Kitle kültürünün insanları uyuşturduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Kemal Sayar, “Materyalistleşen dünyada insanlar kitle kültürünün afyonuyla kendilerinden geçiyor. Popüler kültür, doğru soruların, doğru zamanlarda sorulmasını engelliyor. Bu şekilde kültürün de, düşüncenin de, ruhsal tekâmülün de hiçbir anlamı kalmıyor” dedi.
Ünlü Psikiyatrist Prof. Dr. Kemal Sayar ile gerçekleştirdiğim söyleşi, sıcak bir Temmuz gününün akşam saatlerine denk geldi. İftar vaktinden önce kendisinin İstanbul, Bağdat Caddesi’ndeki ofisinde buluştuk ve keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Kendisiyle, sakin tonuyla kaleme aldığı, Timaş Yayınları’ndan çıkan son kitabı “Beni Sessiz de Sevebilir misin?”den konuştuk.
‘Yanımızdan geçen bir çocuğun neşesini fark etmemiz için yavaşlamamız gerekiyor’ diyorsunuz. Ne kadar muhteşem bir söz. Dinamizmden yoksun olan kof sürat başımıza iş açıyor galiba?
Birşeyi hatırlamak isteyen insan yavaşlar, unutmak isteyen insan hızlanır.
Bir dağ yolundan geçtiğinizi düşünelim, kavşaklı yolun aşağısında harikulâde bir deniz manzarası dikkatimizi çekti, ne yaparız? Hemen arabamızın hızını keser ve oradan daha yavaş yavaş geçmek isteriz. Buradan da anlayacağımız gibi insan, adeta güzelliği içmek isteyen, ruhuna nakşetmek isteyen bir varlıktır. Ama güzelliği görmek için ona dikkat edebilmemiz, dikkat verebilmek için de yavaşlayabilmemiz şarttır. Günümüz toplumunun iş hayatı odaklı yapısı bizi hep hızlı davranmaya itiyor. Hep, çok hızlanırsak, çok üretirsek verimli olacağımızı düşünüyoruz. Bu son derece yanlış bir algı, çünkü, bu arada hayatın asli dokusunu oluşturan bazı önemli detayları ıskalıyoruz. Bu detaylar, insan tavırlarında, endamında gizli olan güzelliklerdir. Bir çocuğun gülüşü, bir ağacın yeşermesi, bir çiçeğin açması, köşede bir esnafın neşeyle arkadaşının omzuna yaslanması. Bütün bunlar hayatın içinde olan ve onu güzelleştiren ayrıntılardır ve o ayrıntıları farkedebilmek için de insanoğlunun biraz yavaşlaması lazım.
MANDELA ve İZZETBEGOVİÇ’İN YOLU
Gerçekten de, Nelson Mandela, Aliya İzzetbegoviç gibi büyük liderlere baktığımızda bunların az gidilen yollardan gitmiş adamlar olduğunu görürüz. Cesaret, umut ve iyimserlik sahibi insanlardır bunlar ve bu sayede birşeyleri değiştirebilmişler, dünyanın gidişatını olumlu bir yönde etkileyebilmişlerdir. Arşimet’in “Bana bir kaldıraç verin, dünyayı yerinden oynatayım.” sözünde muhteşem biçimde özetlediği gibi, aslında hepimiz dünyayı yerinden oynatabiliriz. Sıradan bir insan bile tarihin gelişiminde çok olumlu etkilerde bulunabilir. İnsanın bu nedenle kendini asla çaresiz hissetmemesi lazım. Her bir insan, iyiliğin neferi olarak, doğruluğun, dürüstlüğün, adaletin neferi olarak dünyanın güzelleşmesine katkıda bulunabilir.
Nostaljileriyle yaşayan insanlar vardır. Her yerin başörtülülerle dolu olmadığı bir geçmişten bahsedenler, “Nerede ah o eski bayramlar.” diye sızlananlar. Aslında hiç yaşanmamış bir geçmişin izini sürerek geleceğini anlamsızlaştırmak değil midir bu? İnsanoğlu bunu neden yapar?
İnsan, sorunlarıyla yüzleşmekten kaçındığı zaman, iltica edeceği, sığınacağı bir yer arar. Günümüz toplumunda, teknolojik alet edevata doğru bir kaçış var ve sanal ortamlarda kendimizi gerçekleştirdiğimizi zannediyoruz. Nostalji de bazen, bugünden kaçmanın bir adı olup, çıkıveriyor. İnsanlar geçmişe adeta iltica ediyorlar ve şanlı bir geçmiş mitosu yaratarak, bu mitosun altında adeta serinliyorlar. Aslında, ne geçmiş o kadar şanlı ve gurur verici, ne bugün o kadar ıstırap ve acı vericidir. Sadece biz tembelizdir, bugünün sorunlarıyla uğraşmak konusunda yeterince gayretli cevval ve atak değilizdir. Sorunun temeli budur.
Sevgili hocam, günümüz dünyasında devletler, askeri ve ekonomik olarak patlama derecesinde kalkınabiliyorlar, fakat, entelektüel/kültürel boyutta en güçlü ülke toplumları bile kadük kalmış vaziyetteler. Aynı sorun kalkınan bireyler için de geçerli. İşin entelektüel/kültürel ve duygusal yanı hep biraz eksik kalıyor. Sizce bunun nedeni ne? Ya da maddiyatın eziciliği tevazuyu yok mu ediyor?
Günümüz dünyasında bir maddileşme göze çarpıyor. Hayat materyalistleşiyor. İnsanlar maddi zevklerin peşinde daha çok koşmaya başlıyorlar. Bu da spiritüel bir manevi boşluk yaratıyor içimizde. Bu da, materyalist eğilime denk bir şekilde kolay tüketilip atılabilen manevi arayışlara girilmesi sürecini hızlandırıyor. Batı toplumlarında “New-age” tarzı, basit, yüzeysel maneviyatlar artış gösteriyor. Türkiye’de de bunun izlerini görüyoruz. Türkiye’de bazı odaklar işin bu yönünü parlatmaya gayret ediyorlar. Halbuki bizim topraklarımız maneviyatın en derin biçimde yaşandığı, irfanın ve kültürün kökleştip, derinleştiği topraklar. Bizim bir Amerikan-yüzeysel New age maneviyatından öğrenebileceğimiz hiç bir şey yok.
‘Yaşam koçluğu’, ‘Yoga’, ‘Reiki’ gibi son dönemin moda akımlarından bahsediyorsunuz sanıyorum?
Evet, bunların tümünü kastediyorum. Bunların hepsi tüketilip atılan bir ürünler niteliğindedir. Yani, insanı ruhsal açıdan dönüştüren, tekamül ettiren şeyler değildir bunlar. Sadece yaralara pansuman yapılmasını sağlayan ve anlık çözüm üreten basit ve yüzeysel tekniklerden ibarettir tümü. İnsan, manevi ihtiyaçlarını teknik boyuta indirgeyerek, şifa olsun diye namaz kılıyor, şifa olsun diye yoga yapıyor örneğin.
TARİHİ BAZEN SIRADAN İNSANLAR YAZAR
Bize modern medeniyet tarafından yayılan en tehlikeli propagandalardan bir tanesi, insan tekinin çaresiz olduğu yalanıdır. Tüm hazır kalıp zihniyetler, izmler ve ideolojiler devasa kapitalist aygıtın karşısında çaresiz olduğumuz gerçeğini yüzümüze çarpmaktadır. Modern kapitalist medeniyet, siyasi düzen de dahil olmak üzere, hiçbir şeyi değiştiremeyeceğimiz yönünde bir yanılsama yayar dünyamıza. Tam aksine, biz insan tekinin, her an birşeyleri değiştirebileceğini, birşeyleri yerinden oynatabileceğini, bir insanın tarih yazabileceğini hep aklımızda tutmalıyız. Unutmayalım, tarihi hep kahramanlar yazmaz, tarihi bazen sıradan insanlar yazar. Kendine itimat eden, kendine güvenen, özgüveni yüksek, umudu, iyimserliği gerçekten içinde taşıyan insanlar yazarlar tarihi.
KLONLANMIŞ İNSANLAR ORDUSU
Hayatın materyalleşmesiyle beraber, insanlarda, dikkat azalması, popüler olanın öne çıkması, şöhretin herşey demek olması gibi fenomenler ön plana çıkıyor. Geniş kitleler üzerinde muazzam etkilerde bulunan televizyon ve internet kültürü, insanları bir örnekleştiriyor, birbirine benzetiyor, birbirleri arasındaki ayrımı ortadan kaldırıyor ve bir bakmışız aynı internet, aynı televizyon tarafından klonlanmış, aynı şeyleri konuşan, aynı şeylerin dedikodusunu yapan bir dolu insanla karşılaşıyorsunuz. Popüler kültür insanları afyonluyor. Doğru soruları, doğru zamanlarda sormalarını engelliyor. Materyalistleşen dünyada insanlar kitle kültürünün afyonuyla kendilerinden geçiyorlar ve kültürün de, düşüncenin de, ruhsal tekamülün de hiçbir anlamı kalmamış oluyor böylece. Ben, düşüncenin, saf düşüncenin, sağlam düşüncenin ve duyarlılığın, edebiyat üzerinden gelen duyarlılığın ve felsefi düşüncenin insanlara doğru soruları sormak ve doğru tepkileri göstermek konusunda yol açıcı olduğunu düşünüyorum.
Şükran duygusunun yerini donuk bakışlar, tebessümlü teşekkürlerin yerini çevrilen başlar aldı. Siz, Şükran duygusunun varlığımıza farklı bir boyut kazandıracağını söylüyorsunuz. Bir “Teşekkür” neyi değiştirir ki sevgili hocam?
Hz. Resul, “İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a da şükredemez.” buyuruyor. Bizlerin takdir hislerimizi daha yoğun şekilde kullanabilmemiz lazım hayatımızda. Haset ve tekdir kültürü bize bir şey kazandırmaz. Türkiye’de iyi insanların yaptıkları iyi şeyleri alkışlamadığımızda, görmezden geldiğimizde, marifetin iltifata tabi olduğu ilkesi kadükleşir ve kaybolup gider zamanla. Örneğin, yakın zamanda öte aleme uğurladığımız rahmetli Ayşe Şasa böyle bir insandı. Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu böyle bir insandı. Bunlar, dikkat insanlarıydı, kim nerede iyi bir şey yapıyorsa onu bulur ve onu özendirirlerdi bu güzel insanlar.
ŞÜKRETMEK, ASIL SAHİBİNİ HATIRLAMAKTIR
Hepimizin bir anlamda bir dikkat sakası olup, kendimizden genç saydıklarımızı özendirmemiz, elinden tutmamız, teşvik etmemiz lazım. Hepimiz bir başka insana istimdat edebiliriz. Başka bir insanın yüreğine dokunabiliriz. Teşekkür etmek aslında her şeyin asıl sahibini hatırlamak demektir. Bizler günlük hayatın hay-huyu ve yanılsamaları içinde bazı şeylerin asıl sahip olduğumuzu, bazı şeyleri kendimiz elde ettiğimizi düşünüyoruz. Benliğimiz bazı şeyleri perdeliyor, eşyanın hakikatinden uzaklaşıyor, o hakikate ulaşmak için benliğimizi feda etmemiz gerektiğini unutuyoruz. Teşekkür etmek, olan biten birşeyde başka birinin payının olduğunu hatırlamaktır. Ben burada oturuyorsam, şu insan şunu yaptığı için diyebilmektir. Ben burada oturuyorsam Allah bana bunu lûtfettiği için diyebilmektir. Nefsimizi ayaklar altına almak, insan kardeşimizin katkılarını görebilmeyi sağlar. Nefsimizdeki “Şükran” duygusunu ne kadar yüceltirsek, insan olarak o kadar incelebiliriz, insan olarak daha rafine bir varlık haline gelebiliriz.
İnsanoğlu nefsindeki bu “Şükran” duygusunu yüceltmek için ne yapabilir?
Ben insanlara “Şükran mektubu” yazmalarını tavsiye ediyorum. Onların hayatlarında rol oynamış, hayatlarının dönemeç noktalarında ruhlarına dokunmuş insanlar için oturup, kalemi kağıdı ellerine alıp bir şükran mektubu yazmalarını tavsiye ediyorum. İnsanlara, “Hayatımdaki şu kritik noktada, şunları değiştirdin.” diyebilmek, hem kendi dünyamızı, hem de içinde yaşadığımız dünyayı nezaketle, saygıyla, güzellikle donatacak bir eylem bence.
İÇMİZDEKİ AŞAĞILIK DUYGUSU HAREKETE GEÇEBİLİR
“Dikkat sıcak ve şefkatlidir. En iyi imkanların çiçeklenmesine müsaade eder. Dikkatsizliğe muhatap olduğumuzda özgüvenimiz sarsılır. İçimizde duran aşağılık duygusu hareket geçer.” diyor Kemal hoca. Bununla, birbirimiz üzerinde dikkati yoğunlaştırmadığımızda aramızdaki uçurumların harekete geçtiğini, bu durumun sıcaklık ve şefkati öldürdüğünü nefis bir anlatımla ifade ediyor. Devamlı tweet atan bir neslin temsilcilerinden biri olarak biraz üzerime alınıyorum bu sözleri. Hevesle bir konuyu açmış, dostunuza hararetle anlattığınızı, dostunuzun o sırada çook uzaklarda, Brezilya 2014 Dünya Kupası gündemiyle Twitter zaman tünelinde meşgul olduğu anı bir hayal etsenize. Kemal Sayar haklı galiba. Cep telefonu değil, o an orada olanlar bizi iyileştirir aslında.
* Günümüz toplumunun iş hayatı odaklı yapısı bizi hızlı davranmaya itiyor Hızlanırsak verimli olacağımızı düşünüyoruz. Bu son derece yanlış bir algıdır. Çünkü hayatın asli dokusunu oluşturan bazı önemli detayları ıskalıyoruz.
* Modern medeniyet tarafından yayılan en tehlikeli propagandalardan bir tanesi, insan tekinin çaresiz olduğu yalanıdır. Tam aksine, insan tekinin her an bir şeyleri değiştirebileceğini ve tarih yazabileceğini aklımızda tutmalıyız.
* Geniş kitleler üzerinde muazzam etkiler oluşturan televizyon ve internet kültürü insanları birbirine benzetiyor. Televizyon tarafından klonlanmış, aynı şeyleri konuşan ve aynı şeylerin dedikodusunu yapan bir dolu insanla karşılaşıyoruz.
* Teşekkür etmek, olan biten birşeyde başka birinin payının olduğunu hatırlamaktır. Nefsimizdeki ‘Şükran’ duygusunu ne kadar yüceltirsek, insan olarak o kadar incelebilir ve daha rafine bir varlık haline gelebiliriz.