Babam bugünkü Tunceli’nin Mazgirt kasabasında 1916 yılında doğduğunda kulağına ezanı asli şekliyle okuyan Mengücekoğlu hafız Halil dedem çok kısa bir süre sonra arkadan vurularak öldürülmüş. Osmanlı vatandaşı babamın ilk mektep şahadetnamesi de o günkü Türkçe ve Arap harfleri ile düzenlenmişti. Ben 1947 yılında Elaziz’de dünyaya geldiğimde ise memleketimde ezanlar “Tanrı uludur” diye okunuyormuş. Ama babam ev sahibi Ermeni Haço’nun jandarmayı bahçe kapısından gözeterek yardımı sonrasında, benim kulağıma “Allahü ekber” diye okumuş. Babam, Osmanlı ilk mektep şahadetnamesinin sağladığı imkânla Haydarpaşa Garı’nda altı aylık bir kursun ardından, TCDD’nin tren şefi sıfatıyla Elaziz İstasyonu’na tayin edildiğinde, artık bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ve devlet memurudur. Hülasa benim doğduğum tarihten itibaren devletle aramdaki göbek bağı babam münasebetiyle kenetlenmiş vaziyetteydi.
Devlet neticede sahici olmayan hükmi bir şahsiyetti. Onun sahici iradesi insanlardan ziyade anayasasıyla bir kimliğe bürünmekteydi. O da kerhen okusam bile hukuk fakültesinde öğrendiğime göre bizim düşünce, dünya görüşü ve inanç manzumemizle asla uyuşmayan bir rejim hâlinde şekillendirilmişti. Bu durumu öğrenmem on üç yaşımı idrak ettiğim 1960 İhtilali sürecinde başlamıştı. Babam üniformasıyla trende namaz kıldığı için darbeciler tarafından on sekiz gün sorgulanmıştı. Evet, sonunda çıktı geldi ama ben artık dünyaya mekteplerin bana öğreteceği pencereden bakamazdım. Türlü gençlik sancılarım, arayışlarım, elimdeki Mehmed Âkif’in Safahat’ının rehberliğiyle kalbimde küçük bilinç sıçramaları başlatmıştı.
Mahsun Bir Fotoğraftan Hayatta Kalan Son Kişi
Ortaokul ve liseyi okuduğum Malatya’ya Necip Fazıl’ın bir konferans münasebetiyle geldiği -yanılmıyorsam- 1964’te onu sahnede takdim eden genç bendim. Çok değil bu tanışmadan bir yıl evvelden itibaren artık Malatya Fikir Kulübü’nün en genç üyesi ve müdavimiydim. Babamın itirazlarına rağmen evimizdeki geleneksel dindarlığı sorgulayan bu çevre ile akrabalığım ve temasım bütün hayatımı şekillendirecekti. Malatya Fikir Kulübü başlangıçta bir Kültür Derneği adıyla 1950’lerde İsmail Hatip Erzen, Bekir Keşşafoğlu gibi Ezher âlimlerince oluşturulmuş bir yapıydı. Onların göçüp gitmesiyle M. Said Çekmegil tarafından sürdürülüyordu. Onun gayretleri ile, önceleri Şeyho Duman’ın da kurucuları arasında bulunduğu dernek, resmî işlemlerin zorlaşması sonrasında da gayrı resmî hâlde terzihanenin küçük bir odasında faaliyet gösteriyordu. Ben yanılmıyorsam 1963 yılında bu oluşumla tanıştım.
Ebu Hanife adıyla meşhur Numan bin Sabit’in metodunu uyguladıklarını söylüyor ve özgün bir çalışma sürdürüyorlardı. Aralarına katıldığım tarihte artık legal bir dernek statüsü yoktu elbette. Devletin o günkü yasaları bakımından, birden ziyade kişinin bir mekânda toplanarak fikir teatisi yapmaları illegal sayılıyordu. Ne var ki M. Said Çekmegil’in uzak görüşlülüğü ve keskin zekâsıyla bu durumu gözden ırak tutacak, örtecek kimi tedbirlerle az hasarlı hâlde sürdürülmekteydi. Az hasardan kastım, arada bir aramıza istihbarattan insanlar gönderilmesi, bazen de topluca bizi karakola çekerek hizaya getirmeye çalışmalarıdır. Resmî anlamda suç unsuru teşkil edecek, devletin düzenine dair açıktan siyasi manevralar yürüten bir topluluk değildik. Siyaseti elbette konuşuyorduk ama onun felsefesiydi öğrenmek istediğimiz. En önemli yanı bu oturumlara katılan herkesin konuşma mecburiyeti idi. Tabii seçilen hususta kanaati bulunmayan kişinin bunu topluluk huzurunda “bilmiyorum” diye dile getirmesini de konuşma sayıyorduk. Maksat ve gaye diye bir maddesi bulunan önceki tüzüğün bu husustaki tanımlaması şöyle idi: “Doğru düşünmemin metotlarını öğrenmek…”
Sözünü ettiğim yılda verdiği konferansı öncesinde Necip Fazıl’ın “Dua” şiirini okumuştum. Şöyle diyordu: “Bıçak soksan gölgeme/Sıcacık kanım damlar/Gir de bir bak ülkeme/Başsız başsız adamlar.” Başsız adamlar ifadesi şairi öylesine öfkelendirmiş ki gölgesine bile bıçak saplasanız kanı fışkıracak hâle gelmiş. Çünkü düşünmeyen bir topluma önderlik ettiğini iyi bilmektedir. Bu bizim de tespitimizdi ve öncelikle ne namaz hatta ne de iman konuşulmalıydı. Önce insanlar düşünüp düşünmediklerini bilmeli ve öğrenmeliydiler. Kendimi aralarında bulduğum ve devam ettiği müddetçe asla ayrılmadığım bu topluluk, benim nazarımda sahiden bir ekoldü. Kaldı ki o tarihlerde öğrendiğim ne varsa sonraki hayatıma daima rehberlik etmiştir. Malatya Ekolü diyerek anlatmaya çalıştığım bu oluşumun benzerlerinin başka şehirlerde de teşekkül ettiğini biliyorduk. Ne var ki onların hiçbiri evet, tekrar ediyorum hiçbiri bizimki kadar tevhidi öncelemiyor ve şirke karşı olabildiğince hassasiyet göstermiyordu. Buydu bizim özelliğimiz. Hikmetinden sual olunmaz bir veya birkaç hoca hiçbir zaman bulunmadı aramızda. Herkes, herkesin hikmetinden sual edebilirdi.
Arada bir bazı evlerde ama büyük ölçüde M. Said Çekmegil’in terzi dükkânında buluşuyor ve fikrî faaliyetleri yoğun biçimde sürdürüyorduk. Haftada en az bir, çoğu kere iki kez akşamları toplanıyorduk. O tarihlerde konfeksiyon ürünler pek yoktu. İnsanlar elbiselerini terzihanelerde diktirmek durumundaydılar. Bu nedenle terziler gece yarılarına kadar çalışırlardı. Bizim fikrî faaliyetlerimizi saklayan da biraz bu durumdu. Çünkü terzihanede kalfa ve çıraklar kesintisiz terzilik işlerini sürdürüyorlardı sessizce. Bizler ise sohbetimize laubali bir biçimde değil benimsenen usul çerçevesinde devam ediyorduk. O yıllar sosyalist fikirlerin kültür ve sanat dünyasına egemenlik kurduğu zamanlardı. Bir moda gibi bilen bilmeyen hatta kimi İslâmî çevreleri de etkiliyor, onlar da İslâm ve sosyalizm arasında alakalar kurmaya, yeni iddialar üretmeye çabalıyorlardı. Ben ve birkaç arkadaşım gündüzleri derslerin dışında çoğu kere de okulu aksatarak oyunsuz kahvelerde buluşuyor, akşamları fikir kulübünde konuştuklarımızı yeniden farklı açılardan tartışmaya açıyorduk. Oturduğumuz kahvehaneler bir süre sonra birer küçük fikir kulübüne dönüyordu. Buralarda tavla, kâğıt benzeri oyunlar oynanmıyor, yalnızca tavşan kanı çaylar içiliyor ve sohbetler ediliyordu.
Malatya’da bir NATO kurumu olarak Yedinci Ana Jet Üssü vardı. Orada görevli kimi astsubaylar akşamları bizim kahvehanelere gelmeye başlamışlardı. Aralarına bazen bir yüzbaşı ve binbaşı da katılıyordu. Birçoğu sosyalist fikirlere sahipti ve bizimle uzun tartışmalara giriyorlardı. Bizler yaşça onlardan elbette çok küçüktük ancak Malatya Fikir Kulübü’nden edindiğimiz diyalektikle onlara kök söktürüyorduk. Onları yeterince ikna edemeyince de M. Said Çekmegil ile tanıştırmaya götürüyor, tabir caizse onun insafına bırakıyorduk. O çok dehşetli bir diyalektikle hepsinin hakkından geliyordu. İşte şimdi konu bir toplu fotoğrafa doğru yaklaşıyor. Bu astsubaylardan büyük bir kısmı M. Said Çekmegil terzihanesinde sahih İslâm ile tanışmışlardı. Aramızda çok kıymetli dostluklar oluştu. Dünyada ebedilik yoktu ve günlerden bir gün belli sırayla bu dostların tayinleri çıktı ve Malatya’dan ayrılmak zorunda kalmışlardı. Bir hatıra olsun diye fikir kulübünün müdavimleri toplu fotoğraf çektirelim istediler. Çekmegil üstat önce pek taraftar gözükmediyse de onları kıramadı ve Kışla Caddesi üzerindeki Foto Moda’ya doğru yöneldik. Okuyucularım bağışlasınlar beni o fotoğraftaki astsubay dostlarımızı, ağabeylerimizi burada ismen yazmak istiyorum: Abdullah Kızıltan, Hüseyin Avşar, İbrahim Yavaş, Mustafa Saraç, Veysel Kas, Yavuz Yerdenler, Yılmaz Kızılkaya. Şimdilerde hiçbiri ile irtibatımız kalmadı. Vefat edenler varsa Rabbimden rahmet, yaşayanlara da hayırlı, sağlıklı ömürler diliyorum.
Bahsini ettiğim fotoğrafın hikâyesi elbet bu kadar değil. Arka sıralarda Hasan Doğan ve Hüseyin Kiraz adlı değerli iki namaz kıldırma memuru (biz de kendileri de böyle sıfatlandırıyorduk o tarihlerde) var. Onlardan Hüseyin Kiraz, Said Ertürk Hoca’mızın damadıydı. Yakalandığı bir hastalığı atlatamamış, vefat etmişti. Kabristana vardık. Defin gerçekleştikten sonra kayınpederi Said Ertürk sırtını taze kabre, yüzünü biz mezar başında toplananlara döndü ve dedi ki: “Dinleyin, şimdi size telkin yapacağım.” Uzunca konuştu. Ve ekledi: “İşte telkin ölüye, mezara karşı değil, orada bulunan dirilere yapılır.” O kadar çok şey var ki orada, Malatya’da yaşadıklarımdan bizzat öğrendiğim. Fotoğraftaki merkez şahsiyet önde ortadaki M. Said Çekmegil üstattı. Bilge Terzi eserimde onunla hatıralarım ve görüşlerini ihtiva eden epeyce hadise yazmıştım.[1] Geriye iki sima kalıyor, biri üstadın sağında Said Ertürk, diğeri ise solundaki Şeyho Duman’dır.
Fotoğrafın köşe taşlarından biri elbette Said Ertürk Hoca’mızdır. Doğuştan iki ayağındaki engelden ötürü yürüme zorluğu çekmesine rağmen yazımın girişinde kısmen sözünü ettiğim devlet onu askere almıştır. O sıkıntılarına hiç değinmezdi. Ne zaman ona muhtaç olmuşsak daima yardımımıza koşmuştur. Hangi hususta mı; elbette okuyup da üstesinden gelemediğimiz, anlayamadığımız meselelerde. Gece yarıları uzak mahalledeki evine varır, yattığı odanın camını tıklatır, uyandırır ve meramımızı ona açardık. Sabah namazını onun camisinde kılar, evinde kahvaltımızı yapar, fikrî inkırazımızı giderdikten sonra da eve dönerdik. Eğer bu meraklı bensem o gün okula gidememiş ve muhtemelen o yıl bir kere daha sınıfta kalmışımdır. (Sınıf tekrarı diyorlar şimdilerde.) Ayaklarının sakatlığı nedeniyle otururken ayak ayaküstüne atar, eline Kur’ân-ı Kerim’i alır, gözüyle Arapçasını okur, ağzıyla Türkçe söylemeye başlardı. Terzi Fevzi Özer’in dükkânında geceler boyu İbn Arabi’nin Füsûsü’l-Hikem ve Fütûhât-ı Mekkiyye’sini Arapça ve Türkçe tercümesiyle okuyan, gençlerle mütalaa eden de oydu. 1974’teki Kıbrıs Barış Harekâtı’nda şehirdeki bir vaizin Darende’deki Tohma Çayı’ndaki balıkların bile bu savaşta birer evliya olarak düşmanı bombaladığı zırvasına karşı hutbede biraz da sövgü kelimeleriyle cevap verince sürgüne gönderilen de oydu. Başlarken sözünü ettiğim o mahzun fotoğraftan galiba hayatta kalan son kişi benim, başka biri varsa lütfen ses versin.
Şeyho Duman Hocam Nereye Daha Arapça Öğrenecektim?
Ne arıyorduk, neyin peşindeydik, biz kimdik, neden herkesler gibi yaşamıyor, suya sabuna dokunup duruyorduk. Ailelerimiz dâhil çevremizdeki büyük kesim bizlerden rahatsızdı. Çünkü huzursuz kalbimizi dindirmek isterken etrafımızın da huzurunu kaçırıyorduk. Ali Şeriati “sizi rahatsız etmeye geldim” diyordu ya, o hesap. Malatya Fikir Kulübü faaliyetleri bizi sahalara gönderiyor, sorumluluklarımızı hatırlatıyor, yatmanın, uyumanın zamanı olmadığını öğretiyordu. Ülkem başsız (düşünmeyen) adamlarla doluydu, onları yok saymak yerine düşünmelerini sağlamak maksadıyla gerekirse şok tedavisine bile başvurmalı, bu işi sağlamalıydık. Fotoğraftaki en genç adam bendim. Tıpkı oradaki büyüklerim gibi ben de kavrayabildiğim ölçüde, kimdim, Allah’ın benimle maksadı neydi, yükümlülüğümü anlamaya ve yerine getirmeye çalışma bilincimi diri tutmalıydım. İyi okuyordum, edebiyat metinleri, Batı klasikleri, o gün mevcut olan (ki mevcudu kalmamıştı ne yazık) İslâmî bilinç aşısı yapan ne varsa okuyordum. Fakat konu dinimi öğrenmeye geldiğinde Arapça bilmemek önümü tıkıyordu. Öğrenmeliydim. Allah’ın bir lütfu olarak Şeyho Duman’ın bizim mahallenin camiine tayini çıkalı birkaç ay olmuştu. Hemen koştum, dizinin dibine oturdum. Malatya Fikir Kulübü’nün bu genç üyesini hoca bağrına bastı ve o gün ders vermeye başladı. Bir yarım gün beraber olduk. “Ketebe, yektübü, ketben” gramer çekimi ilk günün dersi idi.
Ertesi gün bir şayia yayıldı, Şeyho Hoca’nın bu sefer her nedense Ankara’ya tayini çıkmıştı. O günden sonra ona ancak telefonla, bazen de yüz yüze Ankara’da yaklaşabilecektim. Onun nazarında sıfatım “yarım günlük öğrencim” idi. O otuzlu yaşlarında, bense yirmiye bile varmamıştım. Benden dokuz yaş büyüktü ama ağabey gibi değil arkadaş gibi davranırdı. Gerçi bizim Malatya Fikir Kulübü müdavimlerinin birbirleri arasındaki her münasebet tamamen böyle bir dil üzerine kuruluydu. Sohbetlerde herkesin konuşma süresi eşitti ve herkese aynı seviyeden bakılırdı. Kaldı ki benim o günlerin heyecanı, ukalalığı ve küstahlığıyla bu nazik ilişkiyi bazen çiğneyerek haddimi aştığım da vakidir. Fakat onların, büyüklerimin bunu benim yüzüme vurduklarına pek şahitlik etmemişimdir.
Şeyho Duman Adıyaman’ın Artan köyünde 1938’de doğmuştu. Türkçeyi sonradan öğrenmiştir. Belki on üç yaşında iken Malatya’nın Fırıncı köyüne taşınıp Kur’ân öğrenmeye geldiğinde beraberinde Türkçeye de aşina olmaya başlamıştır. Ancak zekâsı ve çabasıyla Türkiye’de sayısı pek fazla olmayan sahih itikat ve sağlam amel sahibi ilim insanları arasında yerini almıştır. Resmî öğretiden uzak yetişmenin avantajları dezavantajlarından daha fazla mıdır, sualinin en güzel cevabı Şeyho Hoca’dır diye düşünüyorum. Malatya’da başlangıçta o dönemin müftüsü İsmail Hatip Erzen’i izleyerek, yirmili yaşlarında öğrendiği sahih İslâmî idraki sonraki yıllarda etrafına yaymıştır. Elbette Malatya Fikir Kulübü ona çok şey katmıştı. Zaten kulübün kuruluşunda bizzat bulunmuş, kurucu üye olarak görev almıştır. Gördüğüm kadarıyla Said Ertürk Hoca’dan cesaret aşısı, M. Said Çekmegil’den de diyalektik davranma modeli alarak kendini, özellikle Ankara yıllarında çevresine birer aydınlatma feneri gibi tutmasını bilmiştir.
Hamza Türkmen’in kendisiyle yaptığı nehir söyleşide[2] kimilerine rastladığımız hayat örnekleri ufuk açıcı derslerle doludur. Malatya’da müftülük yaptığı yıllarda İsmail Hatip Erzen’in yakınında bulunan Şeyho Hoca’nın hatıraları arasında ilginç hadiseler vardır. Erzen Hoca bir Konya seyahatinde camide yığınla doksan dokuzluk naylon tespih görür ve hepsini topladığı gibi sobaya atar. Aynı hoca cemaate namaz kıldırmak üzere imamete geçtiğinde orada asılı duran cübbe ve sarığı giymeden namaza başlar. Namaz bittiğinde de cemaate işin hakikatini anlatır. Kendisinin evde üzerindeki elbiseyle namaz kıldığını, burada bir tören kıyafetiymiş gibi sarık ve cübbeye bürünmeyi riyakârlık gördüğünü söyler. Hem kendini hem de cemaati böyle bir riyaya tanıklık etmekten kurtarır. Yine İsmail Hatip Erzen Hoca’nın biz Malatyalıların bildiği bir uyarısı vardı. O da camilere asılı bulunan levhalarla ilgiliydi. Hemen bütün camilere girildiğinde bugün de göze çarpan levhalar Allah, Muhammed, Ebubekir, Ömer, Osman, Ali hatta Hasan, Hüseyin’dir. Bu sıralamanın büyük bir hata olduğunu söyler, beşer isimlerinin Allah lafzı ile aynı hizada bulunmasını eleştirirdi.
Şeyho Hoca da hocasından öğrendiği uyarıcı üslubunu Ankara Seyranbağları’ndaki görevi sırasında aynen sürdürmüştü. İlk tayininin hemen ardından bir perşembe akşamı kıldırdığı ilk namazdan sonra cemaatin beklediğini görür ve niçin beklediklerini sorar. Onlar da iman ve nikâh tazeleyip tazelemeyeceğini sorarlar hocaya. Meğer bir önceki imam daima böyle yaparmış. Tecdid-i iman ve nikâh diye öğrenilmiş bu alışkanlığın yanlışlığını anlatmış ama elbette şikâyet konusu edilerek Diyanet İşleri Başkanı’na kadar ulaşmıştır hadise. Başkan o zamanki Lütfü Doğan, Şeyho Hoca’yı bu mesele hakkında sorguya çekmiş. Aslında besbelli kendisi de bunun yanlışlığını biliyor. Şeyho Hoca Allah rızasını gözeterek hakikati anlattığı yönünde savunmasını yapınca Başkan’ın sözünü şöyle aktarıyor: “Ne yapacaksın Allah’ın rızasını, sen cemaatin rızasını al, kendin de rahat et biz de edelim!”[3]
İslâmî hayatımı Kur’ân merkezli bir şuur düzleminde idrak ettiğim tarihlerde biz hepimiz derin ve köklü bir açlık ve susuzluk çekmekteydik. İslâm’ı, Allah Resûlü’nün hayatını sahih biçimde öğrendikçe bize yaşatılan, dayatılan resmi hayatın ondan ne ölçüde uzak düştüğünü görüyor, açıkçası endişeye kapılıyorduk. Nitekim düşünce ve inançlarımı topluluk karşısında tartışmaya açtığım ilk dönemlerde “İslâm dünyasının en ümitsiz vakıası Türkiye’dir!” demeye başlamıştım. Zira çevirilerinden okuduğum Seyyid Kutub, Mevdudi, Muhammed Hamidullah gibi Mısır, Hindistan gibi memleketlerdeki uyanış, diriliş, cihat müelliflerinin bizi çoktan geçtiklerini görerek içim kan ağlıyordu. Bir değil, iki cepheli bir mücadele alanı bulunuyordu karşımızda. Bir yanda topluma dayatılan gayrı İslâmî resmî öğreti okullarda, medyada, devlet aygıtının türlü organlarında bizi Batılı anlamda hizaya sokmaya çalışıyordu. Öte yanda ise bizim cephedeymiş gibi görünen gelenekçi muhitin gerek inanç ve gerekse amel hususunda Allah Resûlü’nün çizgisinden sapmış görüntüsü ve pratiği kalbimize dokunuyordu.
Tipik bir örneğini yaşayan Şeyho Hoca şöyle anlatıyordu: Cemaatten biri vefat eden bir yakını için kendisine müracaat eder. Kırkıncı, elli ikinci ölüm günlerinde mevlit, hatim okutmak, ıskat yapmak ister. Hoca’ya yüklü bir para ödemeyi de teklif eder. Ölünün hayrına yapılacak bu törenler Anadolu’da birçok bölgede hâlen sürdürülmektedir. Hoca adama şöyle bir teklifte bulunur: Bunları yaptıracağına gel vefat eden için, onun hayrına iki ton kömür, beş yüz kilo odun, bir çuval bulgur al, bana vereceğin parayı bunlara harca ve dağıt, sana daha çok sevap olur, ölü için de sahiden hayra geçer. Adamın cevabı, “sen hakiki hoca değilmişsin yanılmışım”, diyerek ayrılmak olur.[4]
Türkçe konuşmayı ancak on üç yaşından sonra öğrenen Şeyho Duman zamanla kendini nasıl yetiştirmiş, hangi seviyede bilgi sahibi olmuştu? İşte örneği: Türkiye’de ancak özel kimselerin okuyabileceği siyakat yazısıyla oluşturulmuş devlet arşivinde tam on yedi sene çalışmıştır. Yeri Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü’dür ama maaş bordrosunu Millî Güvenlik Genel Sekreteri imzalamaktadır. O yıllarda Siyasal Bilgiler Fakültesinde doçent olan İlber Ortaylı dâhil pek çok kişiye noktası bulunmayan, rakamları ve şekli farklı bu yazıyı çözmeyi öğretmiştir. Çalışma ömrü yoksullukla geçmiş olan Hoca’mıza bir ev satın alacak gelir sağlamıştır.[5]
Şeyho Hoca’dan Arapça öğrenme nasibinden mahrum kaldım ancak o, Ankara’da hayli genç insana hem Arapça hem de tevhidi bilinci öğreterek dünyadaki görevini 1 Aralık 2024’te tamamlamıştır. İlmi ve Kültürel Araştırmalar Vakfı (İLKAV) bünyesinde yıllarca seminerler vermiş, sohbetler etmiş, dersler yapmıştır. Bu arada Hasan Hüseyin Kalaycı ile beraber bir Kur’ân meali/tefsiri üzerinde de çalışmıştır. Türkiye’de kim bilir unvanları kamuya pek açılmamış daha nice böyle tevhid ehli hoca yetişmiştir. Ben bu durumu görerek, sahneye ilk çıktığım yıldan kırk elli yıl sonra şimdilerde kendimi tekzip ederek diyorum ki: “Türkiye, İslâm âleminin en ümitli vakıasıdır artık!” M. Said Çekmegil, Said Ertürk, Şeyho Duman ile ilk gençlik yıllarımda aynı fotoğraf karesinde yer almanın avantajını bir ömür minnetle hatırlıyor, hepsi ahirete intikal eden hocalarıma Rabbimden sonsuz rahmet diliyorum.
[1] Metin Önal Mengüşoğlu, Bilge Terzi M. Said Çekmegil, Beyan Yayınları, İstanbul, 2009.
[2] Hamza Türkmen, Şeyho Hoca ile İslâmî Uyanışın Dünü Bugünü, Ekin Yayınları, İstanbul, 2020.
[3] Hamza Türkmen, Şeyho Hoca ile İslâmî Uyanışın Dünü Bugünü, s. 106.
[4] Hamza Türkmen, Şeyho Hoca ile İslâmî Uyanışın Dünü Bugünü, s. 128.
[5] Hamza Türkmen, Şeyho Hoca ile İslâmî Uyanışın Dünü Bugünü, s. 181-183.
Metin Önal Mengüşoğlu/ Umran Dergisi Ocak 2025