Sosyolog Süreyya Su Star gazetesi Açıkgörüş ilavesindeki yazısında selfie (özçekim)’i irdeledi.İşte o yazı…
Son birkaç yıldır hayatımıza giren bir fenomen var, selfie. İnsanlar ellerindeki cep telefonu ya da tabletlerinden sürekli kendi fotoğraflarını çekip çeşitli internet ortamlarında paylaşıyorlar. Yeni bir iletişim biçimi bu. İnsanlar gündelik hayat içinde sosyal durumlarını anlık olarak sunuyorlar ya da hiçbir bağlamı olmadan bir ‘imaj’a büründürdükleri portrelerini profillerine ekliyor, bunlar üzerine yorumlar bekliyorlar. İnsanlar şimdiye dek hiç olmadığı kadar kendileriyle meşgul oluyorlar, kendileriyle ilgilenilmesini istiyorlar. Dolayısıyla ‘selfie’ sadece kendi fotoğrafını çekme eylemine değil, kendilik saplantısına karşılık geliyor. Selfie, orijinal halinde bu geniş anlamı barındırıyor zaten. Ama TDK’nın gecikmeden bulduğu Türkçe karşılık, özçekim böyle bir anlam genişliğine sahip değil. Sadece kendi fotoğrafını çekme eylemini ifade ediyor. Cem Yılmaz’ın reklam filminde icat ettiği mizahi karşılık ‘nefsi suret’ daha uygun aslında.
Selfie’yi ortaya çıkartan ve onun bir çılgınlık halinde insanlar arasında bu kadar yaygın bir edim olmasına neden olan bazı etkenler var. Bunların biri ve başlıcası teknolojideki gelişmeler. Dijital kameraların özelliklerinin artması ve çeşitli aplikasyonların geliştirilmesi, eskiden profesyonellik gerektiren bazı hünerlerin ve çekim kalitesinin makine tarafından telafi edilmesiyle herkes tarafından yapılabilir ve ulaşılabilir olmasını sağladı. Artık makineler elin titremesinin neden olabileceği flu görüntüyü netleştirebiliyor, gece-gündüz, yakın-uzak çekim ayarlarını otomatik yapabiliyor, yüksek çözünürlüklü çekim kalitesini verebiliyor. En önemlisi makineyi kendinize doğru tuttuğunuzda vizörden nasıl göründüğünüzü görebiliyorsunuz. Bu da kendi pozunuzu ayarlamanıza imkan veriyor. Makinelerin gelişmesiyle insanların önce stüdyoya gereksinimleri azaldı, daha sonra fotoğraflarını çektirmek için başkasının yardımına ihtiyaçları azaldı.
Kendi kendine “nefsi suret”
90’lardan itibaren hayatımıza giren cep telefonlarının da teknolojisi geliştikçe, cep telefonları sadece bir iletişim aracı olmanın ötesine geçtiler. Radyo ve mp3, fotoğraf ve video, bilgisayar ve TV özellikleri eklenerek, cep telefonları insanların ayrılmaz birer parçası haline geldiler. Cep telefonlarından müzik dinlenebiliyor, film izlenebiliyor, oyun oynanabiliyor, internete bağlanıp yazışmalar yapılabiliyor, fotoğraf ve video çekimleri yapılabiliyor. Başlarda cep telefonlarının fotoğraf ve video çekim kaliteleri düşükken, gelişmiş dijital kameraların teknik özelliklerinin cep telefonlarına hızla aktarılmasıyla bu eksiklik giderildi. Böylece insanlar cep telefonlarıyla çekim yapmayı çok sevdiler. Öyle ki cep telefonları dijital kameraların yerine geçer oldu; çünkü çekim kalitesi bakımından kameraların bütün özelliklerine sahipler. Üstelik cep telefonları çektiğiniz fotoğrafları anında internetten paylaşmanıza imkân veriyor.
Selfie yapmanın teknolojik altyapısı hazırlanırken kültürel altyapısı da çoktan hazırlanmıştı. Batı toplumları yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren radikal bir dönüşüm geçirdiler ve Batı dışı toplumlar da modernleşme ve küreselleşme süreçlerinden geçerek bu dönüşümü yaşıyorlar. Aynı zamanda yazısal kültürden görsel kültüre bir geçiş yaşanıyor. İnsanlık önce sözel kültürü yarattı. Bu kültürde retorik, hitabet ve şiir gelişti. Kültürün nakledilmesinde hafıza gücü ve tekrar önemliydi. Yazının icadından sonra da bu sanatlar uzun süre merkezi önemlerini korudular. Çünkü uzun süre yazı, sözün taklidi ve ikamesi, ona ek olarak görüldü. Matbaanın icadıyla yazısal kültüre geçildi, kitaplar çoğaldı ve okuma alışkanlığı popülerleşti. Roman şiirin yerini aldı. Gazeteler gündelik hayatın ayrılmaz birer parçası oldular. Bu kültürde günlük tutmak çok yaygındı. İnsanlar gündelik hayatta yaşadıklarını, deneyimlerini kayıt altına alıyorlar ve içsel bir özneyle paylaşıyorlardı. Günlükte mahremiyet korunuyordu; çünkü insanlar deneyimlerini, duygularını, özel olayları paylaşmak için değil, öncelikle kaydetmek için, yazılı bir hafıza oluşturmak için günlük tutuyorlardı. Günlük tutmak bir terapi de sağlıyordu. Görsel iletişim teknolojisinin gelişmesi ve tüketim toplumunun ortaya çıkmasıyla görsel kültüre geçildi.
Post modern günlük
Burada yanlış anlamaya neden olmamak için bir açıklama yapmalıyım. Sözlü, yazılı ve görsel kültür insanlık tarihinde hep birarada var olmuştur ve bundan sonra da olacaktır. Şiir elbette olacaktır, hitabet önemini koruyacaktır, roman olacaktır, sinema da olacaktır, resim de olacaktır. Birinin bir başkasının yerine geçmesi söz konusu değildir. Dolayısıyla tarihte kopuşların olduğu iddia edilmemektedir. Ama bunlardan bazılarının belirleyici olduğu dönemler vardır. Kültür tarihinde sözün belirleyici olduğu bir dönem vardır, yazının belirleyici olduğu bir dönem vardır ve görselliğin belirleyici olduğu bir dönem vardır. Bugün görselliğin belirleyici ve önemli olduğu bir dönemdeyiz. Bu yüzden de insanlar, yazı aracılığıyla kendilerini ifade etmek yerine daha çok görsel imgeler aracılığıyla kendilerini anlatmayı tercih ediyorlar. Bu bakımdan selfie’nin postmodern dönemde günlüğün yerini aldığını söyleyebiliriz. Bir farkla ki, selfie’de kayıt ve hafıza oluşturmak değil, anlık paylaşım ve teşhir amaçlanmaktadır. Bu yüzden selfie’de mahremiyet esas değil, pornografi esastır. Tüketim toplumunda insanlar deneyimin imkânını kaybetmiştir ve deneyimin olmadığı yerde duygu da yoktur. İnsanlar aktarılacak bir deneyim, anlatılacak bir duyguya sahip olmadıkları için gündelik hayatın içinde sıradan bir edimi bile (bir yerde yemek yemek, çay içmek gibi) olay olarak paylaşmakta ve anlatacakları sahici bir duyguya sahip olmadıkları için de paylaştıkları görüntülerle kendileriyle ilgili imajlar üretmektedirler.
Günümüzde klişe haline gelen bir söz, açıklamaya çalıştığım duruma örnektir. İnsanlar yaşadıkları bir olayı ya da gördükleri bir yeri anlatmak zorunda kaldıklarında, “anlatılmaz, yaşanır” diye, kestirip atarlar. Bu söz, bir yandan, insanların içinde oldukları bir duygu durumunu veya bir deneyimi etkili bir şekilde anlatabilecekleri güçlü bir söz varlığından, zengin bir dilden yoksun olduklarını saklamaya yaramaktadır. Diğer yandan, yaşadıkları olayların veya gördüklerinin kendilerinde bir duygu uyandıracak hayret ve duyarlıktan yoksun oldukları anlamına gelir. Bu yüzden mutluluklarını ifade etmek için dilin imkânlarını kullanmak yerine, kahkahayla gülümseyen bir fotoğrafı paylaşmayı tercih ediyorlar. Selfie’nin psikolojik boyutu daha çok üzerinde durmayı hak ediyor, ama başka boyutlara da değinmeden geçmemek gerekiyor. Psikolojik boyutla kültürel boyutun kesiştiği yerde, selfie, narsisizm ile teşhirciliğin bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor.
‘Benim neyim eksik’
İnsanın kendini beğenmesi, sevmesinin saplantılı bir hal alması olan narsisizm, bugün modern insanın karakteristik bir özelliğidir. Eğitim sistemi, pedagoji ve diğer kültürlenme süreçleri bu durumu daha pekiştirici ve özendirici bir işlev görüyorlar. Suda yansıyan kendi görüntüsüne hayranlıkla bakan Narkissos mitinin yerini, tabletindeki kendi fotoğraflarına hayranlıkla bakan bireyler aldı. Genellikle ünlülere benzemek için verilen pozlarına bakarken sıradan insanların ruh durumunu en iyi ifade eden söz, “benim neyim eksik” olsa gerektir. Bu özgüvenle, insanlar kendilerinin çeşitli görsel imgelerini/imajlarını üreterek ve hatta oldukça cesur pozlarını çekerek Instagram, Facebook, Twitter, Flickr, Whatsapp gibi paylaşım sitelerine ekliyorlar. Böylece herkes kendini ünlü hissediyor. En azından var olduğunu ispatlamış oluyor; çünkü zamanımızda göründüğün kadar varsın. Postmodern dönemde Descartes’ın önermesini şöyle uyarlayabiliriz: görünüyorum öyleyse varım. Bu yüzden takipçilerinin olması ve hakkında yorumlar yapması varoluşsal bir önem taşıyor.
İmaj biriktirmek
Görünürlüğün ve gösterişin ya da teşhirin önem kazanması tüketim toplumunun ortaya çıkardığı yaşam tarzının bir göstergesidir. Giyimden yemek alışkanlığına kadar tüketime konu olan her şey teşhir üzerine şekillenmeye başladı. İnsanlar önce bistro cafelerin açık mekânlarında yiyip içmeye başladılar; sonrasında yediklerinin ve içtiklerinin fotoğrafını çekerek teşhir etmekteler. Magazin programlarıyla önce ünlülerin özel hayatları, gittikleri mekânlar, eğlenceleri teşhir edilmeye başladı, sonrasında herkes kendi özel hayatını, gittikleri yerleri, eğlencelerini teşhir ediyor. Bu gösteriş ve daha sonra teşhircilik hayatımıza 80’lerden itibaren girmeye başladı. Önce Özal zamanının yeni zenginleri lüks arabalar, rüküş elbiseler ve tavernalarda israf üzerine kurulu bir eğlence zevkiyle gösterişçi toplumun temellerini attılar. Daha sonra 90’larda ortaya çıkan televole gibi magazin programlarıyla ünlü sanatçıların özel hayatları teşhir edilmeye başladı. 2000’lerde internet hayatımıza iyice girdi ve teknolojinin de imkânlarını sınırsızca sunmasının karşılığını insanlar kendi hayatlarını 24 saat izlettirerek ödüyorlar. Aslında daha ağır bedeller var. Bir kere deneyimi yitiriyoruz. Hayatımızda olay olsun istiyoruz; bir daha asla tekrarlanmayacak bir an ve o anı paylaşalım istiyoruz. Ne var ki, kamera vizörünün deneyimi ve kendiliğindenliği, doğallığı yok eden yapısı yaşadığımız hayatı bir simülasyona ve dünyayı da simülakralardan (görüntü) ibaret bir ekrana dönüştürüyor. Bir imge kirliliği etrafımızı kuşatmış halde ve bu yüzden ne hakikatle ne de gerçeklikle sahici bir ilişki kurabiliyoruz. Günde yaklaşık elli milyon imge paylaşıma giriyor. Bu imge bolluğu içinde ne bir düşünce üretilebilir ne de bir hafıza oluşturulabilir. Hayatımızdaki ve dünyadaki her şey meta haline getiriliyor ve tüketiliyor.
Daimi olarak çekilen selfieler, otoportreler, yeni doğmuş bebeklerin resimleri, yeni evlenen çiftlerin mutlu anları, eğlenen arkadaşların çılgın pozları, insanın kendisiyle ya da benliğiyle ilgilenmekten daha çok imajıyla ilgilendiğinin semptomlarıdır. Çünkü bir arkadaş çevresine girmekten, bir aşk ilişkisini başlatmaya, bir işe kabul edilmeye kadar her sosyallik biçimi kişinin pazarlanabilir olmasını gerektiriyor. Bu da imajın önemini arttırıyor; insanlar bu yüzden kişiliklerini, görgü ve birikimlerini geliştirmekten daha çok nasıl göründükleriyle ilgileniyorlar, sürekli farklı imajlarını üretip, bunları görselleştirerek paylaşıyorlar. Selfie, tüketim ve gösteri toplumunun bir semptomudur, ama diğer yanda ise postmodern ikonacılığın yeni bir ritüelidir. Nitekim selfie, bir yanıyla, Tanrı’nın yerine geçmeye çalışan modern insanın kendi suretine tapınmasından başka bir şey değildir.