Uzun süredir görmediğim dostlarımı, akrabalarımı, çocukluk arkadaşlarımı görmek, şüphesiz beni yıllar öncesine taşıyacaktı. Kimlik ve kişiliğimin inşâ sürecinde dini duyarlılığımı şekillendirdiğim, mücadele bilincini edindiğim, birlikte düşünmeyi, birlikte yaşamayı, birlikte hareket etmeyi öğrendiğim dava arkadaşlarımı tek tek ziyaret etmek kararındaydım. İlk, orta ve lise tahsilimde beni hayata hazırlayan hocalarımı bile eğer hayattalar ise ziyaret listeme almıştım.
Ama en çok, otuz kırk yıl öncesinin ramazanlarına susamışlığımdı beni Konya’ya sürükleyen…
Hacı Fettah’ta Canlanan Hatıralar
Çocukluğum Konya’nın Hacı Fettah Mahallesi’nde geçti. Şehir merkezine yakın bir yerleşim yeri olan bu mahallede hatırladığım üç cami vardı. Konya’nın ünlü Hacı Fettah Mezarlığı da buradaydı. (Mahallelinin takvası, ihsanı, itidali ile tanıdığı, birçok insana bir biçimde iyiliği dokunan, İslamî kurallara tavizsiz uyması ve bu kuralları aile efradından başlayarak çevresine tavsiye etmesi ile bilinen rahmetli babam Hacı Nuri Efendi / Mehmet Nuri Yaman ve annem Nazire Yaman bu kabristanda medfundur. Bu vesileyle sizlerden birer Fatiha istirhamım var.)
On altı yaşma kadar, çoğu mütedeyyin insanlardan oluşan bu mahallede büyüdüm. İlk dini bilgilerimi, Hacı Fettah Camii İmamı İsmail Ketenci Hocaefendiden aldım (Hocam beş ay önce vefat etti. Allah rahmet eylesin). Her sabah namazında Hacı Fettah Camii’ne gider, hocamdan Kur’ân’ı tecvidli olarak kıraat eder, ezberlerimi okur, hocamın duasını alırdım. Ders bitiminde eve dönüp sevgili annemin hazırladığı sofranın hakkını vermeden alelacele sokağa fırlar, oyuna dalardık arkadaşlarımızla. Mahalle maçları, uzuneşek atlamalar, buzda kaymalar, kardan adamlar, “yağ satarım bal satarım” oyunu, misket ve yakan top oynamalar, topaç çevirmeler, fener alayları, mahalle kavgaları Hacı Fettah Mahallesi’nin klasikleriydi…
1971’de Konya şehir stadyumu civarına taşındık. Ancak Hacı Fettah hatıraları içimizde hep diri ve canlı kaldı. Zaten mahalle ile ilişkimizi de pek kesmedik, kesemedik…
1973’te yüksek tahsil için Konya’dan ayrılınca, sılayı da terk etmiş oldum. Üniversite yılları… Evlilik… Maişet… Hâlâ İstanbul’dayım. Ama sılairahim için Konya’ya her gidişimde eski mahallem Hacı Fettah’a mutlaka uğrarım. Eşi dostu ziyaret eder, hatıralarımı yeniden tazeler, rahmetli babamın, annemin, dedelerimin ve akrabalarımın mezarlarını ziyaret eder, duâ eder, duâ alırım. Eşime ve çocuklarıma doğup büyüdüğüm mahalleyi anlatmaktan büyük zevk duyarım.
Hayatımın Sürprizi
Bayrama iki gün vardı. Mahmuriye Mahallesi’nde annemin evindeydim. O akşam Teravih namazını Hacı Fettah Mahallesi’nde eski evimizin bitişiğinde bulunan küçük mescitte kılmaya karar verdim. Mescit bizim zamanımızda sadece ramazan ayında teravih namazı kılınması için açılırdı. Evimiz mescitle bitişikti.
Rahmetli babam, vefatından kısa bir süre önce anneme ve biz evlatlarına şu tavsiyede bulunmuştu: “Mescidin bitişiğindeki evimizi sizlerin de rızası olursa camiye bağışlayalım. Ev caminin meşrutası olsun ve cami imamı burada otursun. Böylece mescit, ramazanların dışında da sürekli ibadete açık olmuş olur.” Babam bu teklifinin üzerinden çok geçmeden vefat etti. Annem ve evlatları olan biz üç kardeş, babamızın vasiyetini vefatından sonra hemen yerine getirdik ve evimizi camiye bağışladık. Diyanetin bu mescide daimi imam tayin ettiğini, imam efendilerin de bizim bağışladığımız bu evde ikamet etmeye başladığını öğrenmek bizi çok sevindirdi. Böylece babamızın en büyük arzusu gerçekleşmiş oluyordu. Evimizin duvarına bitişik bu küçük mescit sürekli açık ve içinde beş vakit namaz kılınır hale gelmişti.
Ben, akşamki Teravih namazı için işte bu mescitte idim. Camide çok az insan vardı. Eski komşularımızdan tanıdık birkaç simayı orada görmek beni epeyce duygulandırdı. Otuz yıldır onları görmemiştim. Namaz kıldıran imam dikkatimi çekti. İmam tipik bir Kazak’tı. Az sonra mescide üç Kazak daha geldi.
Huşu içinde ve eski ramazanlarımı yeniden yaşarcasına kıldığım teravih namazı sonunda eski komşularımızdan Yaşar Ağabey beni imama ve cemaate takdim etti. Mahallenin eski sakinlerinden olduğumu söyledi. İmama dönerek, oturduğu evin rahmetli babama ait olduğunu hatırlattı. “Vahap Bey, bu evi bağışlayan ailenin fertlerindendir.” dedi…
Ayaküstü sohbette, imama ve diğer Kazaklara gayrı ihtiyari “İstanbul’dan, Zeytinburnu’ndan mı geliyorsunuz?” diye sordum. Zeytinburnu semtinde Kazak kökenli nüfusun yoğun olduğunu biliyordum. 1979-1982 yıllarında Zeytinburnu İhsan Mermerci Lisesi’nde tarih öğretmenliği yapmış, yüzlerce Kazak öğrenciye ders vermiştim. Onları fizik ve karakteristik özellikleri ile çok iyi tanıyordum. (Aradan otuz yıl yıl geçmiş olmasına rağmen eski öğrencilerimin birçoğu ile irtibatım hala sürmektedir. Kazak örf ve adetlerini, davranışlarını, yemeklerini de iyi bilirim. Laf aramızda buharda pişirilen mantılarını da pek severim. Zeytinburnu’na gittiğimde mutlaka ikramda bulunurlar. Sağ olsunlar…)
Acaba bu imam ve arkadaşları eski öğrencilerimden birilerinin tanıdıkları ya da akrabaları olabilirler miydi?
İmam ve arkadaşları, Kazakistan’dan geldiklerini, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde ikisi master, ikisi de doktora yaptıklarını söylediler. Bu arada İslam’la nasıl tanıştıklarını ve dini bilgilerini nereden aldıklarını merak edip sorduğumda, “Kazakistan’da” cevabını aldım.
Bunun üzerine Kazakistan’da olduğunu bildiğim Hayreddin Hoca’yı tanıyıp tanımadıklarını sordum. “O bizim hocamızdı” demezler mi: “İslam dinini biz ondan öğrendik. Bizi eğiten hocamızdı.”
Bir anda kalp atışlarım hızlanmış ve heyecanlanmıştım; zira bu bilgi beni hem çok şaşırtmış, hem de çok duygulandırmıştı. Yirmi yıl önceye gitmiştim.
Hayreddin, benim Zeytinburnu’ndan tanıdığım, ataları yıllar önce Kazakistan’dan Türkiye’ye gelmiş, kendisi Türkiye’de doğup büyümüş bir Kazak öğrencimdi. Pek çok konuda kendisiyle fikir alışverişimiz olmuştu. Kimliğinin oluşmasında hasbelkader katkılarım olmuştu. Lise tahsilinden sonra İlahiyat Fakültesini bitirmişti. .
Mezuniyetinden sonraki konuşmalarımızda “Hocam ben Kazakistan’a gitmek istiyorum. Ata yurdumda İslam’ı kendi insanlarıma anlatmak istiyorum. Onlar yetmiş sene İslam’dan uzak kaldılar. Ben onların dini öğrenmelerine yardımcı olmak istiyorum. Ne dersin?” diye sorduğunu, benimle istişarede bulunduğunu hatırladım.
Bu düşüncesini yürekten desteklemiş ve kendisini ata yurduna dönmeye teşvik etmiştim. Şimdi, onun sayesinde İslam’la müşerref olan ve İslam’ı öğrenen gençlerle tanışmak, ne büyük bahtiyarlıktı ya Rabbi!
Hayreddin Kazakistan’a gitti. Yirmi senedir de orada. Türkiye’ye her gelişinde beni mutlaka arar ve görüşürüz.
Genç Kazaklara “Siz Hayreddin’in talebesi iseniz benim de talebelerim sayılırsınız. Çünkü hocanız Hayreddin benim talebemdi.” dediğimde şaşırma sırası onlardaydı.
Onların şaşkınlıklarını yaşlı gözlerimle seyretmek, benim için mutlulukların en güzeliydi.
Çok şaşırmıştım.
O anki sevincimi kelimelerle ifade edemediğimin farkındayım.
Böyle bir mutluluğu Rabbim bir daha yaşatır mı? Kim bilir?
İstanbul, Kazakistan, Konya… Tevafuklar Zinciri
Hocaya tekrar sordum. “Nerede oturuyorsun?” diye. Bizim yıllar önce vakfettiğimiz evi gösteriyor: “Bu evde!”
Hayretim, şaşkınlığım ve sevincim bir kat daha artıyor.
Pat diye, “Size çay içmeye geliyorum, hanımına haber ver.” diyorum. Kendimi zoraki misafir kabul ettiriyorum. Az sonra, tam elli yıl önce doğup büyüdüğüm ve otuz beş yıl önce terk ettiğim, her köşesinde çocukluk yıllarıma ait sayısız hatıralar barındıran eski evimize gireceğim.
Kırk elli yıl öncesinin hatıraları bir film şeridi gibi bütün detaylarıyla bir bir gözümün önünden gelip geçiyordu. Eve girdiğimde tam anlamıyla bir duygu seli içinde yüzüyorum.
Şu ilahi tevafuka bakın:
Neredeyse çeyrek asır önce, samimiyetle kendisine bir şeyler öğrettiğiniz bir insan, kilometrelerce uzaktaki ata yurduna dönüyor ve akrabalarına İslâm’ı anlatmaya başlıyor; onların İslam’la tanışmasını sağlıyor. O güzel insanlardan birkaçı yani bu Kazak gençler dinde derinleşmek için Konya’ya İlahiyat Fakültesi’ne geliyor.
Merhum babam çok isabetli bir vasiyet ile evimizi mescide vakfediyor ve bu sayede mescit sürekli namaz kılınan bir mekân haline geliyor.
Bu arada otuz kırk yıl önceki çocukluğunun ramazan heyecanını özleyen ben, bu arzuyla İstanbul’dan Konya’ya geliyorum. Çocukluk yıllarımda namazla ilk kez tanıştığım ve sonraki yıllarda ilk kez namaz kıldırdığım mescitte Teravih namazı için eski mahallemize uğruyorum. İçinde doğup büyüdüğüm bitişikteki evimizde, yirmi yıl önce İslamî kimliğinin oluşmasında katkılarımın olduğu talebem tarafından Kazakistan’da yetiştirilen güzel insanların oturduğuna, mahallemizin küçük mescidinde imamlık yaptığına tanık oluyorum.
Donup kalıyorum. Nutkum tutuluyor. İliklerime kadar titriyorum. Bu ifadeler, o anki halimi tasvir etmekte o kadar yetersiz ki! Bunları söylemek başka yaşamak başka! Ve ben bu hali ilk kez yaşıyorum.
Müsaadenizle toparlayayım: Ben, yüksek tahsil için otuz beş yıl önce Konya’yı terk edip İstanbul’a geliyorum.
Mezuniyet sonrası Zeytinburnu’nda lise öğretmenliğine başlıyorum ve bir Kazak öğrencim oluyor.
Bu öğrencim yirmi yıl önce ata yurduna İslam’ı anlatmak için gidiyor.
Bu arada, Hacı Fettah Mahallesi’ndeki baba evimiz, mescit açık tutulsun diye Yaman ailesi tarafından vakfediliyor.
Öğrencimin yetiştirdiği talebeler altı yıl önce yüksek tahsil için Türkiye’ye / Konya’ya geliyorlar.
Ve otuz beş sene öncesine kadar benim yaşadığım evimizde kalıyorlar.
Ben ise yıllar sonra, çocukluğumun ramazanlarını yeniden yaşamak arzusuyla memleketime geliyorum.
Ve rahmetli babamın camiye vakfettiği evi, içindeki güzel insanlarla birlikte dünya gözü ile görüyorum.
Evet.
Konya nere! İstanbul/Zeytinburnu nere! Kazakistan nere!
Ve 1973… Ve 1982… Ve 1985… Ve 2000’li yıllar.
Bütün bunları, en usta strateji uzmanlarıyla planlamış olsanız bile böylesine uzun bir zaman diliminde art arda sıralamanız mümkün mü?
İşte beni asıl şaşırtan, farklı tarihlerdeki bu olayların, bir zincirin halkaları gibi birbirine eklemlenerek karşıma çıkıvermesidir!
“Yaptığın İyilik Mutlaka Karşına Çıkar”
Kazak imamla, arkadaşlarıyla ve eski mahalle komşularımla vedalaşarak ve yakın olan Ramazan Bayramlarını tebrik ederek ayrılıyorum.
Lakin ne ayrılış!
Bedenim gidiyor ama ruhum orada kalıyor sanki!
Tarifi imkânsız ve o ana kadar asla yaşamadığım duyguların coşkusuyla adeta uçuyorum. Arabama nasıl bindiğimi, nereye, ne şekilde gittiğimi, hangi cadde ve sokaklardan geçtiğimi hatırlayamıyorum. Mahalleden ayrıldıktan sonra tek aklımda kalan şey, gözyaşlarımın pınar gibi aktığı ve hıçkıra hıçkıra ağladığım! Konya sokaklarında bilinçsizce dolaştığımı sonradan fark ediyorum.
Anneme geldiğimde uzun zaman geçmişti. Ne yatsı namazı, ne teravih namazı kalmıştı. Halimdeki gariplik herkesin dikkatini çekmişti. Annem ve eşim merakla ne olduğunu öğrenmeye çalışıyorlardı. Hatta basbayağı telaşlanmışlardı. Kötü bir haber bekliyorlar gibiydi. Onların “ne oldu” demeleriyle tekrar hıçkırıklara boğuldum. İyice şaşırmış ve korkmuşlardı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaktan sorularına cevap veremiyordum. Meselenin ne olduğunu anlamadan onlar da benim halime bakarak ağlamaya başladılar. Bu durumun ne kadar sürdüğünü bile hatırlayamıyorum.
Uzun bir ağlama faslı ve arkasından gelen bir sessizlikten sonra yaşadıklarımı ailemle paylaştım. Tüm aile fertleri çok duygulanmıştık. Özellikle annem (Nazire Yaman) çok çok etkilenmiş, rahatsızlanacak derecede kendinden geçmişti.
Sonuçta ailecek ne kadar isabetli ve hayırlı bir karar aldığımızı kavramış olduk. Özellikle babamız Mehmet Nuri Yaman’ın fedakârlıklarını, gerek bizleri yetiştirmekteki gayretlerini ve hayatında hiç azalmayıp sürekli artan İslamî coşkusunu hatırlayıp kendisi için Kur’an okuduk, dualar ettik. Allah’ın salih kulları için hazırladığı cennetine nail olmasını yüce Rabbimizden niyaz eyledik. “Allah’la iyi bir ticaret yapmak istemez misiniz” ilahi buyruğuna en güzel şekilde icabet edenlere Rabbimizin ne güzel bir karşılık verdiğini tanık olduk.
Yaşadığım bu çok hoş ramazan sürprizinden sonra adeta yeniden doğmuş gibiydim. Rabbim geçmişte yapmış olduğum küçük bir hizmetin karşılığını dünya gözüyle bana göstermişti. Çok mutluydum. Üzerindeki yüklerden kurtulup hafifleyen insanın durumunu yaşıyordum. Bu çok güzel duygularla o yıl çok farklı bir Ramazan ve adeta çifte bayram yaşamış ve adeta yenilenmiş olarak İstanbul’a dönmüştüm.
Rabbimden sizlere ve bana bu duyguları tekrar tekrar yaşatmasını niyaz ediyor, İslam’ı anlama, yaşama ve yaşatma azmimizin kesintisiz ve sürekli olmasını talep ediyorum.
“(Lokman) Yavrucuğum! Yaptığın iş, bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde, yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (Lokman/16)
*** Konya’daki evimizde kalan ve mescitte imamlık yapan kardeşimle altı yıl önce Kazakistan’a kurban kesmek üzere gittiğimde Almaata şehrinde karşılaştım. Kendisi Almaata müftü yardımcılığı görevini yapıyordu.
Genç Öncüler Dergisi