Türkiye’de Mülteci Düşmanlığının Tırmandırılması
Türkiye zemini ve toplumsal tabanı yıllardır ilmek ilmek hazırlanan büyük bir operasyona Kayseri’den başlayarak maruz kaldı. Hadiseyle üretilen görüntülerin Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye’nin kontrolü altındaki bölgelerde tam aksi bir provokasyonu harekete geçirmesi aslında olayın kaçınılmaz sonucu gibi görünebilir, ama Kayseri’deki hadisenin de kendiliğinden, kaçınılmaz bir sosyal patlama olduğu kabul edilirse…
Oysa Kayseri’deki olay kendiliğinden gelişmiş değil. Kayseri halkının Suriyeli mültecilere karşı asla doğal bir tepkisi olarak ortaya çıkmış değil. Mutlaka Kayseri halkı içinde Suriyeli sığınmacıların varlığından rahatsız olan, onların bir an önce evlerine gitmesini isteyen bir kesim vardır. Mikrofon uzatıldığında eteklerinden bir sürü taş da dökülebilir, şu andaki işsizliğin de enflasyonun da toplumdaki bütün suçların da kadına karşı şiddetin artışının da yolsuzluğun da hastanelerdeki muhtemel hizmet aksamalarının da hepsinin sebebinin Suriyeli olduğunu bir çırpıda söyleyebilecek çok sayıda insan bulunabilir.
Ama bu insanların var olması, Kayseri halkının Suriyeli mültecilere karşı bu düzeyde bir öfkeyi bir sosyal patlamaya dönüştürebileceğini göstermez. Sadece Kayseri’de değil, Türkiye’nin hiçbir yerinde göçmen karşıtlığının böyle bir öfkeye kaynaklık edecek gücü yok. Belki genel olarak haddinden fazla siyasallaştırıldığı, siyasilerin kârlı bir alan görüp kaşımaları ölçüsünde bu konudaki ilk kanaatler ciddi hoşnutsuzluklara dönüşmektedir, ancak bir sosyal patlamaya yol açacak boyutta asla değil.
Suriyeli Sığınmacılar Meselesi
Bırakınız sosyal patlamayı, o kadar seçim yaşadık, Suriyeli sığınmacılar konusu muhalefet tarafından o kadar kaşınıp neredeyse seçimin öncelikli birkaç konusundan birisi hâline getirildiği hâlde bütün seçimleri AK Parti kazanmaya devam etti. Aslında 2019 seçimlerinden itibaren iktidar partisi bu ırkçı göçmen karşıtı homurtuları gereğinden fazla ciddiye aldı, hatta bu endişelere gereğinden fazla prim verdiği için bu konudaki söylemini ve siyasetlerini bile giderek, maalesef, sığınmacıyla mücadele politikalarına dönüştürdüğü hâlde İstanbul ve Ankara belediyelerini kaybetmekten kurtulamadı.
Seçimleri kaybetmesinin sebebi asla insani sığınmacı politikaları değildi. 2019 İstanbul seçimlerinde iktidara karşı belli bir düzeye ulaşan öfkenin içinde sığınmacılarla ilgili kısım devede kulak mesabesinde bile değildi. Nitekim seçimlerin iptaliyle yenilenen seçimlerde başta 12 bin seviyesinde olan fark 800 bine kadar çıkarken göçmen politikalarının bunda hiçbir rolü olmadığı aslında çok net bir biçimde görüldü. Aynı göçmen konusu 2023 başkanlık seçimlerinde yine gündemdeydi ve seçimlerin sonucunu tayin etmesi bekleniyordu ama hiç de belirlemedi, aksine Erdoğan yine seçimleri kazandı.
Maalesef son yerel seçimlere gidilirken bu durum iyi teşhis edilip ayırt edilemedi. Sığınmacılarla insani ölçülerin aşılması pahasına mücadele edildiği takdirde seçimlerin kazanılacağı zannedildi. Yapılan sıkı kontrollerle büyükşehirlerimiz Suriyeli sığınmacıların sokağa çıkamayacağı hâle geldi. En ufak bir kimlik tereddüdü sergileyen şahıslar otobüslere doldurularak geri gönderme merkezlerine yollandı. Suriyeli işçi çalıştıran İstanbul’daki işyerleri kapanma noktasına geldi. Kimliğini ve şehirdeki mevcudiyetini kanıtlamakta azıcık gecikenler kendilerini geri gönderme merkezlerinde, ardından Suriye’de buldu. Seçimlere doğru gidilirken İstanbul ve Ankara’daki yabancı görünürlüğü azaltılmak suretiyle kamuoyuna -artık kimse bu kamuoyu- mesaj verilmesi hedeflendi.
Ne var ki bu politikalar hiçbir şekilde zaten Suriyelilerden nefret eden ve gitmesini isteyen hiç kimsenin oyunu kazandırmadığı gibi, AK Parti’nin insani siyaset konusunda yıllardır kendisine bir kalite ve derinlik kazandıran duruşunu tahrif etti. AK Parti’yi AK Parti yapan ve onu medeniyetimizin ruh kökleriyle irtibatlı kılan damarlar bu lakayt uygulamalarla âdeta kurutuldu. Sığınmacıların, mazlumların, mağdurların duaları AK Parti ileydi. Şimdi gidin arayın bulun bulabilirseniz mağdurlara, gidin ulaşın ulaşabilirseniz mazlumlara, girin girebilirseniz o gönüllere, bir bakın o dua köprülerinin yerinde neler göreceksiniz. “Gel kalbime gir, orda felaket ne imiş gör” diyor ya şair.
Sığınmacıların, mazlumların, mağdurların kalplerindeki Allah ile aralarında bir vasıta bulunmayan, sapasağlam meskenlerimizi bırakıp ne hizmet ne kardeşlik ne millet ne dostluk ne nimet bilen, hiçbir çabayı takdir etmeyen, kibirli-ırkçıların çorak kalplerine girmeye çalıştık. Giremezsin o kalbe. Gazze’ye kör, mazluma lakayt, komşusuna kem, zayıfa kahraman, güçlüye kul köle insanların kurumuş kalplerine girecek bir anahtar yok, onu ihya edecek bir şey yok.
Son zamanlarda uygulanan politikalarla âdeta bu kalplere girilmeye, bu ırkçılar memnun edilmeye çalışıldı, ama onları memnun edelim derken ahlaki, insani zeminimizi kaybetmekle karşı karşıya kaldık. Fazladan olmak üzere bu ırkçılar şımardıkça şımardı. Daha fazlasını istemeye başladılar. Zaten Suriyelileri nihayetinde geri gönderebilmek için halkına karşı insanlık suçu işlemiş Esed ile bile temasların başladığının duyurulduğu günün ertesinde böyle bir operasyon geldi.
Kayseri Provokasyonu
Operasyonu yapanlar bunun bir toplumsal hareket olduğu görünümü vermeye çalışıyor, bunun yerleşik geleneklere, kimliğe ve karaktere sahip Kayserililerin kendiliğinden bir tepkisi olma ihtimali yok. Günler öncesinden ırkçı siyasi partinin militanlarının Kayseri’de Suriyelilere ait ev ve işyerlerini tek tek fişleyerek, bunu da sosyal medyada yayımlayarak hazırlıklarını yaptıkları belli. Eylem alanına kamyonlarla insanlar taşınmış, hatta olayı tetiklediği söylenen videodaki eylemin tertibi de videonun yayına konulması da operasyonun parçası.
Bu operasyonun Türkiye’ye neye mal olduğu konusunda sadece birkaç nokta: Türkiye’nin Arap dünyasında yıllardır işlediği gönül köprülerine kastedildi. Türkiye’nin bütün Arap ülkelerinde yaklaşık yirmi yıldır gergef gergef işlediği çok güçlü bir algısı var. Bu algı bir sevgiye, bir saygıya, giderek kendiyle bir özdeşleşmeye kadar götürmüş insanları. Kolay kolay başka hiçbir ülkenin, başka hiçbir milletin yapamayacağı bir şeydir bu. Bunun eskiden beri öyle olduğunu kimse sanmasın. Yirmi yıl önce Arap ülkelerinde Türkiye algısı böyle değildi. Bilakis tarihte ne kadar kötü olay varsa onun hatırlandığı, günümüzde ise Batı’ya yaklaşmış, İslâm dünyasından uzaklaşmış bir Türkiye algısı geçerliydi.
Oysa ülkenin son yıllardaki ekonomik ve sosyal kalkınması, Batı ile ilişkilerde kendi kimliğini hatırlayan asaleti, bilhassa Erdoğan’ın Davos çıkışı, ardından Filistin davasına sahip çıkan, İsrail’e ve yeri geldiğinde ABD’ye meydan okuyan duruşu büyük etkiler doğurdu. Yanı sıra Arap Baharı sürecinde halkların yanındaki konumlanışı ve tabii ki Suriye’den, Mısır, Yemen, Irak ve Libya’dan canını kurtarmak üzere kaçıp gelen insanlara kapılarını açması ve onlara merhametle yaklaşımı Türkiye hakkında, bilhassa halklar nezdinde çok güçlü, muteber ve gönülden bağlar oluşturdu. Ne var ki Kayseri’deki olaylar bunlara ciddi zarar verdi. Sosyal medyaya yansıyan görüntüler yüzünden on binlerce Körfez turisti Türkiye’ye seferlerini iptal etti. Yine Körfez’den çok sayıda ciddi yatırımcı Türkiye’deki yatırımlarını çekerek başka yerlere kaydırdı.
Bazı cahillerin göremediği nokta şu: Suriyeliler veya sığınmacılar Türkiye’ye gelirken sadece sorunlarını getirmediler. Türkiye’nin onlara karşı sergilediği insani tavır dolayısıyla bütün Arap halklarının, hatta bazı ülkelerin takdirini, desteğini ve algısını da getirdiler. Bu sayede Türkiye bütün Arap halkları nezdinde her durumda en çok desteklenecek, ticaret yapılacak, yatırım yapılacak, turistik destinasyonda tercih edilecek bir ülke hâline geldi. Irkçıların göremediği şey diyeceğim ama bunu görmemeleri mümkün değil. Irkçıları bu konuda ikna edecek bir şey olmadığını biliyorum. Onlar her durumda Arap’tan nefret ediyorlar, çünkü İslâm’dan nefret ediyorlar. Ondan gelecek parayı da turizmi de her türlü faydayı da belki gereksiz görüyorlar. İyi de onların gereksiz gördüğü şeyi herkesin gereksiz görme mecburiyeti mi olacak? Onların bu despotça tutumlarının faturasını bütün milletin ödemesi mi gerekiyor?
Yeri gelmişken söyleyelim, onlarınki aslında bir ırkçılık da değil. Neticede burada ortaya çıkan Türkiye’nin yirmi yıllık büyük yatırımına, bedeli yüz milyarlarca dolarla ödenemeyecek büyük bir darbe. Olayların Arap medyasındaki görüntüleri yıllardır Türkiye adına işleyen son derece işlevsel kamu diplomasisinin tamamını çöpe atmak üzere birileri tarafından bir fırsat olarak kullanılmıştır. Türkiye tarafında Araplara karşı işlenen düşmanlık kadar Araplar arasında da Türkiye’ye karşı düşmanlık için fırsat kollayan çevreler var. O yüzden Arap ırkçıları ile Türk ırkçıları aynı amaca hizmet ediyorlar. Gerçekten ırkçılıklarında bile samimi olsalar birbirlerinin hamlelerini boşa çıkaracak işler yaparlar. Ama yaptıklarıyla her ikisi birbirlerine hizmet ediyor, âdeta bir dayanışma içinde, sonuçta kendi ırklarına değil, aynı efendiye, İsrail’e bir yarar üretecek işler yapıyorlar. Arap ırkçılığı Arap’ın zehri olduğu gibi Türk ırkçılığı da Türk’ün zehridir.
Bununla kalsa yine iyi… Artan Arap düşmanlığı, Türkiye’nin üzerine bir ırkçılık, yabancı düşmanlığı, güvenilmezlik, istikrarsızlık gibi algılar yapıştırıyor. Türkiye’nin Suriye’de hem ABD hem İsrail’in oyunlarını bozan bazı hamlelerini boşa çıkarma etkisi hedeflenmiştir. Bu hedefler inşallah tutmayacaktır ama bu, yapılanın Türkiye’ye karşı taammüden böyle yıkıcı bir hedefe oynadığı gerçeğini değiştirmiyor. Bu aşamada yapılması gereken, böylesi olayların bir daha tekrarlamaması için gereken tedbirlerin alınmasıdır.
Bunun için sığınmacılarla ilgili ırkçı siyaset bezirgânlarını şımartıcı politikalardan geri dönmeli, insani siyasetin zeminini restore etmekle başlanmalı. Irkçıları razı etmenin kendinizden vazgeçmek dışında bir yolu olmadığını bilmeli ve onları yok saymalı. Türkiye’ye en yıkıcı terör eylemlerinden daha fazla zarar veren, MOSSAD ve CIA’nın parmak izi bulunan bu eylemlerin bedeli mutlaka ödetilmeli ve bu kışkırtıcı eylem ve söylemleri yargılamanın yolu açılmalı.
Belki başlı başına ırkçılık ifade özgürlüğü kapsamına girebilir ama halkı yalan dolanla, nefret söylemleriyle birbirine karşı tahrik etmek, cürüm işlemeye kışkırtmak bir ifade özgürlüğü kapsamına girmez. Olayın geldiği aşama açıkça terördür ve bu ırkçı tahrikin böyle cana, mala zarar verecek boyutlara geleceği aşikâr. Şurası açık ki giderek Türkiye için en ciddi terör tehdidinden daha da ağır bir tehdit hâline gelmiş bir ırkçılık ve yabancı düşmanlığı sorunumuz var. Bu tehdidin afaki bir değerlendirmeye dayanmadığını görmek için sadece birkaç hadisenin medyaya yansımasının sonucunda bütün dünyada Türkiye algısının nasıl etkilendiğine bakmak yeter de artar. Bu algı değişimi Türkiye’yi özellikle Körfez’den gelen turizmi ve yatırımları durduruyor, var olan yatırımların da çekilmesini sağlıyor.
İşin ilginç tarafı, aslında bu ırkçılık ve yabancı düşmanlığı algılarının iyi çalışılmış organize operasyonlarla üretilip yönetilmesi. Bunları dışardan izleyen, Türkiye’de her yabancının veya her turistin her gün, her yerde ve herkes tarafından her an bir saldırıya maruz kalabildiğini zannediyor. Oysa bu tabii ki gerçek değildir. Irkçılık ve yabancı düşmanlığı çok şükür ki Türkiye’de hiçbir zaman yaygın bir tutum değildir, olmamıştır.
Gerçi ırkçılığa, yabancı ve göçmen düşmanlığına yatırım yapan siyaset bezirgânları sığınmacı karşıtlığının çok ciddi bir toplumsal tabanı bulunduğunu ve kendilerinin bütün yaptığının bu tabanı temsil etmek olduğunu iddia ediyorlar. Bunu söylüyorlar ama yaptıkları bir temsilden öte insanları sürekli bir konuda şartlandırarak kışkırtmak oluyor. “Temsil etmek” ile “telkin ederek, hipnotize ederek, beyin yıkayarak” insanları bir kötülüğe kışkırtmanın nasıl yer değiştirdiğini görmek çok önemli. Kayseri provokasyonunda halkın kendiliğinden bir tepkisi yoktu. Çok önceden çalışılmış bir senaryoya göre halkın galeyana gelip ayaklanması ve bir topluma karşı linç girişiminde bulunması hedeflendi ama bunun sağlanamayacağı da bilindiği için, bunun sadece görüntüsü bile yeterli olacağından kamyonlarla sabıkalı provokatörler getirildi.
Türkiye’de yıllardır mülteci düşmanlığında öne çıkanların hırçınlığı, gaddarlığı, duygusuzluğu, anlayışsızlığı bu toplumda temsil arayan bir halkla uzaktan yakından ilgili değil. Bu tutumların hepsi sadece ne yaptığını bilen ve yaptığı işe asla duygularını karıştırmayan ajanların kişilik özellikleri. Buna rağmen kendilerini bir halkın duygularını ‘temsil etme’ iddiasıyla meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Tıpkı 6-7 Ekim olaylarında taş atan, sokak gösterileri yapan Kürt gençlerini temsil ettiklerini iddia ederek “Biz kendileriyle konuşulacak son nesiliz,” diyen PKK’nın kart siyasi temsilcilerinin iddiaları gibi. Bizzat kendi kışkırttıkları, yönettikleri, sokağa sürdükleri Kürt gençlerinin laftan anlamaz öfkesini öne sürüp kendilerine alan açmaya çalışıyorlardı.
Gerçekte ise o sokak gösterilerinin, o vandal şiddetin arkasında bizzat kendileri vardı. Şimdi de Suriyelilere düşmanlığı kışkırtanlar, belki toplumda zaten var olan bir öfkenin sadece temsilini yaptıklarını söyleyerek kendilerini meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Oysa yaptıkları neresinden bakılırsa var olan şiddetin, yükselen nefretin ve öfkenin bizatihi sebebi. Ürettikleri ve yaydıkları öfke Türkiye’ye sığınmış ve on üç yıldır dünyaya örnek oluşturan müstesna bir muameleyi görmüş bir halka karşı insanlık suçları işlemeye kışkırtıyor. Böylece yıllardır verdiği muhteşem imtihanla dünyada insani siyaset noktasında zirvelerde bulunan Türkiye’yi aşağılara çekmiş oluyorlar. Neresinden bakarsanız insanlık suçu, neresinden bakarsanız Türkiye’ye karşı korkunç bir saldırı! Buna hâlâ neden dur denilmiyor olması sorulması gereken bir husustur.
Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı Engellenmeli
Kaldı ki siyasette hangi eğilimler varsa onlar temsil edilmeli ve bunların savunması yapılmalıdır, diye bir şey yoktur. Türkiye’de bölücülük bir siyaset konusu olamıyor mesela. Dinî, etnik veya bölgesel ayırımcılık yapmayı savunan bir siyaset de olamaz. Bunu yapmayı isteyenler olabilir, başkalarından nefret edip onlara karşı her türlü ayırımcılığı arzulayanlar olabilir, ama bunun siyasette temsili olamaz. Bunu savunmanın önünü açtığınız zaman siyasal alanı genişletmiş olmazsınız, bilakis toplumun sağlığını, sıhhatini bozmuş olursunuz. Terörist bir örgütün siyasette temsili olamaz. PKK’nın, DAEŞ’in veya başka herhangi bir terörist örgütün siyasi temsili hem siyaseti bozar hem toplumu.
Geçimini ırkçı kışkırtmalardan, cehalete yatırım yapan manipülasyonlarından sağlayan siyaset vandallarının yaptıkları tahriklerle beslenen yabancı düşmanlığı, “Suriyeli” düşmanlığı, hele çok pervasızca artık telaffuz edilebilen “Arap düşmanlığı” bu ülkenin dokusunu tahrip edecek hâle gelmiştir. Bu ülkede sayıları 5-6 milyonu bulan Türkiye Cumhuriyeti’nin asli vatandaşı Arap var ve bunlar bu ülkeye şimdi ırkçılık satanlar gibi yüz sene önce gelmiş değil, İslâm’ın doğuş yıllarında evlâd-ı fütûhat olarak gelmiş, bu ülkeyi vatan kılan ruhun taşıyıcısı insanlar. Esasen böyle olmasa bile kendi başına Arap düşmanlığı insanlık dışı bir cürümdür, ama dikkat çektiğimiz bu basit gerçek bugün bu ülkede ırkçılığın aynı zamanda nasıl bir cehalete yatırım yaptığını gösterir.
Toplumda elbette hiç kimse hiç kimseyi sevmek zorunda değildir, zorlamaya mecbur da edilemez kimse. Ama kimse başka bir ırkı, başka bir kavmi tahkir edemez, ona karşı başka insanları kışkırtamaz. Buna bir yerde göz yumulduğu zaman bunun bir süre sonra bir normallik kazanması kaçınılmaz olur. Her türlü sapıklık, topluma sunulduğunda alıcısı olur. Sunumun ayartıcı bir tarafı vardır. Bu işin sunumuna göz yummamak gerekiyor. Toplumu barış ve huzur içinde bir arada tutma sorumluluğuna sahip olan devlet uyuşturucuya, alkolizme, fuhşa, pornografiye karşı tedbir aldığı gibi toplumun huzurunu bozan ırkçılık ve nefret söylemlerine karşı da tedbir almak durumundadır. Yoksa serbest bıraktığınızda pornografinin de fuhşun da uyuşturucunun da alıcısı bütün topluma yayılacak şekilde artar. Zannedildiği gibi yabancı düşmanlığı toplumda var da birileri buraya tezgâh açıyor değil. Birileri buraya tezgâh açtığı için yabancı düşmanlığı ve nefreti insanlar için mümkün bir seçenek hâline geliyor. Bu yolun behemehâl kapanması gerekiyor. Bu yol tıkandığı zaman emin olun Türkiye’de sığınmacılara karşı doğal olarak oluşabilecek hoşnutsuzluklar normal sınırlarına çekilir. Nefret söylemleri ve ırkçılığın bir siyasi geçim kaynağı olmaktan çıkarılması için gerekli tedbirler alınmalıdır.
Türkiye’de göçmenlerden ötürü ortaya çıkan görüntünün elbette bazı kesimlerde bir değişiklik, bir farklılık, hatta bir ürküntü yaşatması muhtemeldir. Ancak bu değişiklik başka türlü de yönetilebilirdi. Yabancının bir sorun değil bir tanışma fırsatı, bir başka dünyaya, bir başka ufka bir açılım boyutu da işlenebilirdi, nitekim öyledir. O yabancının ülkede kucaklanması üzerinden bir ülkenin vicdani tutumu, erdemleri ve özsaygısı işlenebilirdi ki bu da epeyce işlendi ve Türkiye’ye esasen çok şey kazandırdı.
Mültecilerin Türkiye’de sayıca çok daha fazla olduğu, hatta sorunlarının çok daha fazla hissedildiği ilk zamanlarda ciddi bir mülteci düşmanlığı yoktu, çünkü hiç kimse onları hedef almıyordu. O zamanlar Türkiye ekonomisi de görece daha iyi bir yoldaydı. Bu, mültecilerin bizatihi varlıklarının aslında zannedildiği gibi ekonomiye negatif bir etkisi olmadığının belki en önemli göstergesi.
İşin ilginç tarafı mülteci düşmanlığının tırmandırılması ve birçoğunun gönderilmeye başlanması ile ekonomik sıkıntıların yoğunlaşması arasında göz ardı edilemeyecek bir mütekabiliyet var. Türkiye göçmenleri gönderme yönündeki tutuma sarıldıkça ekonomik durumlar daha iyiye gitmedi. Peki, bunu neyle açıklayacağız? Korelasyonu ne şekilde kuracağız? Salt ekonomik göstergeler durumu açıklamaya yeterli midir? Yoksa olayın manevi boyutları da var mıdır? Dünyaya bakış tarzımızın, hatta kişiliğimizin değişmesi, yaşadıklarımızı görme biçimimizi de değiştiriyor olmasın?
(Umran Dergisi – Ağustos 2024)