Akustik olan her müziğin ‘iyi’ olduğunu söyleyen sanatçının elektronik müziğe ise asla tahammülü yok. Kerem Görsev son albümü Terapy’yi Alan Broadbent’in yönettiği Londra Filarmoni Orkestrası eşliğinde kaydetti. Sanatçının 10 bestesinin yer aldığı Terapy gerçekten bir ‘Terapi’ albümü oldu. Tecrübeyle sabittir ki albümü dinlerken kulaklarınızdan giren notalar her bir hücrenize ulaşacak ve sizi sağaltacak.
Son albümünüz Terapy muhteşem bir ‘Terapi’ albümü olmuş gerçekten. Biraz anlatsanıza…
Ben ilk büyük orkestra denememi 1999’da Rusya’da ST. Petersburg Filarmoni Orkestrası’yla yaptım. Aradan 11 sene geçti. Bundan 2 sene evvel yine böyle bir öğle saati benim çok sevdiğim Alan Broadbent televizyonda bir orkestra yönetiyordu ve caz piyanisti Diana Krall çalıyordu. O an içimde bir şey kıpırdadı ve Diana Krall’ın yerinde olmak istedim. Proje böyle ateşlendi.
Zor oldu mu bir araya gelmek?
Bu kararı verdikten sonra London Filarmoni’yi seçtik ve eşimle birlikte bir mail yazdık onlara. Olumlu cevap geldi. Sonra Alan Broadbent’e yazdık. O da çok heyecanlandı. Çünkü daha önce hiç Londra Filarmoni’yi yönetmemiş. Bu arada ben Alan Broadbent’e Ernie Watts’ı da istiyorum dedim. O da kabul ettikten sonra o gece hakikaten huzur içinde uyudum. Bestelerimin düzenlemelerini de yine dünya çapında yetenek olan Kamil Özler yaptı.
11 Nisan’da Londra’da buluştuk. 12 ve 13 Nisan’da provalar dahil günde 3 saat çalışarak albüm kaydını tamamladık. Sonunda benim çok içime sinen bir iş oldu. Amerika ve Avrupa’da çok beğenildi ve çok olumlu yazılar çıktı albümle ilgili.
Satışları nasıl?
Aslında benim derdim satış falan değil. Derdim yaptığım müziğin insanlarla buluşması. Ben bütün müziklerimi iki nedenden dolayı yapıyorum. Birincisi müzisyenim ben, işim bu. İkincisi kızım Nisan Görsev ve Türkiye Cumhuriyeti için. Ben memur çocuğuyum ve bu devletin imkanlarıyla okudum. Bunu bir şekilde geri ödememiz lazım. Amacım dünyada Türkiye’yi en iyi şekilde temsil etmek.
Siz aslında klasik müzik eğitimi aldınız. Peki, cazla buluşmanız nasıl oldu?
Ben 1967’de anne ve babamın sayesinde konservatuara girdim. Babamın 6 bin tane klasik müzik plağı vardı. Yani ben klasik müzikle doğdum. Ondan sonra 14-15 yaşlarımda abimin bir arkadaşı vasıtasıyla cazla tanıştım ve ilk görüşte bu müziğe aşık oldum. Bana da zamanında çok popüler işlerden teklifler geldi. Ama benim gözüm cazdan başka bir şey görmez. Caz hayal kurdurma ve masal anlatma sanatıdır.
Türkiye’de çok popüler olmayan bir müzik türünün popüler ismi olmayı nasıl başardınız peki?
Popüler değilim. Yaptığım işle tanınıyorum. Bakın ben 1978’den beri profesyonel müzik yapıyorum ama duruşumu hiç değiştirmedim. Konseptimiz hep akustik. İnsanlar gördüler ki bu adamın konserde de festivalde de televizyon programında da duruşu aynı. Popülizmin peşinden koşmayan, inatla kendi yaptığı müziği toplumla paylaşmaya çalışan bir adam. Her yerde olduğu gibi müzikte ve sahnede de ahlak çok önemli. İnsanlar sahnedeki yalanı anlarlar.
Siz ne anlatıyorsunuz sahnede?
Benim bütün bestelerimin bir hikayesi, bir gizli kahramanı vardır. Bütün bestelerim yaşadığım bir olaydan çıkmıştır. Ve ben de sahnede o olayları anlatıyorum.
Türkiye’de neden laf kalabalığı yapma anlamında ‘caz yapma’ derler.
Ben bunların hiçbirine katılmıyorum. İşin özü şu; Ne ekerseniz onu biçersiniz. Bu işi düzgün bir şekilde sunduğunuz zaman sevilir.
Aslında cazın doğuşuna baktığımız zaman hiç de elitist bir müzik değil. Ama Türkiye’de zenginler dinler gibi bir algı var.
Bu yanlış. Zenginler dinler diye bir şey yok. İlçe belediyelerinin yaptığı konserlerde öğrenci 3 TL, tam 5 TL fiyatlara gidip çalıyoruz. Bunlar çok keyifli. Biz bu müziği yaymak için Gaziantep, Hatay, Adana, Samsun, Trabzon davet edilen her yere gidiyoruz. Tek bir şartımız var: İyi bir piyano…
Peki albümlerinizin ve bestelerinizin ismi neden İngilizce?
Ben Türkiye’de yaşıyorum ama dünyaya müzik yapıyorum. Şimdi benim ilk albümümün ismi Hands and Lips. Yani Eller ve Dudaklar. Buradaki eller, dünyanın en iyi kadın piyanisti Eliane Elias’ın elleri. Dudaklar, ağız armonikası çalan Toots Thielemans’ın dudaklarıdır. 1993’te İstanbul Caz Festivali’ne gelmişlerdi. Çok etkilendim ve eve dönünce o parçayı yazdım. Şimdi ‘Eller ve Dudaklar’ desem fantazi albümü zannederler. Onu küçümsediğimden değil tabii. Ama benim derdim bütün albümlerimin yurtdışında da anlaşılması. Ama hepsinin de Türkçe yazıları var.
Amerika’da caz dinleme kursları varmış. Neden caz dinlemek böyle özel bir çaba gerektiriyor?
Caz bir şemsiye. Altında pek çok çeşitleri ve tarzları olan bir müzik. Şimdi ilk caz dinlemeye başlayan insanlara ne dinletmemiz lazım: Nat King Cole, Ella Fitzgerald, Carla Mcgray… Şimdi körlemesine, lap diye caz dinleyeceğim diye girerseniz, mesela benim sevmediğim kötü bir tarza denk gelebilirsiniz.
Elektronik cazı mı kastediyorsunuz?
Evet. Tasvip etmiyorum, dinlemiyorum da. Dinleyene de karışmam. Ama benim en büyük mücadelem akustik cazı insanlara sevdirmektir.
Caz için klasik müzikten sonra dünyanın en şahsiyetli müziği deniliyor. Bir müzik türünü bu kadar yüceltmek doğru mu size göre. Mesela türküler daha mı az şahsiyetli?
Hayır. Akustik olan her şeye erişilmesi çok zordur. Bach, Beethoven neyse bir Neşet Ertaş, Aşık Veysel, Münir Nurettin Selçuk, Dede Efendi, Tatyos Efendi de odur. Ama Türk halk müziği neyle çalınıyor? Akustik sazla, bağlamayla… Elektronik bir şey yok. Ben bu müzikleri çalan herkesin önünde esas duruşa geçerim. Bizim yaptığımız da böyle bir müzik. Bunların hepsi şahsiyetli, kendi duruşu olan müzik türleri. Bunların arasında cazı yüceltmeye lüzum yok. Bu müziklerin hepsi yüce.
Sosyal statü göstergesi mi?
Yok ona da katılmıyorum.. Sosyal statü dediğiniz nedir? Herkes eninde sonunda beyaz bir çarşafa sarılıp musalla taşına yatırılıyor. İyi müzik dinlemek hepimizin demokratik hakkı.
Siz caz dışında ne dinliyorsunuz?
Klasik müzik dinlerim.
Peki, ne dinlemeye tahammülünüz yok?
Elektronik ve niteliksiz müzikler dinlemem.
Mesela Fazıl Say’ın arabesk yorumlarına ne dersiniz?
Dinleyenler var, dinlemeyenler var. Allah herkese kulak vermiş fikir vermiş. Ben sadece kendi müziğimi insanlara dinlettirmek için mücadele ediyorum.
Gece hayatını sevmem, içkili yerlerde de çalmam demişsiniz. Neden?
Çünkü ben müzik çalarken önümde birinin bir şey yemesi, içmesi, garsonun dolaşması müziğime saygısızlık gibi geliyor.
30 sene böyle yerlerde çaldım. Ama 3 sene evvel bir karar aldım ve sadece bilet alıp, müziğimi dinlemek için gelenlere çalmak istiyorum.
Bu yıl ki İstanbul caz Festivali’nin teması ‘Caz Kalpli İstanbul.’ Sizce İstanbul neden caz kalpli?
İstanbul 8 bin yaşında. Var mı böyle bir yer? Bir an Asya’dasın. 10 dakika sonra Avrupa’dasın. İstanbul’da bir ruh, bir enerji var. İşte tam da bu yüzden ‘caz kalpli’ İstanbul…
Yeni Şafak – Arzu Akyol