Röportaj: Ayşe Kübra Bekâr
UDEF (Uluslararası Öğrenci Dernekleri Federasyonu) ile birlikte 29 sivil toplum kuruluşunun organize ettiği 6. Uluslararası Öğrenci Buluşması’nda konser vermek için İstanbul’a gelen Makedonyalı sanatçı Mesut Kurtis’le müzikten ilahiye, sanattan inanca dair bir söyleşi yaptık.
"İNSANLAR FARKLI OLMASAYDI İNSANLIK İLERLEMEZDİ."
Sizi ilk “kasîde-i bürde” ile tanıdık. Çok da hoş bir klibi vardı. Müzik dünyasına iştirak etmeniz nasıl oldu?
Küçük yaşlardan itibaren müziğe ilgim, sevgim vardı. Aile ortamında hatırladığım kadarıyla sürekli bir şeyler söylüyordum. O aralar çok da takdir alıyordum. İlkokulda 7.sınıftayken Üsküp ilâhi grubuna üye oldum. Orada birkaç yılım geçti. Aynı zamanda imam-hatipteki koroda da üyeydim. Bu koro sayesinde sadece Üsküp’te değil Makedonya’nın tamamında, Türkiyede, Balkanlarda birçok televizyon programlarında, bazı müzik festivallerinde solist olarak birçok programa iştirak ettim. Aslında müziğin içinde vardım. Üniversite yıllarında İngiltere’ye öğrenim görmek için gittiğimde Awakening şirketi ile tanıştım. Teklif geldi ve 2003 yılının sonlarına doğru anlşmaya vardık. 10 yıl olacak başlayalı, profesyonel manada ilk albüm çalışmalarına başladım.
Yaptığınız müziğe verdiğiniz bir isim var mı, bu müziğe ilâhi diyebilir miyiz?
Kavramlar üzerine biraz sıkıntımız var. Çünkü ilâhi dendiğinde akla klâsik tasavvuf müziği geliyor. Yaptığımız müzik böyle olmadığı için ilâhi de diyemiyoruz ama sentez diyebiliriz. Çünkü doğu-batı sentezi var bütün eserlerde, bilhassa ikinci albümde farklı sesler kullandık. Günümüzün teknolojisini kullanmaya çalıştık. Yani Klâsik Tasavvuf Müziği’nin dışına çıktık. Çünkü işlediğimiz bazı konular sosyal konular olduğu için tamamiyle klâsik ilâhi tarzında değil. Türkiye’de "ezgi" gibi birçok tanımlamaya gittiler zannedersem. Bir isimle tanımlamıyorum. Dinleyiciler istedikleri gibi takdir edebilir, isimlendirebilirler.
Müzikle insanlara vermek istediğiniz mesajlar neler?
Genel mânâda İslâmî mesajlar, dinî mesajlar ve tüm bunları içeren sosyal ahlâkî mesajların olduğu bir çerçevede müzik üretmeye çalışıyoruz.
"AİLEM TÜRK SANAT MÜZİĞİ, TÜRK TASAVVUF MÜZİĞİ DİNLERDİ"
Eserlerinizde ne tür enstürmanlar kullanıyorsunuz?
Sınırlamam yok esasında, kulağa hoş gelen her türlü enstrümanı kullanabilirim. Müziğimizi özel bir kalıba oturtmadığımız için o noktada bir sıkıntımız yok. Sadece melodinin doğasına göre, istediğimiz şeyi daha güzel vurgulayabilmek için istediğimiz enstrümanları kullanabiliyoruz.
Eserlerinden etkilendiğiniz, ilham aldığınız müzisyenler kimler?
Dedem olsun babam olsun, yetiştiğim ailede müziğe karşı büyük bir ilgi vardı. Babamın çok güzel sesi var. Babam mevlithandı. Çok farklı dillerde, farklı müzikler dinlenirdi. Müzik olarak Türk Tasavvuf Müziği, Türk Sanat Müziği dinlenilen müzik türleriydi.
Türk sanat müziğinden kimleri dinlerdiniz?
Türk sanat müziğinde eski, isim yapmış tüm sanatçılar dinlenirdi. Münir Nurettin, Safiye Ayla, Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Emel Sayın, Ahmet Özhan…
Sonra tasavvuf müziği dendiğinde sadece Türkiye’den değil Arap dünyasından da radyolar aracılığıyla seksenlerde Şeyh Seyyid Nakşibendî’nin eserlerini dinlerdik. Çok meşhur okuyucuların, Kur’an okuyucularının eserlerini de dinlerdik. Eskiden Makedonya Yugoslavya’nın bir parçasıydı. Yugoslavya müziği gibi geleneksel müziklerle büyüdük. Balkan müzikleri ve enstrümanlarına da yabancı değiliz. Farklı kültürlerin müzikleriyle büyüdüğüm için bu benim sanat çalışmalarıma da yansıdı. Dolayısıyle şu anda Arapça da söylediğimde kendi ana dilimde bir parça söylüyormuşum gibi söyleyebiliyorum. Bunu da yaşamış olduğum ortama borçluyum.
"EVLAD-I FATİHAN İLAHİ GRUBU OLARAK TANINIYORDUK"
Sanat çalışmaları demişken kendi albümlerinizin dışında diğer sanatçılarla albüm çalışmalarınız oldu mu?
Küçükken bir tecrübemiz oldu. Bir albüm çıkarmıştık o zaman. Makedonya’da çıktı sonra Türkiye’de de çıktı 95’lerde. Adı çok uzundu. Albümün kapağında Üsküp Mustafa Paşa Camii’nin resmi vardı. Evlad-ı Fatihân ilâhi grubu olarak tanınıyorduk. "Çıkmış Üsküp bülbülleri öter Allah deyu deyu" diye buradaki yapımcılar böyle bir alıntı yapmışlar. Çok enterasandır, albüm çıktıktan sonra böyle bir ismin verildiğini gördük. 🙂 Hatırlıyorum o dönemlerde 96’larda buraya gelmiştik. Birçok televizyonda çekimimiz oldu. 94 yıllarında TGRT televizyonuna gelmiştik. Zaten orada benim okumalarım çok tekrarlandı. Birçoğu orada ben olduğumu bilmez. 13-14 yaşlarındaydım… 🙂
Bazı müzik festivallerine katıldık o zaman. Televizyon çekimleri oldu. 14-15 yaşlarındayken bu tür tecribelerimiz oldu. O albümden sonra ikinci bir albüm çıkardık. Çok amatörce yapılan çalışmalardı ama biz çok şey kazandık. Sonra profesyonel mânâda Sami Yusuf’un albümlerinde, Maher Zain’in albümlerinde katkılarım olmuştur. Diğer arkadaşlara da fikrî bazda yardımlarım olmuştur. Birçok Arap sanatçıya da melodi olarak, söz olarak, konu olarak yardımcı olmaya çalıştım.
"KÜLTÜR ZENGİNLİK OLARAK GÖRÜLMELİDİR"
Kültür-inanç konusunda ne düşünüyorsunuz? Kültür farklılığı aynı dinin farklı anlaşılmasına mı sebep olur, yoksa bir zenginlik mi katar?
Tabi ki her toplumun kendine has bir kültürü vardır, yaşayış biçimi düşünce tarzı ve kültürel bazda bakacak olursan bu anlamda bir tarihçesi vardır. Müslüman toplumlarda dinin etkisi büyüktür, dolayısıyle çok da büyük farklar göremiyorum. Genel anlamda Doğu’yu alacaksak, Balkanlar’dan başlayarak Türkiye ve Orta Doğu, Arap dünyası, Uzak Doğu, Malezya gibi, kültürlerini tamamiyle dinin kendisinden alır. Farklı kültürlerin olumlu etkisi de oluyor.
Farklılık, Allah’ın yaratmış olduğu tabiatlardır. Bunu da âyette vurguluyor; farklı farklı ırklarda, farklı farklı kabilelerde yaratmıştır. Niye yarattı sorusunun cevabını da âyetin devamında veriyor zaten: "…Birbirinizi daha iyi tanıyasınız." Tabi "daha iyi tanıyasınız" tercümesi tam oturmaz. Burda başka mânâların yüklenmesi gerekiyor. Birbirinizden, birbirinizin tecrübelerinden yararlanasınız diye tercüme edilebilir. Çünkü insanoğlu bu şekilde ilerliyor ve tabi ki sanata kültürlerin katkısı çok büyük olur. Çünkü bazı eserler belirli olaylardan meydana geliyor ya da bir düşünce tarzından yola çıkarak bir eser meydana gelebiliyor. Dolayısıyla kültürün, yaşayış biçiminin, düşünce tarzının sanata tabi ki sadece ve sadece olumlu bir etkisi vardır, zenginlik olarak görülmelidir. Peygamber Efendimiz (a.s.m)’ın bir hadîs-i şerîfi vardı: "İhtilafta rahmet vardır" der. Hakikaten insanlar farklı olmasaydı insanlık ilerlemezdi. Farklı yaratıldık ki farklı düşündüğümüzde yollar katediyoruz. Bazı kişilerce bu bir kaosa sebebiyet de verebilir. "Neden bir olmayalım" filan derler. Halbuki bu doğaya da aykırı tabiata da aykırı. Her ne kadar dinimizin bize öğrettiği bu ihtilaf konusu rahmet olarak anlatılsa da Doğu toplumlarında gözlemlediğim kadarıyla tam anlamıyla algılanmış değildir. Hep tek tip insan yetiştirme çabası vardır genelde bizim Doğu toplumlarımızda ve tam olarak algılanamamıştır. Kültür farklılıkları da güzel bir şekilde değerlendirildiğinde çok kaliteli sonuçlar elde edebilir insan.
"HİÇBİR TOPLUM YÜZDE YÜZ İYİ YA DA YÜZDE YÜZ KÖTÜ DEĞİLDİR"
Bir çok kültürle beslenmiş bir sanatçısınız. Müslümanların Batı kültürüne ve Batılılara karşı tavırları nasıl olmalıdır?
Bir şeyi yorumlarken genelde, bilhassa doğu insanlarına göre değil Batı insanarına karşı da bu böyle, toplumları, belirli grupları, oluşumları genellemeyi çok seviyoruz. Meselâ "Batı kötüdür, Doğu insanı geri kalmıştır onlar hâlâ taş devrinde yaşıyorlar" fikri. Batılının gözünde bir Arap dünyası, Doğulu’nun gözünde bir Amerika kötüdür vurguları… Bir şeyi değerlendirirken genelleme yapmadan, konu konu ayırt ederek değerlendirmeliyiz. Meselâ kültürden mi bahsediyoruz, iyi taraflarını iyi değerlendireceğiz, hakkını da vereceğiz. Olumlu taraflarını da tenkit ettiğimiz tarafları da belirteceğiz. Niçin yanlış olduğunu da belirtmemiz gerekir. Çünkü hiçbir toplum yüzde yüz iyi ya da yüzde yüz kötü değildir.
Kültürler arası etkileşime olumlu yönleriyle bakıyorsunuz. Peki dinler arası etkileşime de aynı şekilde yaklaşabiliyor musunuz? Meselâ dinler arası diyalog hakkında ne düşünüyorsunuz?
Diyalog aslında dinimizin bize öğrettiği değerlerden biri. Peygamberimizin yaşamında da diyaloglar her zaman olmuştur. Diyalog karşılıklı oturup konuşma, fikir alışverişinde bulunmaktır, hiç bir tarafı zorlamadan fikrinizi beyan etmek ve kendinizi ifade etmektir. Bu konuda bir sıkıntı yok bunların yapılması gerekiyor çünkü insan tanımadığının düşmanıdır, hakikaten doğru. Diyalog esasında sadece Hıristiyanı Müslüman ya da Müslümanı Hıristiyan yapma değildir. Ben öyle bir toplumda yaşıyorum ki arkadaşlarımın bazıları Hıristiyan, bazıları farklı dinlere mensup. Oturuyoruz sohbet ediyoruz. Benim dinimi anlatmam lazım ona, onun da bana.
Peki üst kademelerde de böyle olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Açıkçası diyalog yapmak için hazırlıklı olmak lazım. Toplum olarak biz buna hazır değiliz. Bilim adamlarımız, ilahiyatçılarımız o kadar da hazırlıklı değil. Diyalog yapabilmek için karşı tarafı çok iyi tanımak lazım ve ben birçoğunun karşı tarafı çok iyi tanımadığını biliyorum, görüyorum. Onun için çok da büyük bir hayrın çıkacağını düşünmüyorum.
Yurtdışında sizin de danışmış olduğunuz âlimler, mutasavvıf hocalar vardır. Bu hocalar şeyh olarak mı görülüyor orada?
Şeyh dediğimiz; hoca, düşünür, sahasında uzman olan kişi. Şeyh, Türkiye’de algılandığı gibi tasavvufî anlamda bir tarikatin lideri olarak değil. Şeyh Arapçada "üstad" demek, "hoca" demek. Bir insanın bir çok şeyhi olabilir. O mânâda kullanılır yani, yoksa tasavvufî mânâda değil.
"TASAVVUF BİZİM KANIMIZDA VAR"
Peki tasavvufun neresindesiniz, tasavvufla bir bağlantınız ya da tasavvufa bir sevginiz, muhabbetiniz var mı?
Toplum olarak Türkiye ile Makedonya arasında bir fark göremiyorum. Biz fıkhî konularda Hanefî’yiz, her ne kadar farklı mezheplerden, görüşlerden uygulamalarımız, tercihlerimiz olsa bile –bilinçsiz olarak uyguluyoruz- genel mânâda Hanefi’yiz. İtikadî olarak Eşari ve Maturidi’yiz. Daha fazla o fikirleri savunuruz; bilinçli ya da bilinçsiz. Aynı zamanda yaşantımızın geneline baktığımda tasavvuf -her ne kadar inkâr etsek, benim hiçbir tasavvufla, tarikatla alâkam yok desek bile- Türk Müslüman toplumunun kanına girmiştir. Tasavvuf aslında kötü bir şey değildir. Nasıl ki fıkhî bilgi vardır, nasıl ki akaidî bilgi vardır; tasavvufî bilgi de insanın iç dünyasıyla ilgilendiği için o da bir bilim dalı olarak görülür. İçli dışlıyız, tasavvuf artık bizim kanımızda var, her hareketimizde vardır esasında. Meselâ namaz kılıyoruz, namaz bittikten sonra toplu olarak tesbih ediyoruz, toplu olarak dua ediyoruz. Tesbih ve dua sadece bizim toplumumuzda cemaat olarak uyguladığımız bir hareket, aslında dünyanın başka yerlerinde böyle bir hareket yoktur. Herkes kendi iç dünyasında bunu yapar. Farz namazından sonra tesbihini yapar, duasını eder… Ama bizim toplu halde uygulamamız, sistematik hâle gelmesi tasavvufun toplumumuzun üzerindeki etkisinden kaynaklanıyor. Buna çok örnek ekleyebiliriz; hareketlerimizde, duruşumuzda, saygımızda… İşte bunlar bize tasavvuftan gelmiştir, kültürümüzün bir parçası olmuştur. Tasavvufla iç içeyiz biz.
Peki çalıştığınız şirketten memnun musunuz?
Esasen ben on yıldır çalışıyorum, bugüne kadar hakikaten başka bir şirkette hiç görmediğim ya da başkalarının hiç görmediği desteği üzerimde gördüm. Çok, çok fazla memnunum. Çünkü zor bir devirde yaşıyoruz. Bazı başarılara ulaşmak çok zor. Bunun için sadece maddî değil manevî, fikrî desteğe de çok ihtiyacı var insanın, bilhassa sanatçının. Burada da yapımcı şirketin büyük bir payı var. Eğer hakikaten samimi, güzel arkadaş ve dostlardan oluşan bir şirketse bu şirket, başarıya ulaşmak daha kolay oluyor. Ve benim, yaşamış olduğum bu son yıllarım inanılmaz olumlu geçmiştir ve mutluyum diyebilirim.
Müzik şirketinizin çizgisi nedir?
Alternatif müziği sadece İslâm toplumlarına, Müslüman toplumlarına değil de bu alternatif müziği aynı zamanda –dinî alternatif diyelim- batıya, batı kültürlerine bunu tanıtmak gibi bir hedefi de var. Ama bunu başarabilmek öyle kolay bir şey değil, çünkü sadece bir şirketle yapılabilecek bir şey değil; yani birçok şirketin de bunu benimsemesi ve bu fikri desteklemesi gerekiyor. Bu anlamda şirketin de çok etkisi olmuştur. Girmiş olduğu her piyasada etkisini göstermiştir çalışmalarıyla ve hemen akabinde çalışmış olduğumuz ülkelerdeki yapımcı şirketlerde bizim şirketin projelerine benzer projeler yapıldığını görmüşüzdür. Meselâ ilâhilere klip çekimi gibi ya da farklı müzikler yapılması gibi. Sadece Türkiye’de değil bu Arap dünyasında da çok oldu. Bu şekilde bir başarıya ulaşıldığında da birçok şarkıcı sanatçıların da denemeleri oldu. Tabi, iç dünyalarını bilemeyiz, kimin ne gayeyle yaptığını –maddî çıkarla mı yoksa hakikaten kendini çok iyi hissettiği için mi yaptığını- ama böyle denemeler oldu, bunu da muhakkak görmüşsünüzdür. Dediğim gibi alternatif müziği getirmek esas gaye. Çünkü hakikaten müzik piyasası çok gayesiz, genel mânâda söylüyorum, istisnalar var tabiî ki, batıda da bu böyle Türkiye’de de bu böyle. Kaliteli müzik yapan sanatçılar da var, her ne kadar dinî bir çizgisi olmasa da takdir etmek gerekiyor, kaliteli mesajlar içeren eserler var. Ama genel mânâda en çok prim yapan; kötü örnek, teşhircilik… Bunlar hakikaten toplumu da içten yıkan şeyler. Buna birilerinin bir şekilde dur demesi gerekiyor ya da yön vermesi gerekiyor. Kalkıp şunları izlemeyin, dinlemeyin demekle bu işler de olmuyor. Çünkü doğa boşluk kabul etmiyor ve sen bir şeyi yasaklayabilmek için ya da engelleyebilmek için muhakkak alternatifini de sunman gerekiyor. İşte şu müziği dinleme! Tamam da ne dinleyim? İşte, şu ilahiyi dinle. Tamam da bu ilahi iyi değil ki! Melodi olarak kötü, müzik olarak kötü; benim dinlemeye alıştığım kulak şu standartlarda müzik dinlemeye alışkın, şu kaliteyi dinlemeye alışkın. Senin bana sunmuş olduğun kalite çok düşük kalite. Dolayısıyla çekici olmuyor.
Şöyle bir durum da var; kötü olan, caiz olmayan görsel olarak, söz olarak parçalar da insana güzel geliyor. Cazibesi çok daha üst seviyede. Senin sunduğun her ne kadar kaliteli de olsa onun da bir limiti var, aşamıyorsun. Dans edemiyorsun, daha çekici olabilmek için yapılması gereken dansları yapamıyorsun, çünkü onlar sana göre caiz değil. Ya da sahnede bayanların olması, onların dans etmesi… Çünkü onlar çekici şeyler, sahnede daha iyi duruyor, nefse uyan şeyler. İşte sen bunlara dur demeye çalışıyorsun. Hakikaten o standardı getirmen lazım ancak bu şekilde o değişimi yapabilirsin diye düşünüyorum. İyinin de orda olması lazım. Bu rekabet devam edecek. Kim daha faal ise o daha ön planda olacak, o daha bir yönetecek. Bir parça çıkıyor piyasaya, müzik müthiş; kimse sözlere bakmıyor ne diyor diye. Herkesin ağzında sakız ama, mânâlar çok kötü. İnsanlar düşünmüyor, artık müzikler o kadar sistematik yapılıyor ki çok farklı uzmanların bir araya gelerek ürettikleri bir şey aslında müzik. Hangi ritim insanı ne hâle getiriyor, ritimler üzerine uzmanlar var artık.
Kitaplarla aranız nasıl? Kimleri okursunuz?
Normalde çok kitap okuyan biri değilim, bunu açıkça söyleyim. Ama tabi ki kitaplardan uzak da değilim. Her alanı takip etmeye çalışırım. Edebiyatla da aram iyidir, şiirler okurum farklı şâirlerden; bizim yerel şâirlerimiz olsun, Türkiye’den olsun. Son dönem şâirleri bilmiyorum, takip etmiyorum. Daha klâsik olanı okuyorum.
Yahyâ Kemâl’i de okuyorsunuzdur o zaman?
Tabi. Yahyâ Kemâl zaten bizim, Üsküplü. 🙂 Sadece o değil, daha klâsik şiirleri, tasavvuf şiirlerini bile çok beğenerek okurum, anlamaya çalışırım. Türkiye’de bilinmeyen şâirlerimiz var, meselâ Fettah Efendi. Şiirleri Mehmet Âkif Ersoy’un seviyesinde ya da daha ağır. Divan edebiyatı üzerine yazmış olduğu eserler, şiirler var. Çok keyifle okurum ve anlamaya çalışırım, sözlüklerle çözmeye, mânâları anlamaya çalışırım. Eskiden bir dörtlük yazarmış şâir ama bir çok şeyi anlatabilirmiş o dörtlükte. Şu anda dil seviyemiz çok kıtlaştığı için kullandığımız kelimeler yetmiyor bazı şeyleri ifade etmek için. Eskiler daha rahatça ifade edebiliyorlarmış; iki kelimeyle, iki tümceyle mesajı verebiliyorlarmış. Ondan dolayıdır ki her zaman ilgimi çeker bu tür şiirler.
Allah yolunuzu açık etsin. Teşekkür ederiz.
Âmin, ben teşekkür ederim.