Kayıtların, belgelerin siyasal konjonktürü işgal ettiği şu günlerde hayatımızı işgal eden ‘belgesel bakış’ üzerinde durmak belki de yeni teknolojinin çerçevesi ve bu çerçevede içinde nasıl bir ahlakın tesis edileceği ile ilgili daha derinlikli düşünmemize yardımcı olur.
Bugünlerde belge ve belgesel ya da kayıt gibi ifadeleri kullanmak, bir taraftan harcı alem bir ifade, diğer taraftan çok riskli bir duruma tekabül ediyor. Siyaset kişisel hayatın gözetlenmesi ve gizlice kayda alınmasıyla elde edilen bilgilerin savaşına dönmüş vaziyette. Bu yüzden hiç kimse kendini güvende hissetmiyor. Halbuki gözetlenmek ve mahremiyetin yok oluşu, sadece güvenlikle alakalı bir mevzu değil. Sistem bizzat bizim bıraktığımız izler üzerinden yürüyor. Mağazalar ve banka ekstreleri neler aldığımızın bilgisini kaydediyor, sağlık bilgilerimiz sosyal güvenlik nedeniyle sisteme yükleniyor; kargo şirketine kimlik numaramızı, Google’a ilgi alanlarımızı gönüllü veriyoruz. Velhasıl sadece gizli ve kasıtlı olarak değil, içinde bulunduğumuz iletişim ve enformasyon çağında, haberli habersiz, gönüllü gönülsüz sürekli bir gözetim altındayız. İşin ilginç tarafı, biz kendimiz kendi hayatımızı sürekli belgeleyerek gözetime sunuyoruz.
‘Ben’den anlık haberler
Yemek masasında, iş toplantısında, taziye evinde, nikâh töreninde, konserde, konferansta… Her yerde başkalarıyla bağlantı halindeyiz. Bir söz kesme töreni sırasında bir yakınımın twitter’dan adeta canlı yayın yaptığını öğrendiğimde şaşırmama şaşırdı çevremdeki gençler. “Kahveler geldi”, “Sözü de, kızı da aldık”, “Damat mahcup, gelinin gözü yüzükte”… vb. Bir konserde izlenimlerini twitter’den paylaşan koltuk komşum, anı yaşamanın “paylaşım” boyutunu dikkate almamı sağlayan en çarpıcı örnekti. Bilet ücreti ödeyip o koltukta oturduğu halde orada icra edilen müzikten zevk almak yerine, orada olduğunu başkalarına bildiren mesajlarla konsere gelmiş olduğunu tescilleme ihtiyacı duyuyordu. Ve o anı, o tecrübeyi ancak başkalarının onayı üzerinden değerlendirebiliyordu.
Bir aile yemeğinde gözünü telefonunun ekranından ayırmayanlar sadece gençler değil artık. Bir parantez açarak belirteyim. Dokunmatik ekranlardan önceki tuşlu telefonlarda, karşısındaki ile göz teması halindeyken bile eliyle başka birine mesaj yazabilme becerisi kazananları biliyorum. Gördüğüm ilginç bir örnek daha var. Tek eliyle kanun çalarken arkasına sakladığı diğer eliyle bakmadan mesaj yazabilen, arkadaşları arasında “baş parmak” lakabını hak eden becerikli çocuklar da tanıdım.
‘Paylaşımcı’ online hayat
Sürekli paylaşma, online olma, mesajlaşma, kişiler arası iletişim açısından nasıl bir duruma karşılık geliyor? Bu soru kendi içinde bir tespiti de barındırıyor esasında: Yanımızdakilerden ziyade ekrandakilerle bağlantı halindeyiz. Konserde kendimizi müziğin kollarına bırakamıyor, derste konuya dâhil olamıyor, aile yemeğinde yakın ilişkilerin sıcaklığına teslim olamıyoruz. “Burada, ama başka yerde olma” arzusu, teknolojinin sunduğu imkânlarla gündelik hayatımızın mottosu oluyor.
Laptoplarla, Ipad’lerle, yaygınlaşan wireless hizmetleriyle mekandan bağımsızlaşan online olma imkanı, akıllı telefonlarla birlikte artık zaman ve mekan bağlamından tamamen koptu. Hep birlikte sonsuz siber uzayın içindeyiz.
Bir zamanlar telefonla başsağlığı dileme, telefon aracılığıyla, telgraf çekerek düğün ve bayram tebriği gibi meseleleri konuşur ve insanlar arası iletişimin ne kadar gerilediğinden ve geçiştirildiğinden yakınırdık. Şimdi çok kimse telefonla bile bölmek istemiyor muhatabını ve ona eğer isterse cevap vermesi için bir mesafe ve fırsat sunuyor, mail ve kısa mesaj yazarak. Mail üzerinden mektubun geri gelişini tecrübe ettiğimizi söyleyenler de var. Ama tarihte hiç bir şey aynı şekilde tekerrür etmez. Marks’ın sözü değil miydi? Tarihte olaylar iki kez tekrar eder: birincisinde trajedi, ikincisinde komedi olarak. Nitekim mail ya da mesaj, sonundaki üç noktaya bir ömre eşlik eden sevginin yüklendiği mektup değil. Nostaljik olmanın manası yok, tabii ki hayatın hızına kurduğumuz cümleler de ayak uydurmak zorunda kalıyor. Sözlü kültürün geri dönüşü olarak kutlanan internetin yeni imkânları ile ilgili çok kesin yargı cümleleri kurmak için biraz erken esasında. Walter Ong, biraz erken bir kutlama yapmıştı bu konuda kanaatimce (Sözlü ve Yazılı Kültür). Ama şu bir gerçek ki, günümüzde bağlantıda olma sarhoşluğunu yaşıyoruz çeşitli düzeylerde.
Gençlerin bedavalarını kullanmaları daha ziyade mesaj üzerinden kendini gösterirken orta yaşlara doğru saatlerce telefonda “eee daha daha nasılsın” muhabbetinin sündürülmüş örneklerine şahit oluyoruz toplu taşımalarda. Hatta caddede karşıdan kaşıya geçerken bile telefonda konuşmaya devam ederek aşırı iletişimin dibini bulanlar oluyor. Her hangi bir kurumun, mesela ilgi beklentisinin en yüksek seviyede olması muhtemel bir mekân olan bir hastanenin danışma bankosunda duran görevliler, o kadar iletişim halindeler ki siz ismen ve cismen orada olduğunuz halde onlar, orada olmayan “daha önemli biri”yle iletişmeye devam ediyor.
‘Belgesel bakış’
Diğer taraftan sosyal medya, bugünümüzü potansiyel bir geçmiş belgeseli olarak görmeye zorluyor bizi. “Biri” olmak, “izlenen biri” olmak demek. Bu yüzden de “hayatım roman” dan “hayatım filmkaresi”ne geçişin örneklerini sunuyor çeşitli sosyal medya araçları. Her adımımızı “önemli kişi” olma vurgusuyla belgeliyoruz. “Belgesel bakış”, bugün içinde olduğumuz anı sosyal medyanın vadettiği seyirci tarafından tüketilecek potansiyel bir geçmiş olarak görmek demek.
Bunları düşünürken oğlumun ilkokul çağlarında adını, bir iki cümleyi çiziktirdiği kağıtları “anne bunları sakla ilerde tanınmış biri olduğumda değerli olacak” diyerek beni gülmelere gark ettiği anlar geldi aklıma. Bunu yeni kuşakta hiç de yabancısı olmadığımız bir ben algısının tezahürü olarak görüp geçmeli miyiz? Bence pek görülüp ya da gülünüp geçilecek bir durum değil. Zira kendini sunma, bizim sadece kim olmak istediğimizle, kendimizi nasıl göstermek istediğimizle ilgili olmuyor; bazen ne yaptığımızın bizzat sebebi oluyor. Yapılanlar-edilenler zamanla potansiyel bir Youtube videosu ya da bir Facebook postası olarak görülmeye başlanıyor. İzleme yukarıdan bir yerlerden değil, çok sayıda “kullanıcı” arasında gerçekleşiyor. Hal Niedzvicki bu eyleme doğrudan ‘dikizleme’ diyor ve ona göre bugün dijital imkânlar ve sosyal medya yeni bir ‘dikizleme kültürü’nü besliyor.
Dikizleme kültürü
İronik olan şu ki, sosyal medya gibi araçlar bizim gerçek ve otantik olduğumuz konusunda başkalarını ikna etmemize yardımcı olurken aynı zamanda bunu bizi “burada” ve “şimdi” var olarak edineceğimiz deneyimlerden kopartarak gerçekleştiriyor. Nasıl mı? Konferans dinlerken konuşulan üzerine yoğunlaşıp tefekkür etmek yerine, kopuk kopuk notlar alıp sosyal medyada arkadaşlarınızı ne kadar entelektüel olduğunuza değilse de, amaçlarınıza ve iddialarınıza uygun bir eylem içinde olduğunuza ikna etmeye çalışırsınız. Eğlenmek yerine ne kadar eğlendiğinizi sergilemek, zevk almak yerine zevk aldığınız ortam ve nesne üzerinden tescillenmek istersiniz.
Bu durum en fazla turistik seyahatlerde gösterir kendisini. Gidilen mekana dahil olunmayan, “oradaydım” fotoğraflarıyla belgelenmese kişide ne gitmeye ne dönmeye dair bir iz bırakmayan gezilerdir bunlar. Sadece turistik gezilerde değil, günlük hayatta da pek çok belgeleme imkanlarıyla (Facebook, Twitter, Instagram, Foursquare vb.), hem madden hem de metaforik olarak ellerimizde kamera ile yaşıyoruz. Yeni bir kafe keşfettiğimizde Foursquare’de yerimizi işaretliyor ya da büyük bir dilim pizza sipariş verdiğimizde Instagramda herkesin görmesini sağlıyoruz. Komik bir konuşma duyduğumuzda onu twitlemeyi düşünüyoruz. Arkadaşlarımızla takılırken Facebook statümüzü güncellemek istiyoruz. Bir konserdeyken hemen orada bir fotoğraf çekip paylaşmak istiyoruz. Güzel bir pasta yaptığımızda, kesip bir lokma bile almadan fotoğrafını çekip paylaşıyoruz. Tüm bu örnekler iletişimde mekân ve zaman birliği ile ilgili ciddi bir dönüşüm yaşadığımızı ve hayatımızı “belgesel bakış”ın etkisi altında şekillendirdiğimizi ortaya koyuyor.
Kayıtların, belgelerin siyasal konjonktürü işgal ettiği şu günlerde, hayatımızı işgal eden “belgesel bakış” üzerinde durmak, belki de yeni teknolojinin çerçevesi ve bu çerçeve içinde nasıl bir ahlakın tesis edileceği ile ilgili daha derinlikli düşünmemize yardımcı olur diye umuyorum.