan ziyade O’nu dinlemeyi daha çok seven ve tercih eden isimler. Orhan Gencebay’ın Usta’ya duyduğu sevgi ve saygıya şahit oldum, dostlukları sessiz ve derinden akan bir su gibiydi.
Türkü, bozlak vb. formlarda olan halk müziği eserlerini genel olarak bugün batı müziği veya diğer popüler müzik dallarıyla karşılaştırırsak aradaki farklar nelerdir? Neşet Ertaş, yaşadığı yerler ve dönemler itibariyle bu farklılıklara aşina biri olarak, bu müzik tarzlarına nasıl yaklaşmıştır? Onlardan etkilenmiş midir?
Öyle şeyler soruyorsunuz ki, her bir soru üzerine en az birkaç makale, hatta bir kitap yazmak gerekir. Müzikte farklı tür ve formları birbiriyle mukayese pek doğru bir şey olmasa gerek. Batı Müziği zaten ayrı bir dünyanın, çok farklı bir toplum ve kültürün müziği. Kendi disiplin ve kuralları içinde değerlendirmek gerekir. Popüler müziğe gelince. E adı üstünde, popüler; günübirlik üretilen, tüketilen, müzik ve sanat dışı pek çok unsuru da içinde barındıran, tüketim toplumlarının ve metropol kültürünün ifade biçimi olan, güncel ve moda zevklerin şekillendirdiği her tür müzik. Neşet Ertaş, her tarz ve türdeki müziğin bir ihtiyacı karşıladığını, bundan doğduğunu ve müşterisi olduğunu teslim ederek ‘sınırlı saygı’ duyardı. İçinde yaşanılan anın, zamanın insan hayatı ve zevki üzerindeki etkisini bildiği için herkesin Neşet Ertaş türküleri dinlemesini ne bekler, ne de isterdi. Popüler müziklerin kalıcı olmayacağını bildiği için fazla ciddiye almaz ama onu yapanları ve dinleyenleri anlayışla karşılardı.
TÜRKÜLERİNİN SÖZLERİNİ DEĞİŞTİRENLERE KIZARDI
Neşet Ertaş, kendi eserlerinin orijinal haliyle okunması ve bu halinin korunması konusunda çok ısrarcıydı. Bugün Neşet Ertaş’ın eserlerinde değişiklikler yaparak okumasına yönelik olarak sizin değerlendirmeleriniz nelerdir?
“Bir türkü kötü okunursa o türkünün ömrü kısalır, iyi okunursa ömrü uzar” derdi. Kendi türkülerini okuyanların bilerek ya da bilmeyerek yaptıkları söz ve müzik değişikliklerine haklı olarak kızardı. “Ben bilmiyorum sanki öyle demeyi, sanki ben beceremiyorum orasını öyle okumayı, çalmayı.” derdi. Bir adım sonra da, “Benim söylediğimi kendine benzeterek çalıp okuyacağına, gücün yetiyorsa kendin yap da kendi türkünü nasıl istersen öyle çal söyle kardeşim” derdi. Bu konudan çok muzdaripti ve saatlerce konuştuğumuz olurdu. Sabah akşam türkülerini söylediği halde, Neşet Ertaş adını ağzına almak istemeyenlere çok kızardı. En çok da türkülerinin sözlerini değiştirenlere. Bu konuda en yaralı olduğu türküsü, sevgi üzerine söylediği “Sevgidir Sevgi” adlı eserinin, adından başlayarak “Sevgi Mengisi” ismiyle ve sözlerinin değiştirilerek okunması idi. Hastalığının ağırlaştığı günlerdeki görüşmelerimizde bile birkaç kere bunu dile getirdi. “Bayram Gardaş ben söyleyeyim de lütfen bir kere daha yaz, türkünün aslı bu, bunun dışında bir tek kelimeyi bile kabul edemem” diyerek sözlerini bana yeniden yazdırdı. Bu konulardaki hassasiyetinde sonuna kadar haklıydı. Çünkü üstad, her sözü, her kelimeyi öyle bir incelikle ve ustalıkla kullanırdı ki, tesadüfen söylenmiş bir söz, bir kelime bulamazsanız onun şiirlerinde. Neyi, niçin nasıl söylediğinin son derece bilincindeydi.
NEŞET ERTAŞ “SON BÜYÜK ABDAL”DI
Neşet Ertaş’ın içinden geldiği abdallık geleneği, bu usta sanatçının ölümüyle son temsilcisini de kaybetti yorumlarına katılıyor musunuz?
Neşet Ertaş “Son Abdal” değil, “Son Büyük Abdal” idi bana göre. Bu gelenek öyle velut bir damar ki, yenileri adeta kum gibi kaynıyor. Kendisi, “Bizimkiler karınca gibi çoğalırlar, ama kendi kabuklarını bir türlü kıramazlar, utanır, sıkılırlar. Ellerinden tutan olmazsa oldukları yerde kalırlar” derdi. Ve bu konuda benden beklentilerini beni mahcup eden bir incelik, nezaket ve iltifat cümleleri ile ifade ederek, “Bunları ancak senden rica edebilirim Bayram Gardaş, senden başka bizim gara suratlıların yüzüne bakan yok” derdi. “Ben de az biraz gara suratlıyım da ondan abi, eğer ‘beyaz’ olsaydım, ben de bakmazdım” derdim, gülüşürdük.
Türkiye’de özellikle konservatuarlarda halk müziğine yeterince ilgi gösteriliyor mu? Mesela Neşet Ertaş’ın veya diğer ozanlara konservatuarlarda yeteri kadar değer veriliyor mu? Bir de hala hayatta olan halk müziği sanatçılarından konservatuarlarda faydalanma imkanı oluyor mu?
Olması gereken seviye ve ölçülerde olduğunu sanmıyorum. Fakat son yıllarda bu konuda çok güzel bir gelişme oldu, İTÜ, üstada büyük bir kadirşinaslık ve hak teslimi örneği sergileyerek “Fahri Doktor” ünvanı verdi. Değerli sanatçı dostum Erol Parlak’ın İTÜ Devlet Konservatuarına intisabı ve idari görevi, bu alanda gelecekte daha başka güzel şeylerin de yapılacağına dair ümitvar olmamızı telkin ediyor.
Türkiye’de Neşet Ertaş’ın kim olduğunu bilmeyen pop sanatçıları olduğu medyaya yansımıştı. Bu kadar büyük bir değerin, profesyonel olarak müzikle uğraşan yeni kuşaklar tarafından bilinmemesini neye bağlıyorsunuz?
Kastettiğiniz olayı ilk duyduğunda beraberdik, bir gazeteci sordu, “… adlı sanatçı sizi tanımadığını söylüyor, ne diyorsunuz?” diye. Büyük bir olgunluk içine ustaca gizlediği ironiyi hissettirmeden, “E bilmeyebilir, herkesin beni bilmesi mecbur değil ki, ben gara suratlı bir Garibim, onlar her şeyi bilirler, varsın beni de bilmesinler…” demişti, gözlerini kısarak o kendine has gülümseyişi ile. Benim bu konuyla ilgili görüşüm tek cümleyle şöyle: Türkiye’de müzikle uğraşıp da Neşet Ertaş adını duymayan, onu tanımayan birileri varsa, bunları türünün son örneği olarak koruma altına alıp müzeye koymak gerek. Çünkü onlar bu özellikleri ile gerçek manada ‘biricik’ olduklarının bilincinde olmayabilirler.
DEVLET GÖLGE ETMESİN YETER
Türk Halk müziğinde ozanlık geleneği sürüyor mu? Eğer sürdüğünü düşünüyorsanız bu alanda öne çıkan isimler ve eserleri hakkında bilgi verir misiniz? Bu anlamda ozanlık kültürünün sürmesi için yapılması gereken şeyler var mı? Yoksa ozanlık kültürü son bulmuş ve artık halk kendini başka türlü mü ifade etmektedir?
Ozanlık geleneği elbette sürüyor ve sürmeye de devam edecek; ama elbette değişerek. Neşet Ertaş’a benzer pek çok isim bugün de var, belki azalarak da olsa gelecekte de olacak ama bunların hiç biri bir Neşet Ertaş olmayacak, olamayacak. Alevi-Bektaşi geleneğinde daha yoğun olarak süren bu gelenek artık iç bir zaman bir Aşık Veysel çıkaramayacak. Hatta bir Mahsuni Şerif bile olmayacak belki. Çünkü bu ve benzeri isimler, kerametleri kendilerinden menkul Hüda-yi Nabit isimler değil, çeşitli şartların ve durumların ortaya çıkardığı, pek çok şeyin bir araya gelmesi ile vücut bulan değerler. Veysel’in, yedi yaşında gözlerini kaybetmesiyle başlayan dramını yaşamayı kolay kolay kim göze alabilir? Neşet Ertaş’ın, bir lokma ekmek için çocuk yaşta kapı kapı “deşirme”ye çıkmasıyla başlayan yoksulluk acısıyla, ölünceye kadar kanadığını yakından bildiğim gönül yarasının acısına tahammül etmek kolay mı? Haydi bunları göze alan çıktı diyelim, bunların hiç birinin Muharrem Ertaş gibi bir babası olmayacak. Daha da önemlisi, bu tür gerçek ustaların suyunu içtikleri, gıdalarını aldıkları irfan pınarları her gün biraz daha kuruyor, bu da bir gerçek. Fakat her şeye rağmen bu gelenek biraz değişerek, biraz başkalaşarak, ama halkın ve Hakkın sesini yükseltmeyi misyon edinerek bir şekilde sürecek bence. Zaten bu gelenek binlerce yıldır devrin, şartların ve zamanın değişmesine paralel olarak şekillenen toplumsal ve kültürel değişmeyi sindirerek devam etmiş. Günümüzde de çok değerli ozanlar var, bunların önemli bir kısmını da yakından tanıyorum; fakat izninizle isimlerine ve eserlerine girmek istemiyorum, çünkü bu gerçekten uzun sürer. Bu geleneğin devamı adına yapılacaklar bahsinde şunu söylemek isterim: Devlet, gölge etmesin, halkımız da biraz ilgi ve ihsan bahşetsin yeter.
Türk Halk müziği icra eden yeni kuşak sanatçılar hakkındaki değerlendirmeleriniz nelerdir? Bu sanatçılar arasında gerçekten işin hakkını teslim edenler var mı? Bu sanatçıların birçoğunun türküleri popüler kültüre yönelik birer tüketim unsuru haline getirdiği eleştirisine katılır mısınız?
Yeni kuşak sanatçılar arasında gerçekten çok yetenekli isimler hayli fazla. Bunlar arasında, ilgisizlikten ‘kötü yola’ düşenler, yani bahsettiğiniz anlamda türküleri bir tüketim unsuru gibi görenler de var. E bunlar da olacak ki, böyle olmayanların değeri daha bir ortaya çıksın. Bu gençlerin çoğunu sorup, soruşturup arayıp bularak üç yıldır Ülke TV’de yaptığım SALKIM SÖĞÜT programına çıkarıyorum. Başka gençlere örnek olsunlar, rol modellik etsinler diye. Program öncesi ya da sonrası kendileriyle bu konularda sohbet ediyorum; bildiklerimi, hissettiklerimi, bazı tavsiyelerimi bu genç yeteneklerle paylaşıyorum. Eksiklikleri, zaafları elbette var. Ama türkü söylüyorlar ve türküleri seviyorlar ya, bu bile çok önemli. Türkü söyleyen birinden insana zarar gelmez. Mümkün olsa da, yeni anayasa çalışmalarının yapıldığı şu günlerde, bizi yönetenlere en az beş türküyü bilme ve orta halli de olsa söyleme mecburiyeti getirilse!
Son olarak sizin söylemek istedikleriniz nelerdir?
İlk bakışta sorularınız o kadar çok ve uzun gelmişti ki, yarısına cevap vereyim yeter diye düşünmüştüm. Fakat soru soruyu açınca laf da lafı açtı, epeyi gevezelik ettik. İnşallah, “hoş konuşmuşsunuz ama boş konuşmuşsunuz” diyen çıkmaz.
on5yirmi5.com