Fahri Sarrafoğlu, Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi ile “İstanbul’un Sırları” nı konuştu.
Muhterem Efendim! İstanbul deyince, tarihimiz, kültürümüz ve gönül dünyamız itibârıyla İstanbul bizim için ne ifade eder?
İstanbul bizim için çok değeri olan bir şehirdir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
لَتُفْتَحَنَّ اْلقُسْطَنْطِنِيَّةُ buyurmuştur. “İstanbul fetholunacaktır…” buyurmuştur. (Ahmed, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300)
Bu, (Ebû) Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nde başlayarak akın akın Fatih Sultan Mehmed Hân’a kadar bu akınlar devam etmiştir. Yeter ki -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüreğinde bir yerimiz olsun, kıyâmet günü bir yerimiz olsun!..
Bu, tabi bir Doğu Roma İmparatorluğu’nun bitişidir. Bir çağın kapatılması, bir çağın başlangıcıdır.
Tabi burada İstanbul deyince yine bir, en başta mânevî olarak, Eyyûb el-Ensârî Hazretleri hatırımıza gelir. Eyyûb el-Ensârî Hazretleri, Efendimiz’e misafirperverlik etti. Gazvelere katıldı. Canını ve malını bu yolda bezletti, cömertçe sarf etti. Bu hadîs-i şerîfe nâil olabilmek için, Rasûlullah Efendimiz’in yüreğinde bir yeri olması için, seksen küsur yaşında iki sefer İstanbul seferinde bulundu.
Hattâ bir vasiyette de bulundu:
“Eğer bu seferde ben vefât edersem, askerin (adımını) attığı son noktaya gömün beni. Benden sonra gelen asker, daha öteye gitsin.”
Yani bir bedeniyle dahî bir ufuk vermeye çalıştı. Hakikaten, arkadan gelenler de bu vasiyeti yerine getirdi. Ondan sonra bir Avrupa seferleri başladı.
Tabi büyük bir sahâbî yekûnu şehîd oldu İstanbul civârında. Bunlar, Hazret-i Hâlid (bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî) -radıyallâhu anh-’ın civarına ekseriyeti defnolundu. Osmanlı buraya bir “harem” mıntıkası dedi. Yani gayr-i müslimler bile o harem mıntıkasına sokulmadı, güzel bir edep oldu.
Şimdi biz zâhire göre diriyiz. Fakat zâhire göre de Eyyûb el-Ensârî Hazretleri 1400 sene evvel vefât etti. Bugün baktığımız zaman; bizim mi ziyaretçimiz çok, Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin mi ziyaretçisi?.. Mâşâallah, doluyor taşıyor. Hem Türkiye’mizden, hem de Dünya’nın dört bir tarafından.
Bu, İstanbul’un fethi, 857 sene sonra, ecdâdımız, büyüğümüz, her şeyimiz, Fatih Sultan Mehmed Hazretleri’ne kısmet oldu. Demek ki burada da şu çok ibretlidir: Fatih Sultan Mehmed Hân’ı da yakından tanımamız lâzım.
Tabi.
Yani Cenâb-ı Hak ona, o fethi ihsân etti, ikram etti. İstanbul, bize Peygamber Efendimiz’in bir müjdesi ve Efendimiz’in gelecek nesillere bir emanetidir.
Doğru.
İnşâaallah kıyâmete kadar, bu bir İstanbul olarak devam eder, İslâmbol olarak devam eder.
Zâhirî bakımdan da öyledir. Yani bir inci, bir gerdanlık şehrinde şehrin…
Şâir Nedim’in güzel bir ifadesi var, tabi biraz kesretten kinâye:
Bu şehr-i Sitanbûl ki bî-misl ü behâdır.
Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedadır.
Bir gevher-i yekpâre iki bahr arasında,
Hurşîd-i cihan-tâb ile tartılsa sezâdır.
İstanbul boğazı, âdeta bir gerdanlık gibi şehri süsler. Bir süsleyiş ki, öyle bir Cenâb-ı Hak halketti ki, biraz daha bu İstanbul boğazı geniş olsa denize benzer. Biraz daha dar olsa dereye benzer. Cenâb-ı Hak öyle bir kıvam, öyle bir güzellik, bir zarâfet, orada bir, yani yaratılışında da ayrı bir Cenâb-ı Hakk’ın güzel bir lûtfu var.
Tabi İstanbul, tabiî güzelliklerle donatıldı, maddî-mânevî güzelliklerle donatıldı. Nasıl ki bir câmînin îmârı, onun hattı, tezyin ve dekorlarından önce sâlih ameller, cemaat, ihlâslı kalabalıklar, tilâvetlerle olursa; bir şehrin de mânevî bir îmârı, maddî îmârından daha evvel gelir.
HACCA GİTMEDEN ÖNCE İSTANBUL ZİYARET EDİLİR
Ecdâdımız bu mübârek beldeyi fethettikten sonra burayı İslâm âleminin merkezi hâline getirmiş. Mukaddes emânetler de Yavuz Sultan Selim Han tarafından getirilmiş, Topkapı Sarayı’na konulmuştur.
Şu da câlib-i dikkattir: Hilâfet merkezi olmuş. Hattâ, Fas’tan, Kuzey Afrika’dan, Orta Asya’dan gelen, hacca gidecek hacılar, İstanbul’a, hilâfet merkezini ziyaret ederler, bir müddet İstanbul’da kalırlar, mukaddes emânetleri ziyaret ederler, oradan devam ederlermiş.
Yani böyle bir güzel, târihî, ayrı bir, İstanbul’un güzel bir özelliği de var.
Evet Efendim. Az önce buyurduğunuz gibi İstanbul’da Eyyûb Sultan Hazretleri önemli, Fâtih Sultan Mehmed Hazretleri önemli. Türkiye’nin nüfusu 80 milyonu geçiyor. İşte İstanbul’umuz 17 milyonu geçiyor.
Evet.
MİMAR SİNANIN ESERLERİNİN TAKLİDİ BİLE BÜYÜK BİR SANAT
Acaba, -gençlerimize biz İstanbul’u sevdirmek istiyoruz- nereden başlasınlar İstanbul’u gezmeye, daha doğrusu İstanbul’u sevmeye nereden başlayalım Efendim?
Efendim, şâirin güzel bir mısraı var:
Yetişmez mi bu şehrin halkına bu nîmet-i Bârî,
Rasûl-i Ekrem’in yâri Ebâ Eyyûb el-Ensârî!..
Yine oradan başlamak. Bir teberrük makâmıdır. Osmanlı’da sultanlar da taht’a cülûs merasiminin bir parçası olarak Eyüb Sultan’da kılıç kuşanırlardı. Oradan başlardı. Bunun için yine oradan başlamak, tarihî eserlerimizi; Süleymaniye, Sultanahmed vs. emsâllerini, hanlar, hamamlar vs… Yani bir medeniyet.
Hattâ bu, evvelki sene bir mimarlar toplantısı oldu. Bir hayli, Dünya’dan da bir şeyler geldi, mimarlar geldi. Bir arkadaşımız da orada bulundu. Orada şunu ifade ettiler:
Yani, Mimar Sinan’ın yaptığı eserleri taklit edebilmek, büyük bir sanattır bugün. Yani taklit eden mimar, büyük mimardır.
Taklidi bile…
Taklidi bile büyük mimar olmuş oluyor. Hattâ şunu da ilâve etmişler:
“Bugünkü malzeme olsaydı o zaman, kim bilir daha ne kadar çok şâheserler çıkardı…”
Tabi bugün İstanbul’un silueti, maalesef gökdelenlerle bozulmaktadır. O da bir bahs-i diğer yani.
Doğru.
Onu da sonra görüşürüz diğer soruların içinde -inşâallah-.
İSTANBUL MUHTEŞEM MAZİNİN HATIRALARI İLE DOLU
Evet. Efendim aslında hemen yeri geldi, soralım: Fatih Sultan Mehmed Han’la -biliyorsunuz o dönemde fetihten sonra- herkes bir rahatlama oldu. Birçok ünlü sanatçılar, devrin sanatçıları, İstanbul’a gelmek istedi, imza atmak istedi. Ama müsâade etmedi Fatih Sultan Mehmed Han. Bunun sebebi sizce nedir acaba? Neden o sanatçıların İstanbul’a gelmesini istemedi?
Efendim, tabi bir, oğlu Bayezid bunu daha çok inkişâf ettirdi. Hattâ Leonardo da Vinci de gelmek istedi.
“‒İstanbul’un dedi, -mimar- hamam, câmi, yol vs. ben çizeyim dedi, projelerini ben yapayım.” dedi.
Hattâ sarayda Kubbealtı vezirleri sevindiler. Dünyaca meşhur bir mimar gelecek, İstanbul’u tanzim edecek diye. Fatih’in oğlu 2. Bayezid Hazretleri:
“‒Yok dedi, hayır dedi, eğer o gelirse dedi, buraya bir hristiyan mîmârîsi yerleşir dedi. Biz bu mîmârîmizi kendimiz inkişâf ettireceğiz.” dedi.
Tabi bu, bir firâset, bir mü’minin firâseti. Tabi arkadan Sinanlar geldi. Bizim rûhumuzu aksettirecek sanatkârlar vücut buldu.
Tarih şuuruyla baktığımız zaman, İstanbul muhteşem mâzinin hatıralarıyla dolu. Külliyeler, câmiler, sadaka taşları, şehidlikler, dergâhlar, türbeler ve kabirler…
Tabi tarih, bir milletin hâfızasıdır. Millî tecrübeler mecmuasıdır. Bu yüzden mâzi çok mühimdir. Mazinin bittiği yerde millet biter. İnsan biter, iz’an biter. Çünkü millet, bir bakıma tarihinden ibarettir. Onu mânevî değerlerinden ve tarih şuurundan uzaklaştırırsanız, geriye insan sürüsü kalır. Onun için bugün gençlerimize bilhassa bu şerefli tarihimizi aksettirmemiz lâzım.
Bir de tekkeler, zâviyeler de çok mühim. Meselâ, bu tekkeler, zâviyeler, bir rehabilite merkezi olmuştur. Evinde münâkaşası olan, işi bozulan, dergâhlara gitmiştir. Dergâhlarda, sohbetlerde huzur bulmuştur.
Terapi yapılmıştır.
Terapi olmuştur. Bugün baktığımızda bu yok. Ancak bugün bir maça gidiyor, maçta içini boşaltıyor. Bazen uygun olmayan kelimeler de ağzından çıkıyor.
Doğru.
Tabi bu da edebe aykırı olan bir hâdise. Yani İstanbul’a yakışmayan bir hâdise.
Şimdi Efendim, az önce dediniz ki Mimar Sinan’ın güzel eserleri var. Fakat eserlere bakıyoruz, ya da ondan sonraki bir Sedefkâr Davud Ağa, Mimar Ahmed Ağa, Tâhir Ağa… Baktığımız zaman sadece bina yapmıyorlar, orada bir eser, bir imza da atıyorlar. Nedir o eserlerdeki şey? Tasavvuf bilgisi olduklarını da görüyoruz. Yani o kubbe niye öyle? O minare niye altı, niye dört, ya da o estetik oraya niye öyle konulmuş, bir mânâsı var.
Tabi.
TASAVVUFİ TERBİYE İLE YAPILAN ESERLER
Bu da, tabi ki, demek ki sadece mimarlar değil, o dönemdeki Osmanlı devlet adamlarından tutun, aşağıya kadar herkesin bir tasavvuf terbiyesinden geçtiğini görüyoruz.
Burada tabi, kalbin o rûhânî istîdatları, taşa, toprağa aksetmiş durumda. Bu câmînin yapılışlarına baktığımız zaman, bir defa her taş, abdestli konuyor.
Evet.
Yani bu, mâneviyat bakımından. Meselâ Süleymaniye Külliyesi yapılırken, Kânûnî Sultan Süleyman bir tâlimat verdi. Bu tâlimatta aç hayvana bile (yük) taşıttırılmayacak. Doyurulacak, ondan sonra taşıttırılacak. Yorgun, eğer yorgunsa dinlendirilecek. Yani bir mahlûkat hukukuna bile dikkat edilmiştir.
Hattâ Süleymaniye açıldıktan sonra da Kânûnî Sultan Süleyman, bütün şeyi toplamış, çalışan işçileri, kalfaları, mühendisleri:
“‒Yanlışlıkla, sehven eğer hakkını alamayan varsa, gelsin lütfen hakkını istesin. Burada bulunmayan çalışan işçiler varsa, onlara da lütfen bu söylensin. Onlar da gelsin hakkını istesin…”
Yani bir defa kul hakkına çok dikkat edilmiş. Tabi o, gönüldeki o duygular aksetmiş. Meselâ bir, sanki mihrab Cebrâil, oraya âyet iniyor. Oradan kubbeye aksediyor. Kubbe, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz. O kubbeden de o sadâ bütün câmiye yayılıyor.
Yine bir, diğer bakımdan baktığımız zaman, hiç sert çizgi yok. Hep böyle yumuşak çizgilerdir. Yani rûhu dinlendiren kemerlerdir hep. Diğer bakımdan, biraz uzaktan baktığımız zaman, sanki duâ eden bir insan silueti.
Allâh’a açılan.
Allâh’a açılan bir eller o minareler. Semâya kalkan duâlar oradan…
Bunun en güzel bir aksi olmuş.
Şadırvanlar öyle, ayrı bir güzellik. Hem abdest alacak, hem abdest alırken duâlar okuyacak, hem de o güzel bir estetik içinde onu şey olacak, duâ edecek.
Tabi bu, şadırvanıyla, bahçesiyle, bahçesindeki o çiçekler vs. bahçenin tanzimiyle, câminin mîmârîsiyle, hepsinde ayrı ayrı bir güzellik.
YABANCILAR NİYE HAYRANLIKLA SEYREDİYOR?
Meselâ bir Süleymaniye Câmii’ne baktığımız zaman loştur. Fakat bir rûhî derinlik verir.
Süleymaniye Câmii’nin eski hatîbi bir gün teşrif etmişti, sohbet ediyorduk. Şöyle bir hâdise nakletti:
Bir turist kâfilesi zaman zaman gelir. Benim de dikkatimi çekti sık sık gelmesi. Kendilerine yaklaştım:
“‒Siz dedim, sık sık geliyorsunuz, iki ayda, üç ayda bir; kimsiniz dedim, sizi ne gibi duygulara götürüyor bu mâbed?”
Dedi ki:
“‒Biz dedi, Güney Amerika’dan geliyoruz.” dedi. Bir şehir söyledi Güney Amerika’dan. Oradan geliyoruz dedi.
“‒Biz bunaldığımız zaman, sıkıldığımız zaman buraya geliriz, otururuz, bizim burada rûhumuz dinlenir…”
Terapi yapıyor.
Terapi. Hakîkaten bir Süleymaniye, Sultanahmed Câmii’ne gidildiği zaman, oraya gelen turistler şöyle bir dolaşıp gitmiyor, oturuyor orada. Oturuyor, birtakım, demek ki oradan birtakım in’ikâs geliyor, duygular oluyor.
Alışveriş var.
Alışveriş var orada. Yani o şekilde rûhunu bir dinlendiriyor. Tutup o geometrik binaları seyretmiyor. Maalesef o kaktüsler, kaktüs binalar, gökdelenler, onları dolaşmıyor.
Doğru.
Yani ondan rûhuna bir şey almıyor. Bir diken gibi.
Fakat bir Süleymaniye’de, bir Sultanahmed’de çok ayrı bir duyuşlara geçiyor.
Meselâ Süleymaniye’nin o loşluğunun yanında Sultanahmed’in de bir cennet bahçesini andıran bir durumu vardır. Fakat orada da bir, ruh bir dinleniyor. Yani sanki bir cennet bahçesinde gibi.
Süleymaniye’de bir derinlik, ufuk, kendine dönmek… Şeyde ise, Sultanahmed’de ise bir cennet havası, bir cennet manzarası.
Onun yanında Ayasofya’ya bakalım; hantal bir yapı. Avrupa’da kiliselere bakalım; hepsi sivri çizgiler, loş karanlık ama bir şey vermiyor, bir tefekküre götürmüyor, bir derinlik vermiyor, kasvet var.
İşte iki medeniyet arasındaki fark. En büyük fark.
Peki Efendim, biz… Osmanlı, eserlerini bize bıraktılar, ecdâdımızdan Allah râzı olsun! Biz acaba, gençler, bizden sonrakiler, bunu nereye götürebiliriz, neler, daha nasıl yapabiliriz, değiştirebiliriz? Yani bir restorasyonla iş bitiyor mu? Ya da bir iki tamirle “tamam, görevimizi yaptık” oluyor mu? Ne yapabiliriz?
Efendim, tarihe baktığımız zaman, dünyaya hükmetmiş hükümdarlar vardır. Firavunlar var, Nemrutlar var. Bunların zulümlerini ve fânîlik karşısındaki acziyetlerini ifade eden mezarları var. Yani bu kasvetli mezarları da bir zulüm âbidesi.
Bir Mısır’a gittiğiniz zaman, piramitler var. Yani on bin insan çalıştırılmış, bir insanın cesedini gömmek için. Ve bu piramitler yapılırken de içlerinden birkaç kişi de vefat etmiş. Zulümle yapılmış.
Yani onların, bir Sodom Gomore’ye gittiğiniz zaman, birtakım taşlaşmış insanlar görürsünüz. Pompei’ye gittiğiniz zaman, taşlaşmış insanlar görürsünüz, bir Sodom Gomore’ye gittiğiniz zaman orada bir bataklık bir göl görürsünüz. Yani insanlığa bıraktıkları hiçbir şey yok.
Fakat bizim hayatımızda îlâ-yı kelimetullah, tâzim li-emrillâh, şefkat alâ halkıllâh düsturuyla vakfetmeleri (neticesinde), ecdâdımızın binlerce eseri kalmıştır.
ABDÜLHAMİD’İN TORUNU: BENİ BURAYA HAPSETSELER DE İSTANBUL’U SEYRETSEM
Sekiz-on sene evvel, Abdülhamid’in bir torununun torunu geldi. Şöyle bir Sultantepe’den, Üsküdar’dan bir manzarayı seyretti. O zaman herhâlde girmeleri yasaktı, belki daha da evvel oluyor. Dedi ki:
“‒Beni dedi, kayd-ı hayat şartıyla buraya hapsetseler de İstanbul’u seyretsem.” dedi.
Dedim ki ben ona:
“‒Üstad dedim, esasında biz dedim, sizin ihsanlarınızla biz bugün perverdeyiz. Bir Topkapı surlarından girdiğimiz zaman, sizin ecdâdınızın câmilerini görürüz. Güzel siluet. İnsan rûhuna bir huzurluk veren. Orada bir namaz kılmamız, diğer camilerden daha ayrı olarak bize bir huşû hâli verir. Çünkü yapılan o yapının temiz niyeti, helâl parası vs…
Bir çeşmeden su içmek istediğimiz zaman, bir Terkos Gölü, sizin Bezm-i Âlem Vâlide Sultan’ın vakfiyesidir.
Bir Unkapanı’ndan geçerken ilk köprü, yine sizin ecdâdınızın köprüsüdür.
Askerî kışlaları gezmek istersek, Davud Paşa, Râmi, Haydar Paşa kışlaları, onlar da sizin ecdâdınızın bize yâdigârı.
Bir hastahaneye gitmek durumunda olduğumuz zaman Vakıf Gurabâ, Çapa, Haydar Paşa ve emsalleri, Haseki… O da sizin ecdâdınızın bize kalmış olan hastahaneleri.
Bir tren yolu. Abdülhamid’in zamanında, Osmanlılar zamanında olma şey yolları, tren yolları.
Yani biz, sizin nîmetlerinizle perverdeyiz bugün. Yani biz sizi unutamayız. Size dua ederiz biz…”
VAKIFLAR MERHAMET ABİDESİ
Bizim yapmamız gereken nedir? Sahip çıkmak mı?
Muhafaza etmek ve o rûhu yaşatabilmek, o rûhu yaşatabilmek.
Tabi o ruhu, o zaman tekkeler inşâ ediyordu, dergâhlar inşâ ediyordu. Dergâhlar, halka sahipti. Yani vakıflar, dergâhların getirdiği vakıflar kuruldu. Aşağı yukarı 26.600 küsur vakıf kuruldu. Bunlar, toplumu merhametle, şefkatle ağ gibi ördüler.
Merkez yerlere külliyeler yapıldı. Câmi, câminin etrafında şifâhanesi, sebili, aşhanesi, şifâhanesi, mektebi, kütüphanesi. Merkezde hep külliyeler yapıldı. Yani halk, mânevî ihtiyacını, maddî ihtiyacını, gelsin bu külliyeden görsün.
Külliyenin arkalarında sokaklarda da aşağı yukarı yüz metrede bir ufak mescidler yapıldı. Elektrik olmadığı için, sabah namazına, yatsı namazına cemaat rahat gitsin. Yani bir cemaatle namaz kılmadan mahrum olmasın. Cemaatle namaz kılacak, bu, dînimizde de bunun ecri çok yüksektir cemaatle namaz kılmanın. Orada bir ictimâîleşme meydana gelecek. Kardeşlik artacak. Kardeş, kardeşin derdinin dermanı olacak.
Yani Osmanlı’da çok ince bir düşünüş vardı. Şimdi tabi kalmadı. Çeşmenin suyu ziyan olmasın diye, yalak denilen bir havuzlar vardı. O zaman tabi paytonlar, at arabaları çoktu. O hayvanlar da gelip oradan o çeşmeden akan, kalan artık suları içerlerdi.
Herkese faydası var. Her canlıya.
Her canlıya faydası var. Câmilere baktığımızda câmilerde de bir kuş yuvası yapılmış ki, gelen o kuş yuvasını görsün, bir noktada, hayvanlara merhametli olsun, kuşlara merhametli olsun. Allah o kuşları bizim için yarattı, güzel bir estetik.
O zaman Osmanlı’nın gözüyle seyredersek mîmârîyi, nedir; merhamet…
Merhamet. Merhametle yoğrulmuş. Yani toplumu merhamet, ağ gibi örmüş. Zaten baktığımız zaman bir de toplumun şehircilik plânına baktığımız zaman, yani fakirin, garibin veya da zenginin yeri ayrı ayrı mekânlar değildi. Bugün meselâ Suâdiye olsun, Şişli olsun, Florya olsun, ayrı kesim mekânlarıdır. Bir şehrin daha kenar yerlerine baktığımız zaman, onlar da daha çok orta hâllilerin ve gariplerin mekânıdır. Yani bu, Osmanlı’da bu yoktu. Yani zengini-fakiri hepsi kardeşti, aynı mahallede otururdu. Yani zenginin evi, o bütün mahalleye bir kucaktı.
Hattâ o zaman konserve yoktu konservecilik. Tarhanalar vs. birtakım sebzelerin kurutulması… Bunu o mahalledeki diğer şeylerle, orta hâllilerle, fakirlerle beraber yapılırdı, onların hakkı daha fazlasıyla verilirdi.
Paylaşılırdı.
Paylaşılırdı. Bir de yetime, dula, evlenecek imkânsız kıza, mahalle bir sigorta hâlindeydi. Onun sepetini hazırlar mahalle, ihtiyacını görür, tebessümle gönderirdi gideceği eve, gelin gideceği eve.
Tabi bunlar bugün kalmadı, bitti bugün. Bugün mekânlar ayrıldı. Düğünler de ayrı bir şey. Onların düğünleri… Tabi bu sosyetenin düğünü maytaplarla oluyor, gürültülerle oluyor, balonlarla oluyor. Orada, mahallede hasta insan mı var…
Çevreye zarar…
Evet, bir hâmile kadın mı var, çocuk mu var, düşünülmüyor maalesef.
Bir de silâh…
Silâh atılıyor. Yani pragmatist, menfaatperest bir hayat yaşanıyor. Bir diğergâmlık unutuldu maalesef.
Eski düğünler öyle değildi. Bizim zamanımızdaki o düğünlerde fakir de gelirdi, zengin de gelirdi. Duâlarla başlardı, Kur’ân-ı Kerîm okunur, yemekler verilir, fakir-fukarânın gönlü alınır, onlar da duâ ederlerdi. Bu yeni genç çiftler duâlarla yeni hayatlarına başlardı.
Tabi bunlar bugün unutuldu maalesef ve kayboldu.
SÜLEYMANİYE’NİN AÇILIŞINI YAPAN “HATTAT”
Efendim, ben sözü tekrar Süleymaniye’ye getirmek istiyorum müsâadenizle. Süleymaniye özellikle, yıllar önce, 1991 yılında zât-ı âlîniz bizi gezdirmiştiniz muhterem Adem Ergül âbiyle bizleri. Orada özellikle vitrayları anlatmıştınız. Yani Cebrail -aleyhisselâm-’ın kanadı demiştiniz, oraya geleceğim. Kilise mîmârîsiyle câmi mîmârîsi arasındaki fark, ince çizgi dediğimiz o, biri soft, bir sert. O vitrayları bize tekrar, ya da Süleymaniye’nin bu özelliğini anlatabilir miyiz?
Tabi o Süleymaniye’nin özelliği -tabi ben mimar değilim, bir mimar kardeş daha iyi anlatır da- tabi orada en çok verilen bir “ihlâs”tır orada. Oranın bir “ihlâs”la bir yapımı.
Tabi her şeyde ayrı ayrı ehil ustalar yetiştirilmiş. Meselâ hattı yapan Karahisârî, öyle bir konsantrasyon hâlinde ki son hattı çekerken âmâ oluyor.
Evet.
Câmi açılacağı zaman da Kânûnî Sultan Süleyman Han, tabi büyük bir tevâzû:
“‒Mimar Sinan diyor, Mimarbaşı diyor, ilk diyor, câmiyi açsın.” diyor. O da diyor ki:
“‒Yok sultânım diyor. Şemseddin Karahisârî diyor, son hattı çekerken gözlerini kaybetti. Bunu, bu hakkı ona verelim.” diyor.
Bu bir nezâket, bir zarâfet, bir incelik bu.
Demek ki burada Kânûnî Sultan Süleyman belki şunu düşünüyor:
“Evet ben bunu maddî imkânlarla yaptırdım ama, ben gözümü kaybetmedim. Karahisârî ise gözünü kaybetti…”
Candan verdi.
Candan verdi. Sonra bir de Sinan’ın şeyine bakıyoruz, yani kendisine o şâşaalı türbe yaptırmıyor. Tâ câminin köşesinde küçük bir imza.
Bir hat eserinin imzası gibi.
Evet. Küçük bir imza. Tâ câminin bahçesinin en uç köşesinde. Kendi kabrini de oraya yaptırıyor. O da şâşaalı bir kabir değil. Gayet mütevâzı bir kabir.
Meselâ o üniversitenin bahçesi yüksektir. Herhâlde bir yedi-sekiz metre, belki on metre yüksektir. O, Süleymaniye’nin zemininden çıkan topraklardır onlar. Yani öyle bir mescit yapılıyor ki, gelgeç değil. Bu mescit, bu câmi, kıyamete kadar devam etsin. Kıyâmete kadar bir sadaka-i câriye olsun. Kıyâmete kadar ezanlar devam etsin.
Bir de bu mescitte bu câmide bu şey yok, yani dilatasyon yok. Yani bu, soğukta-sıcakta o genleşmedeki bir çatlama yok.
Meselâ İstanbul bugüne kadar çok depremler geçirdi. Büyük depremler geçirdi. Büyük yıkıntılar oldu. Fakat Süleymaniye’de, Sultanahmed’de en ufak bir çatlama yok. Yani burası da bir şey, yani bugünkü mimarların da hayret ettiği, bu koca gövde, o genleşmeye karşı nasıl bir şey durumda, yani mukâvim durumda devam ediyor.
AMA MÜEZZİN BULUNDURMAK GELENEĞİ
Belki Hocam, yabancıların şeyi de bundan olabilir mi, merakı?
Olabilir, olabilir.
Meselâ yine câmi minarelerinde üç şerefeye ayrı ayrı yol vardır. Yani üç müezzin ayrı ayrı yollardan üç şerefeye çıkarlar, birbirini görmeden çıkarlar. Tabi o, her vakitte, İstanbul’u o altı minare çınlatıyordu. Bugünkü hoparlör yoktu o zaman.
Bir de benim orada dikkatimi çeken, bu Osmanlı büyük câmilerinde, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında İbn-i Mektum var, bu âmâydı. Âmâ müezzindi.
İbn-i Mektûm’u, Efendimiz, Medîne’ye hicretten evvel gönderdi. Orada Kur’ân-ı Kerîm öğretmesi için.
Âmâ idi kendisi. Hattâ onun güzel bir hâtırası vardır. Bu, Kadisiye Harpleri olduğu zaman, İbn-i Mektum:
“‒Ben de iştirâk edeceğim.” dedi.
“‒Sen âmâsın dediler. Harp, gözle olur.” dediler.
“‒Evet dedi, gözle olur ama dedi, gözü görmeyenlerin, gözü görenlerden farklı bir tarafı vardır.” dedi.
“‒Nedir?” dediler.
“‒Ben en önde yürürüm dedi. Sancağı ben tutarım dedi. Düşmanı görmediğim için de benim cesaretim kırılmaz dedi. Arkadan gelenler de dedi, benim bayrağı-sancağı dik tutmamlar cesaretleri artar dedi. Onun için dedi, bana müsâade edin, ben Kadisiye Harpleri’ne gireceğim.” dedi.
Böyle âmâ olarak Kadisiye Harpleri’ne girdi. Bir rivâyette şehid oldu, bir rivâyette döndü.
Şimdi, Osmanlı’da âmâ müezzin Ravza’da olduğu için İbn-i Mektum, her büyük selâtin câmiye bir âmâ müezzin koymuşlardır. Yani o Sünnet-i Seniyye’ye uymak için. O hassâsiyet. Yani Efendimiz’e olan bir muhabbet, bir sevgi.
Ben hattâ o Süleymaniye Câmii’nin âmâ müezzinini görmüştüm talebeyken. Yani beş-altı tane müezzin olurdu. Onun yanında bir de âmâ müezzin olurdu.
Bu incelik, zarâfet bu. İşte bu, büyük medeniyet bu.
Yani her medeniyet, kendi insan tipini inşâ eder. Burada da bir İslâm medeniyeti, câmisiyle, insanıyla, cemaatiyle, müesseseleriyle, onu Osmanlı’da görmekteyiz. Tabi İstanbul da bunun en güzel bir mekânı.
Gerçi, bu İstanbul’da olan o câmîler, o mîmârî, o estetik, her yere taşınmış. Meselâ bir Üsküb’e gittiğiniz zaman, Bursa’ya benzer. Câmileriyle, hattâ o mezar taşlarıyla vs. Sanki o Bursa’nın bir parçası alınmış, Üsküb’e götürülmüş.
Bir Rusya’ya gittiğiniz zaman, bir Sivastopol’da şey var, Mimar Sinan’ın bir câmisi vardır Kırım’da. Paşaların yaptığı var.
Necip Fâzıl’ın dediği gibi; “Çil çil kubbeler serpen ordu…”
Yani ilk gittiği yerlere cihatta, mâneviyatı da beraber götürüyorlar. Mâneviyat arkadan gelmiyor. Fethettikleri yerlere Anadolu’nun temiz insanını götürüyorlar.
لَا اِكْرَاهَ فِى الدِّينِ “Dinde zorlama yok…” (el-Bakara, 256) Kimsenin boynuna kılıç dayanmadı “sen müslüman ol” diye. Fakat oraya insan götürüldü, o insanın şahsiyet, karakteriyle oranın halkı müslüman oldu.
Meselâ Arnavutların yüzde doksanı müslüman oldu. Şeylerin, Boşnakların yüzde yüzü müslüman oldu.
Bu, İslâm’ı taşıyacak insanı oraya taşımakla mümkün oldu.
Efendim, az önce buyurduğunuz gibi, Balkanlarda tabi eserler yapılıyor. Osmanlı’da 1800’e kadar bir sistem vardı: Devlet dâiresinde çalışanlar, devlet görevi alanlar -müsâdere sistemi vardı- mal varlığı, vefatından sonra fazla mal varlığı devlet hazineye alıyordu. Bunu bildikleri için, sağlığında -nasıl olsa devlete kalacak- dünyaya yatırım değil, âhirete yatırım vardı. Bu kaldırıldıktan sonra dünyaya yatırım başladı. Bugün gördüğümüz Boğazdaki yalılarımız -maalesef- 1800’den sonra.
Tabi tabi.
Bunu da buna bağlayabilir miyiz, yani müsâdere, işte dünyaya yatırım, âhirete yatırım, bu mâneviyat…
Tabi şu var; rûhânî plândan nefsânî plâna döndü hayat. Problem orada. Bu, Lâle Devri’nde başladı, rûhânî plândan ten plânına dönüş. Ceste ceste gitti. En nihâyet tabi Tanzimat’ta da bu maalesef çok beter oldu tâbir câizse. Tabi kültür de gitti. Devletin imkânları azaldı. Yani zâhirî bakımdan baktığımız zaman; ganimetler gelmemeye başladı, toprakları dört cephede koruma durumu başladı.
Diğer taraftan Amerika keşfedildi. Ümit Burnu’ndan ticaret başladı. İpek Yolu kayboldu. Tabi bu, madden sarsıntı oldu. Devlet, kendini ancak korumanın şeyine girdi. O sırada dünya, küçük sanayiye girdi. Tabi Osmanlı giremedi. Tabi giremeyince, iktisâden güçlü milletlerin kültürü başladı sirâyete. Bilhassa o zaman Fransızların.
Tabi bu, kapitülâsyonlar vardı daha evvelden. Onlar devam etti. Fakat tabi onlar, güçlüyken o faydalıydı. Meselâ Kânûnî Sultan Süleyman Han, hristiyan birliğini parçalamak için Fransa’ya kapitülasyonlar tanımıştı. Almanya’da Martin Luther’i destekledi. O diğer mezheplerden koptu, ayrı bir mezhep olarak Protestanlık yayıldı. Katolik şeyinden koptu. İspanya yalnız kaldı. Yani bir bütünü üçe böldü Kânûnî.
Tabi bu kapitülasyonlarla devam etti sonra. Tabi devam etmesiyle tabi bir kültür de girdi sonra. Yani onu, devlet güçlüyken o kültür, yani, hattâ Fransa Osmanlı’nın şeyi altındaydı, esâreti altındaydı. Fakat Tanzimat’tan sonra kültür olarak Fransa’nın esaretine girildi. Problem orada. Üst tabaka gidip Fransa’da tahsil gördü. Maalesef, kalpleri Fransız, apoletleri Osmanlı olarak döndüler. Âlî Paşa, Fuat Paşa, biri gitti, biri geldi, tahterevalli gibi. Yavaş yavaş bu çöküntüler devam etti.
Efendim, bir de Osmanlı’nın demin, ilk sohbetimizin başlangıcı, hassâsiyet, özellikle Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm-’a olan hürmetinden bahsetmiştik. Günümüzde bile bugün Kapalıçarşı’da Osmanlı altınlarının arkasına baktığımız zaman “darb-ı Kostantıniyye” yazar.
Evet.
Ya da mecidiyelerin arkasında, gümüş paralarda “darb-ı Kostantınıyye” yani Osmanlı “Kostantıniyye” isminden çekinmemişti. Bilâkis kullanmıştır Kostantıniyye’yi.
Tabi güçlü devlet. Bir de güçlü olmanın bir sebebi de, bütün etnik grupları kendi kültürüyle baş başa bırakmıştır. Kendi kültürüyle. Dokunmamıştır onların kültürlerine. Yani “illâ ki siz Türkçe konuşacaksınız” dememiştir. Fakat devlet dili Türkçe olmuştur.
Bugün Afrika’da baktığımız zaman böyle değil. Yani Afrika’da Fransızlar, İngilizler girdikleri yerlerde, oraların dillerini kültürlerini iptal etmişlerdir, kendi dillerini koymuşlardır.
Osmanlı’da 24 milyon kilometrekare bir şey var, hacim var. Böyle güçlü bir coğrafya parçası var. Burada o etnik grupları kendi kültürüyle baş başa bırakmakla hem onların saygısını kazanmıştır. Bir diğeri de -tahmin ediyorum- hadîs-i şerifte; لَتُفْتَحَنَّ اْلقُسْطَنْطِنِيَّةُ (“Kostantıniyye elbette fetholunacaktır…” [Ahmed, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300]) geçtiği için “Kostantıniyye” devam etmiştir. Fakat esas olarak tabi İstanbul’un ismi çoktur. Çok isim konmuştur.
Âsitâne denmiş.
Âsitâne denmiş. Fakat esas İstanbul halkı, “İslâmbol” demiştir. Yani İslâmbol, İslâm’ın bol olduğu, İslâm’ın fışkırdığı bir mekân mânâsına.
Bugün de hâlâ devam ediyor.
Evet.
Az önce dediniz, soruların arasında vardı ama cevapladınız, kavmî asabiyet yoktu Osmanlı’da.
Yoktu.
İstanbul içerisine baktığımız zaman, değişik kültürlerden insanlar vardı.
Yani şöyle şey yapalım; bir mikser düşünelim. Bir mikserin içinde bütün ırklar vardı ve bu mikser, düğmeye basıldığı zaman, hepsi Osmanlı bayrağının altında toplanıyordu. Osmanlıyız diyordu. Kürt de Osmanlıyız diyordu, Türk de Osmanlıyız diyordu. Diğer Arnavut da Osmanlıyız diyordu, Boşnak da Osmanlıyız diyordu. Ve şey de, diğer gayr-i müslim kavimler de saygılıydı. Yani hattâ, hukûkan, kendi aralarında kendi mahkemeleri vardı. Devletle olan problemlerde de devletin mahkemesine gidilirdi.
O kadar hoşgörülü.
Evet, o kadar. Hattâ burada çok şeydir, belki İstanbul’un fethi kadar mühimdir bu:
Fatih, bir devir açmış, bir devri kapatmış; bir hristiyan mimarıyla mahkemeye çıkıyor.
Bugün bu mümkün mü? Bugün hayali bir mümkün değil…
Hattâ hüküm veren Hızır Bey, arkadaşı.
O zaman Fatih’in, hitap ediş Fâtih’e tarzı: “es-Sultân ibnü’s-Sultân el-Gâzî Ebu’l-Feth Muhammed Hân-ı Sânî.”
Hızır Bey böyle yazmıyor. “Murad oğlu Mehmed” diyor. Herhangi bir vatandaş. “Şu gün murâfaanız var; gelin.” diyor.
Fatih gidiyor mahkemeye. Tabi ilk defa mahkemeye gidiyor. İlk defa bir mahkeme. Hızır Bey hâkim durumunda, kadı durumunda. Fatih gidiyor, bekliyor ayakta duruşmada. Hızır Bey diyor ki:
“Şer murâfaası üzeresiniz, ayağa kalkın!” diyor.
Tabi mâlum, mahkemelerde hâkim adâleti tevzî ettiği için, oturur; diğer eşhâs ayağa kalkar. Yani şey de, Hızır Bey de, Fâtih’e;
“Şer murâfaası üzeresiniz, ayağa kalkın!” diyor.
Fatih ayağa kalkıyor. Mahkeme bitiyor, Fatih’in aleyhine karar veriyor. Kısas istiyor.
Kesilecek.
Evet. Hattâ, asker o kadar çok seviyor ki Fatih’i, sarayı şey yapıyor, sarıyor. Hristiyan mimar ağlamaya başlıyor.
“–Dünyada böyle bir tevzî edilen bir adâlet yok diyor. Yok böyle bir adâlet diyor. Ben müslümanım diyor. Sadece Fatih diyor, kayd-ı hayat şartıyla bana bir yer tanzim etsin diyor, bir ev tanzim etsin diyor, o kadar diyor, başka bir şey istemiyorum.” diyor. Ve seviniyor bu hâdise onu İslâm’a şey yaptığı için.
Demek ki bu da çok mühim. Yani, bizim, en mühim yani, “İstanbul’u nasıl koruruz?” Hakîkaten bu, İstanbul’u bu, biz, ecdâdın gittiği yoldan, bir asr-ı saâdet yoluyla toplayabiliriz.
Bunu ben Osmanlı kitabında da bahsetmiştim. O zaman gelen, Osmanlı’ya gelen gazeteciler, şeyler, sefirler vs. hâtıraları var. O hâtıralarda çok câzip şeyler var.
Meselâ bir hâtıratta şöyle bir şey var:
İstanbul’u gezdim diyor baştan aşağı diyor. Baktım diyor; müslümanların olduğu mahallelerde kediler var, köpekler var diyor. Gayr-i müslimlerin mahallelerini gezdim diyor; köpek ve kedi yoktu diyor. Anladım ki diyor, bu kedi köpek diyor, müslüman mahallelerinden merhamet görüyorlardı. Onlara bile burada merhamet tevzî ediliyordu.
Yine birkaç, şöyle güzel hâtıraları var. İşte bir hamalın gelip cüzdanını düşürmesi, tekrar turiste gidip o cüzdanı bulması, cüzdanı vermesi vs…
Yani o maddî câzibesinin çok daha ötesinde bir mânevî câzibe merkezi hâline gelmiş.
Ne güzel. Efendim ben sözü gençlere yine getirmek istiyorum müsâadenizle. Topkapı Sarayı’na bugün günlük gezdiğimiz zaman şöyle bir rakam alıyoruz. 8-10 bin kişi geziyor Topkapı Sarayı’nı. Ama rakamlara baktığımız zaman, gezen sayısı, maalesef yabancılar ön plânda. %70’i yabancılar. Neden biz sahip çıkamıyoruz, gezi yapmıyoruz? Burada acaba sivil toplum örgüt ve derneklerine, işte efendim vakıflara iş düşüyor mu? Ne yapmamız lâzım? Özellikle gençlerimizi ecdâdımızla buluşturmak için…
Tabi bu, tarih şuuru lâzım. Tabi bu tarih şuuru çok mühim. Bu tarih, bir milletin hâfızasıdır. Bir tecrübeler mecmuasıdır. Bu yüzden mâzi çok mühimdir. Mâzinin bittiği yerde millet biter, insan biter, iz’an biter. Çünkü millet, bir bakıma tarihinden ibarettir. Bir verâset vardır tarihten aldığı. Tabi bu, maalesef bu, kültür erozyonu, uzaklaştırmıştır maalesef.
Yani, tarihinden koparma gayretleri olmuştur. Tarihten koparma gayretleri olmuştur. Kütüphanelerden uzaklaştırma gayretleri olmuştur. Milyonlarca kitap okuyucusuz kalmıştır. Harf değişti vs. oldu, yasaklandı. Tabi bunlar, mâziden bir kopma olmuştur.
Turistler de, turistlerin cazibesi de; gördükleri şey, kendi memleketlerinde daha fazla, binalar, yollar filân, kaktüsler, o binalar, gökdelenler daha fazla. Buradaki o estetik, çok değişik geliyor; ruhlarına bir ferahlık veriyor.
İşte biz o zaman o kıymeti bilemiyoruz. Yani gençlerimize aksettiremiyoruz. Burada lâzım, bize iş burada düşüyor.
Tabi, yani tarih şuuru veremiyoruz maalesef.
İnşâallah vereceğiz.
İnşâallah. Tabi bu, zamanımız çok mühim. Çok gayret etmemiz lâzım. Bir uyuşturucudur, içkidir, vs.dir. Bu, maalesef yabancı tesirler çok zararlı oluyor, çok zararlı. Yani kültürden de kopartıyor, benlikten de kopartıyor, insanlıktan da kopartıyor.
Evet. Son iki sorumuz kaldı Efendim müsâadenizle. Ben az önce söylediniz, vakıflar. 20.000 küsur vakıf dediniz.
26.600, o da tescilli. Yani tescilsiz ne kadar var, o tarafı bilmiyoruz.
Bugün baktığımız zaman Türkiye Cumhuriyeti’nde 4.500 tane vakıf var. Ki bunun, yani tescilli olan vakıf, kamuya yararlı, hepsi birlikte 4.500 adet vakıf var içerisinde. Bunun faal olanı da, koşturanı da 1.200 taneymiş Efendim rakam olarak. Şimdi, Osmanlı Devleti bir sosyal politikaydı. Sosyal devletti aynı zamanda, çalışmaları vardı. Halkına daha çok ilerliyordu, daha çok vakıflarla ulaşabiliyordu.
Biz bu vakıf rûhunu, vakıf medeniyetini nasıl acaba günümüzde, en azından -canlandırma değil de- anlatabiliriz acaba? Vakıf medeniyeti olduğu Osmanlı’nın, pek aksettirilmiyor.
Efendim, tabi, bizim Edebali Hazretleri’yle başlayan tarihimizde, yani bu Edebali silsilesi devam ettiği müddetçe, daimâ toplumda Hâlık’ın (şefkat) nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı ve bir merhamet tevzî edilmiş. Tabi bu, merhametin getirdiği şefkat müesseseleridir vakıflar. Bu 26.600 vakfın zaten 1300’ü de şeylerindir, Vâlide Sultanların, hanımların vakfıdır. Yani erkekler bitmiş, hanımlar da bir faal hâle gelmişlerdir.
Meselâ bir Kösem Sultan var 1. Ahmed’in hanımı. Biraz sert mizaçlı bir hanım. Öyle olduğu hâlde vakıf, bir tabiat-i asliye hâline gelmiş; yetim kızlara çeyiz hazırlama vakfı kurmuş.
Ne kadar vakıf, bir inceliğe, bir zarâfete götürmüş ki, Bezm-i Âlem Vâlide Sultan’ın Şam’da kurdurduğu bir vakıf var. Bugün insanın oraya hayâli gitmez, o vakıfta birinci madde:
Şam’ın tatlı suyu, atşân olan Mekke’ye, Medîne’ye gelen hacılara verilecek.
Tasavvur buyurun; tâ Şam’dan Medîne’ye su taşınacak. O tatlı su içirilecek gelen hüccâca.
Onun çok daha çok daha ötesinde bir maddesi var:
Müstahdemlerin kırdıkları eşyaların tazmin edilmesi.
Sehven, yanlışlıkla kırdıkları bir eşyâ. Çünkü o müstahdem azarlanmayacak. Onun kalbine bir diken batırılmayacak. Yani o insana Hâlık’ın (şefkat) nazarıyla bakılacak.
Tabi bu çok incelik. Bir de akıl hastaları için de “muhterem âcizler” denmiş. Avrupa’da o zaman akıl hastalarına cin girdi diye yakıyordu.
“Muhterem âcizler” denmiş. Allah o kulu halkettiği için “muhterem” denmiş. Yani Hâlık’a izâfe edilerek. Hâlık’ın (şefkat) nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı; “muhterem” denmiş. Gücü olmadığı için “âciz” denmiş. “Muhterem âcizler” denmiş. Yani nasıl bir nezâket…
Meselâ Fâtih, İstanbul’u fethettikten sonra bir aşhâne kuruyor. Bu diyor, aşhâneden diyor, İstanbul şehidlerinin âilelerine gıdâ dağıtılacak, yemek dağıtılacak diyor. Fakat diyor, havanın loş karanlığında. Yani akşam kimse görmeden, herkes evine çekilmiş. Tabi yollarda ışık yok, fenerler var. Herkes evine çekilecek, yani o yetim çocukların, dul hanımların haysiyeti korunacak.
Utanmasın…
Küçük düşmesin, şey olmasın. Bu tabi çok incelik. Yani bugün maalesef bugün dünya buna ne kadar muhtaç… Bugün dünyanın o şeyi görüyoruz, vahşeti görüyoruz işte, Suriye’yi görüyoruz işte. Tek dişi kalmış canavar medeniyet! Yani vicdanlar kurudu. Yani pragmatist, menfaatperest bir insanlık meydana geldi. Yalnız menfaatini düşünüyor. Tam bir câhiliye devri bu. Yani câhiliye devri zaten budur: Merhametin, şefkatin, insanlığın bittiği devirdir.
Meselâ bir misal vereyim. O zaman Ebû Süfyan’ın hanımı Hind vardı. Sonradan müslüman oldu tabi. O zaman ilk, İslâm, âyetler inmeye başladığı zaman;
“–Böyle din mi olur?” dedi. “Ben bir köleyle aynı mı olacağım?” dedi. “O köledir, talihine küssün.” dedi.
Bugün dünya da öyle diyor:
“–O diyor, Suriyeli diyor, tâlihine küssün diyor. Bana ne!” diyor.
Tam; “Bırakınız yapsın, bırakınız geçsin…”
Bu, kapitalistlerin bir şeyi bu, parolası bu. Yani umursamıyor. Vicdanından hiçbir ses çıkmıyor. Yine keyfinde, şeyinde, eğlencesinde, vesâiresinde. Irgalamıyor tâbir câizse hiç. “Bana ne, talihine küssün!” diyor. “Ben orada değilim nasıl olsa.” diyor.
Hangisi medeniyet?
Bir misal vereyim. Meselâ Bedir Harbi’nde müslümanlar esir aldılar. Müslümanlar galip geldi, Cenâb-ı Hak lûtfetti. Esirlerini Medîne’ye götürürken, sahâbî, zaman zaman kendileri develerinden indi, esirleri develere bindirdi. Efendimiz buyurdu ki; “Yediğinizden yedirip içtiğinizden içireceksiniz. Ona fazla yük vermeyeceksiniz. Hattâ onlara yardım edeceksiniz…” Çoğu da müslüman oldu.
Lafayet diyor ki, bu, Fransız, meşhur Fransız filozof, o ihtilalde:
“Ey büyük insan!” diyor Peygamber Efendimiz’e. “Sen’in diyor, dünyada tevzî ettiğin hak-hukuku şimdiye kadar kimse tevzî edemedi.” diyor.
Goethe vardır, Almanların mütefekkiri. O diyor ki:
“Muhammed diyor, bir dağ pınarıdır.” diyor. Yani coşan bir pınardır diyor. Onun diyor ulaşmadığı hiçbir yer yoktur diyor. Her yere, dünyanın her yerine O’nun adâleti, hakkı, hukuku ulaşmıştır diyor.
Bismark:
“Keşke diyor, Sen’in devrinde yaşasaydım.” diyor, Alman Bismark.
Thomas (Carlyle) var, o diyor:
“Hırkasının diyor, yamasını yamayan diyor, Muhammed, taçla gezen bir kraldan çok daha fazla îtibar bulmuştur dünyada.” diyor.
Yani, hidâyet Allah’tan. Fakat Efendimiz’i bütün o mütefekkir denilen zümre, tasdik hâlinde.
Fakat tabi bugün o medeniyet bitti. Bugün hunhar bir -eğer medeniyetse- hunhar bir insanlık meydana geldi.
İmam Hatib’in ben ilk talebelerindenim. Nurettin Topçu bize derse gelirdi. O, felsefe ve sosyoloji gruplarına gelirdi.
Bir gün bize bir soru sordu:
“‒Oğlum dedi, bugünkü insan mı medenîdir, dünkü insan mı medenî idi?” dedi. “Dünkü insan mı mesuttu, bugünkü insan mı mesut?” dedi.
Arkadaşlardan biri dedi ki:
“‒Bugünkü insan.” dedi.
“‒Niye?” dedi.
“‒Çünkü dedi, üç günlük yol, uçakla bir saatte gidiliyor. Hanımlar eskiden teknede yıkardı uzun uzun, şimdi çamaşır makineleri çıktı. Buzdolabı yoktu, kuyulara indirilerek o şekilde soğutuluyordu. Bugün çok büyük bir rahatlık geldi dedi. İşte bu rahatlık dedi, insanoğlunu menfaatperest yaptı, egoist yaptı.
Bakın dedi, 1945’te dedi, Japonya iki tane bomba, iki tane atom yedi dedi, iki şehir kömür oldu dedi. İnsan öldü dedi, kadın öldü dedi, çocuk öldü dedi, hayvan öldü dedi, toprak öldü dedi. Ne hakkın var buna dedi. Hangi hakla dedi bu zulmü yapabilirsin dedi. İşte bugünkü medeniyet budur dedi. Bugünkü medeniyet, bir esiri olmakta makinenin. Yani makinenin terakkîsi, demirin terakkîsi, bugün maalesef bir medeniyet sayılıyor. Halbuki onlar medeniyeti öldüren şeylerdir. Öldürdüler medeniyeti…”
Bugün de öyle. Baktığımız zaman, ne yapıyor Suriye’de; o çocuktu, çoluktu, kadındı vs. hiç demiyor. Bombaları yığdırıveriyor. Senin ona gıdâ göndermenin bile önünü kesiyor, göndertmiyor. Onu hem yaralıyor, hem açlığa mahkûm ediyor. Bunun neresi insanlık, neresi medeniyet bunun?!.
Maalesef işte Mehmed Âkif’in bir mısraı vardır; “tükürün” diye başlar. “Tükürün asrın çehresine!” diye uzun uzun gider…
Peki Efendim, son olarak, sizden gençlerimize özellikle mesaj istiyoruz İstanbul’la ilgili. Neler yapalım, neler yapsınlar?
Efendim, bir defa mâneviyat vermeden olmaz. Mânevî terbiye zarurî.
Tabi, âileler de zayıfladı. Âilelerde İslâm kültürü çok azaldı. Televizyon, internet, bunların bazı programları, modalar, reklâmlar; alıyor insanı, uzaktan kumandalı oyuncaklar hâline getiriyor.
Meselâ bu ilk çıktığı zaman, bu diyorum ben, yırtık pantolon, dizler yırtık, şeyler yırtık, moda… Allah Allah!.. Herhâlde dedim, bunun maddî imkânı mı yok dedim. Yani bu insanların dedim böyle. Sonra baktım biraz elit zümreden birisi geldi, onun da pantolonu yırtık.
Şimdi, yani pasaklılık -af edersiniz- moda oluyor. O da pasaklılıktan zevk alıyor. Ne bileyim, an geliyor saçları uzatıyorlar, an geliyor saçları sıfıra vurduruyorlar, an geliyor küpe takıyor…
Yani, bunlar kendinden uzaklaşma.
Bizlere çok iş düşüyor o zaman.
Çok iş düşüyor. Tabi bu, ecdad nasıl İslâm’ı yaşayarak anlattı? Nasıl bir Bosna fethedildiği zaman Bosna’ya Anadolu’nun temiz halkı gönderildi?..
Kimseye “müslüman ol” diye kılıç dayanmadı. 1. Murad’dan sonra Kosova’da “illâ müslüman ol” diye kimse zorlanmadı. Anadolu’nun temiz halkı, İslâm’ın şahsiyet ve karakterini aksettirdi. Bugün mahrumiyet, bu…
Evet. Muhterem Efendim, çok teşekkür ederiz.
Estağfirullah.
Zamanınızı aldık. İnşâallah değerli dinleyicilerimiz de, değerli -inşâallah- okurlarımız da istifade edeceklerdir. Teşekkür ediyoruz.
Estağfirullah. Allah râzı olsun…