Monroe Doktrini, ABD Başkanı James Monroe‘nin, 2 Aralık 1823’te kongreye sunduğu doktrin.
Doktrinin öngördüğü hususlar şöyleydi:
- Anti-koloniyalizm görüşü: Elde ettikleri ve sürdürdükleri özgür ve bağımsız durumları ile Amerika Kıtaları, bundan böyle Avrupa devletlerinden herhangi birinin kolonileştirme isteklerine konu olamaz. (O sıralarda Alaska’ya sahip bulunan Rusya’nın egemenliğini daha aşağılara doğru genişletmek niyetine-Kaliforniya’ya kadar-karşı çıkılıyordu.)
- Kutsal İttifak Devletleri’nin siyâsâl sistemi, Amerika’nınkinden tamamen farklıdır. Kendi sistemlerini bu yarım kürenin herhangi bir yerinde yaymak için yapacakları herhangi bir girişimi barış ve güvenliğimiz için tehlikeli görürüz.
- Karışmazlık-non intervention-isteği: Avrupa ülkelerinin herhangi birinin mevcut kolonilerine ya da ona tabi olan bölgelere hiç müdahale etmedik ve etmeyeceğiz. (Çünkü o sıralarda Güney Amerika’daki İspanyol kolonilerinde bağımsızlık isyanları olmaktaydı ve Avrupa büyük devletlerinden oluşan Mukaddes İttifak (Sainte Alliance)’nin buralara müdahale ile koloniyalist çıkarlara hizmet için karışması istenmiyordu)
- Kabuğuna çekilme (isolation) ilkesi: Avrupa devletlerinin kendilerini ilgilendiren sorunlar yüzünden yaptıkları savaşlarda hiçbir zaman taraf tutmadık ve böyle bir davranış siyasetimize de uymaz. (söz konusu mesajda, Amerika’nın Avrupa işleriyle ilgilenmeyeceği ve karışmayacağı ilkesi açıklanıyordu.)
Etkileri
Monroe Doktrini Amerikan siyasetinin adeta değişmeyen Anayasası olmuş ve bu nedenledir ki I. Dünya Savaşı‘na dahi Almanya tarafından güvenliğinin yakın bir şekilde tehlikede olduğunu gördüğü için girmiştir. Ancak, Amerika, bu savaşa bir ortak olarak değil, taraf olarak katılmış ve savaştan çekilme hakkını daima muhafaza etmiştir.
Keza, Monroe Doktrini dünya politikasında Birleşik Devletler’in siyasetini açıklığa kavuştururken bu ilkelerden sapma temayülü gösteren liderlerine müsamaha göstermemiştir.
Nitekim, Başkan Thomas Woodrow Wilson, Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren antlaşmaları ve özellikle de Versay Antlaşması‘nı ve ona bağlı Milletler Cemiyeti Paktı’nı Amerikan halkına kabul ettirebilmek için yoğun bir çaba göstermiştir. Bu amaçla; 22 günde 8. 000 mil yol katederek ve 37 söylev vererek Amerikan kamuoyunu ikna etmek istemiş, ancak buna muvaffak olamamıştır. Hatta bu geziler sırasında felç olmuştur. Tüm bu gayretlere rağmen Amerikan Senatosu, Versay Antlaşmasını ve Milletler Cemiyeti Paktı’nı onaylamamıştır. Bu iki belge için Senato’da Kasım 1919, Ocak 1920 ve Mart 1920’de üç defa oylama yapılmış, ancak hiçbirinde tasdik için yeterli oy çoğunluğu sağlanamamıştır. Bu sonuç hasta durumda olan Wilson’ı çok üzmüştür:
“Şimdi onlar ne kaybettiklerini acı bir tecrübe ile öğreneceklerdir. Dünyanın liderliğini kazanmak için elimize bir fırsat geçmişti. Fakat bu fırsatı kaybettik ve yakında bu kaybın nasıl bir trajedi olduğunu göreceğiz.”
Etkisini Kaybetmesi
Amerikan halkı, 1920 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde I. Dünya Savaşı’na damgasını vuran ve açıkladığı 14 prensip ile tüm dünyanın dikkatini üzerinde toplayan Wilson’ın yerine Monreo Doktrini’ni savunan Cumhuriyetçilerin adayı Warren G. Harding‘i Başkanlığa seçerek Wilson politikası yerine muhafazakâr politikayı tercih etmiştir.
Monreo Doktrini’nde olduğu gibi, Versay‘dan sonra da ABD, Milletler Cemiyeti ve Avrupa ile ilgisini tamamen kesmemekle birlikte, Latin Amerika ve Uzak Doğu ile daha fazla ilgilendi. Bu dönemde Avrupa’nın Uzak Doğu ile ilgisi azalırken Japonya yeni bir güç olarak bölgede etkin rol almaya başladı. Dolayısı ile Japonya Amerika için bir rakip ülke ve endişe konusu oldu. 1922 Washington Konferansı ile Japon deniz gücünün sınırlanmasında, bu durum önemli bir faktör oluşturdu. Bununla birlikte, Uzak Doğu’da Japonya ile Birleşik Amerika arasında sürtüşme ve çatışmalar 1931 yılından itibaren yeni bir boyut kazandı.