Erol Evgin Ustalık Döneminde

Sanatçılar
40 kemale erme yaşı olarak bilinir. Sanat kırkına geldiğinde kemale eriyor mu? Ermez mi? Ustalık ve çıraklık var. Artık politikacılar bile "ustalık ve çıraklık" dönemim diye ayırıyor. Mimar ...
EMOJİLE

40 kemale erme yaşı olarak bilinir. Sanat kırkına geldiğinde kemale eriyor mu?

Ermez mi? Ustalık ve çıraklık var. Artık politikacılar bile "ustalık ve çıraklık" dönemim diye ayırıyor. Mimar Sinan ustalık döneminde Selimiye Camisini yapmış. Kemale ermek güzel bir şey… Yıllar geçiyor bir bakıyorsunuz bir arpa boyu yol gitmişsiniz.

Sizin mimarlık bir de yorumcu kimliğiniz var ama hiçbir zaman bunlar arasında tercih yapmak zorunda kalmamışsınız…

Ben çocukluğumdan beri sadece şarkı söylemek için hayaller kurdum. Günde on saat şarkı söylerdim. Elimi hafızlar gibi kulağıma götürürdüm. Öyle ses daha güzel çıkardı çünkü. Ama ailem benden meslek sahibi olmamı istedi. O yılların moda meslekleri, mimarlık, doktorluk ve mühendislikti.

Baba otoriter miydi?

Ben Anadolu ailesi çocuğuyum. Babam Van kökenli annem ise Rizeli. Beş erkek çocuktuk, babam otoriter biriydi. Çocukların eğitimi için 1940’lı yıllarda İstanbul’a göç etmişler. Böyle bir ailede büyüdüğüm için meslek sahibi olmalıydım. İyi ki de öyle olmuş. Çünkü sanat icra etmek zor.

Sanatta sürekliliğin bir formülü var mı?

Sanatta sürekliliğin bir kuralı vardır. Her istediğimi alacak kadar varlıklı değilim, ama istemediğimi yapmayacak kadar varlıklıyım.

İkinci bir mesleğinizin olması sizi özgürleştirdi belki de.

Evet, bir başka işinizin olması ve ihtiyaçlarınızı öyle karşılayabilmeniz, beğendiğiniz işleri yapıp beğenmediğiniz işleri yapmama gibi bir imkân kazandırıyor. Bu çok önemli bir özgürlüktür. Ben bu imkanı kullandım.

Peki neden ille de mimarlık?

Mimarlığı müziğe en yakın meslek diye seçtim. Bana göre mimarlık susmuş bir müziktir.

Müzikle mimari arasında nasıl bir ilişki kurdunuz?

İnsanla aynı şekilde temas ederler. İnsanların yaşadıkları mekânları düzenlemek çok önemli bir şey. Yirmi dört saatinin geçtiği, evi, işi ya da sokağını tasarlamak için insanı çok iyi tanımak, hem fiziğini hem de ruhunu çok iyi bilmek lazım. Mimari, müzik kadar insanın içine girer ama bunun farkına varmayız. Bizi sıkan bir şey vardır ne olduğunu anlamayız. Ama o aslında mekânla ilgilidir.

Siz hayatı bir mimar gibi mi yorumlarsınız yoksa müzisyen gibi mi?

Sanatçı gibi bakıyorum. İçinde mimarlık da vardır, müzik de… Çünkü öğrendiğiniz şeyi tamamen reddedemiyorsunuz. İçinden geçiyorsunuz ve o sizin üstünüze siniyor.

Mimar gözünüz nelerden rahatsız olur?

Mesela; İstanbul’daki kaldırımlar beni çok rahatsız eder. Düzensizdir ve engelli vatandaşlarımızın ihtiyaçlarına yönelik değildir. Bir ülkenin medeniyeti kaldırımlarından belli olur. Kaldırımlar yükseldikçe medeniyet alçalır. Biz de arabalar park etmesin diye kaldırımları yüksek yaparlar. Ama yaşlılar o kaldırımları düşme endişesiyle inip çıkarlar.

Sizin bu hassasiyetiniz müzikte de olmuş. Her şarkı sözünü okumazmışsınız, hatta gerekirse değiştirirmişsiniz… Otorite olmak için mi?

Hiç değil. Ben sanatta samimiyete çok inanıyorum. Samimi olmak ise önce inanmaktan geçiyor. Sadece mikrofonunuz ve siz varsınız. Karşınızdaki üç bin kişiyi inandırmak zorundasınız. Bunun için de yazılan sözlere inanmanız lazım. Ben şiir geleneği olan bir aileden geliyorum. Bizim evde çok şiir okunurdu. Türk şiirini iyi bilirim. Almanca bildiğim için Alman şiirlerine de ilgim var. Şiir insanı çok doğrudan ve kalbinden yakalayan bir sanat. Böyle bir eğitimden gelen biri inanmadığı sözü söylemez. Ben uzlaşmacı biriyim. Söz yazarıma da terör estirmem. Kelimelerin müziğime ve benim sesime yakışmasını önemserim.

Zamana direniyorsunuz. Bakımlı ve gençliğinizi andıran bir görünümüz var. Kendinize çok mu değer verirsiniz?

Kendimden başka sermayem yok. Onun için iyi bakmak zorundayım. Bedenim ve sesim ekmek param. Dolayısıyla iyi bakmak zorundayım, dükkân yani bu (gülüyoruz)…

İnsan diyeti bile yapıyorsunuz. İnsan diyeti ne demek?

İnsan diyeti tabiri içinde gerçeklik payı olan bir şaka aslında. Eski insanlar, hiç hastalıklarından bahsetmezler. Mesela Bedia Muvahit, doksan yaşında parmakları o kadar eğilmiş ki yüzükleri nasıl takıyor hayret edersiniz. "Nasılsınız hanımefendi sağlığınız iyi mi?" dediğimde hep "çok iyi" derdi. Bir tek gün bile "hastayım" demedi. Çünkü kendi hastalığından bahsetmek, kendi üzüntünle meşgul etmek eski Türk terbiyesinde ayıp sayılır. Şimdi yemek yiyorsunuz, oturan hastalığını anlatıyor. O yediğim yemek boğazımda düğüm oluyor. Ben sofrada hiç olumsuz bir şey konuşturmam, konuşmam da. Bu tarz ortamlarda güzel şeyler konuşmak, herkesin birbirine olumlu enerji aktarmasını önemsiyorum. Hiç negatif düşünmem, hep pozitif düşünürüm.