Avrupalılar M.S.452’ de Roma kapılarına dayanan Hun İmparatoru Atilla dönemiyle başlayarak yaklaşık 16 asır boyunca Türklerle mücadele içinde çelişiyor, Türkleri Avrupa’dan çıkarmak için uğraştı. Bu hedeflerine 1912-13 Balkan Savaşları ile hemen hemen ulaştılar. Buna rağmen yaklaşık 90 yıl sonra Türkiye AB’ ne üye olmak istedi. Bunun üzerine AK Parti hükümeti üyelik sürecindeki en ileri aşamaya ulaştı.
Bu üyelik sürecinde ‘Bon Pour L’Orient ‘ müzakeresinde 17 Aralık’ta kabul edilen metin, serbest dolaşım konusunda kalıcı sınırlamalar getirebileceği yolundaki hükümleriyle Türkiye’den önceki adaylara uygulanmayan yöntemler getiriyor, bu yönleriyle ciddi bir ayrımcılığı yansıtıyor. AB tarihinde ilk defa bir üye adayının tam üyeliğinin garanti olmadığı AB tarafından ‘yazılı olarak’ vurgulandı.
Önümüzdeki 10-15 yıl içerisinde AB kamuoyundaki ‘İslam fobisi’, ‘ırkçılık’ daha da artacaktır. Resmen kesinleşmiş bir üyelik yılı verilmemesi yüzünden ilerde Ukrayna ya da Balkan ülkelerinin girişi bahane edilerek Türk üyeliğinin 2014 ‘ünde çok ötesine atılması da olasıdır. Eğer Ukrayna ve Balkan ülkeleri AB’ye girerse Türkiye’nin üyeliği belki de ‘sonsuza dek’ ertelenecektir.
Brüksel’deki zirveden AB komisyonu’nun önerileri aynen kabul edilerek müzakerelere başlama kararı çıkmıştır. Önerilen müzakere mekanizmasında bundan önceki adaylarla 31 başlık üzerine görüşmeler yürütülürken Türkiye ve Hırvatistan için bu sayı 35’e çıkarıldı. Bu karar Türkiye açısından 70 adet taviz gerekebileceği algılamasını kaçınılmaz olarak gündeme getirecektir. Prosedür diğer ülkelere nasıl yapıldıysa öyle olması lazımdı.
Peki ABD ‘nin Türkiye’ye ne derece ihtiyacı var?
Türkiye’de birçok stratejist AB’nin şu sebeplerden ötürü Türkiye’ye kapıyı açtığını öne sürmektedir: (1) Büyük Türk pazarı; (2) Türkiye’nin medeniyetler çatışmasını önleyecek olması; (3) Türkiye’nin AB’yi ‘süpergüç’ yapamayacak olması, (4) Genç nüfus; (5) Türk ordusu ve (6) Türkiye’nin jeostratejik konumu. Türkiye batı için, Ortadoğu’nun kanunsuz devletlerine karşı koruyucu bir kemer haline gelmiştir. Kafkasya’nın gaz ve petrol geçişidir ve Avrupa’ya göçün kontrol altına alınabilmesinde anahtar konumundadır. Buna ilaveten, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) NATO’nun 2. En büyük askeri gücüdür. Eğer TSK Türkiye tam üye olmadan da AB tarafından bir şekilde kullanılabilirse, AB ‘nin kritik bölgelere müdahale gücü artabilecektir. Bu iki faktör dışındakilerin hiçbiri gerçekçi sebep değildir. Türk pazarı zaten Gümrük Birliği ile AB’ nin eline geçmiştir.
Bugün Türkiye’nin nüfusu 72 milyona ulaşmıştır. Almanya hariç, Avrupa devletlerinin her birinin sahip olduğundan çok daha fazla nüfusa sahiptir. Birleşmiş Milletler’in nüfus tahminlerine göre, yirmi yıl sonra Türkiye 89 milyon civarındaki nüfusuyla Avrupa Birliği’nin birinci büyük devleti olacaktır. AB organlarında bir devletin temsiliyet oranı o devletin nüfusuyla doğru orantılıdır. Bu durumda %15 -20’ lik nüfusuyla Türkiye, karar alma mekanizmasında kilit eleman olabilir.
Türkiye – ABD ilişkileri Mart 2003’ ten beri gergin durumdadır. Bu ilişkiler ilerde tamamen kopma noktasına gelse bile AB’ye ilişkin İngiltere ile benzer bir görüşe sahip bir Türkiye’nin girmesi ile ABD, AB’nin siyasi birliğini sulandıracak, onu hantallaştıracak ve hedeflerinin çoğuna yeni ulaşmış olacaktır.
Anlattıklarımızın ışığında AB’nin Türkiye’yi tam entegre etmesinin de tam dışlamasının da AB çıkarlarına aykırı olduğu görülüyor. AB büyük ihtimalle Türkiye’yi mümkün olduğu kadar oyalayıp kullanmayı, ardından da nihai karar günü geldiğinde var olan jeostratejik dengeler ışığında referandumlar yoluyla ya tam dışlamayı ya da eğer hala gerekliyse de ‘dış kapının mandalı’ olacak bir şekilde entegre etmeyi planlamaktadır. AB’nin bu ikircikli ve zaman zaman ikiyüzlülüğü bulan tutumuna rağmen 17 Aralık Türkiye için önemli bir fırsattır.
2004 yılı sonundaki 17 Aralık Zirvesi’nden bu yana Türkiye’nin makroekonomik kazancı AB Komisyonu’nda 50-60 milyar Euro olarak hesaplanıyor. Bu kadar değil de , bunun yarısı bile gerçek olsa, Türkiye’nin AB rayına oturmasından dolayı ekonomik kazancı çok çarpıcıdır.
KKTC’ ye uygulanan ambargolar neden kalkmıyor?
Nisan 2003’te imzalanan ‘Katılımcı Antlaşması’ ile AB ülkeleri Kıbrıs Rum Kesimi’nin ve onun hükümetinin Kıbrıs’ta tek meşru yapı olduğunu kabul ettiler. Bundan sonra Kıbrıs Rum Kesimi’ni yok saymaları ve ona olan abligasyonlarını inkar etmeleri mümkün değildir. Anayasa taslağı yürürlüğe girmese bile Rumlar AB sözleşmesinin 242 ve 243. Maddelerine göre Avrupa Mahkemesi, ilgili davaların görülmesine kadar alınmış kararların hayata geçirilmesini erteleyebilecek geçici önlemler de alabilir.
Son zamanlarda Kıbrıs’ta çözümsüzlüğün devamı durumunda KKTC’nin Tayvan modeline uygun bir şekilde dünya çapında kabul görür duruma getirileceğini umanlar mevcut. KKTC ile Kıbrıs Cumhuriyeti arasındaki sorun ‘egemenliğe dayalı’ bir sorun iken Çin Halk Cumhuriyeti ile Çin Cumhuriyeti (Tayvan) arasındaki sorun hangi hükümetin 1949 Mao ihtilali öncesi Çin’in temsilcisi olduğu , yani ‘temsiliyet’ sorunudur.
Kuzey Kıbrıs’ın ekonomik açıdan izole edilebilmesinin yolunu açan uluslararası kararların hedefi ayrılıkçı KKTC’dir ve çoğu bağımsızlığın ilan edildiği 1983 sonrası çıkmıştır. Kıbrıslı Türklerin izolasyonunun kalkması şu an elinde hiçbir kart kalmayan bizlerin Rumlarla pazarlık gücünü arttıracaktır. Hiç pazarlık gücümüz kalmaması durumunda ise olası Rum vetosu karşısında Türkiye ‘ya AB ya Kıbrıs Türkleri’ seçeneği ile karşı kaşıya kalmak yolunda ilerleyebilecektir.
24 Nisan’da bizim açık ara evet, Rumların da açık ara hayır dediğine ve Rumların 1 Mayıs’tan sonra artan pazarlık gücüne bakarsak yeni planların Rumlar lehine olacağını düşünebiliriz. Nisan referandumu neticesinde Annan planı ce kurucu devlet anayasasının hiçbir hükmü yoktur. Bunları kısmen de olsa yürürlüğe koymak için yeni referandum gerekecektir.
Şu an itibariyle net olan manzara odur ki, Türkiye’nin Batı ekseninden kayması ya da milleyetçi/köktendinci akımların yükseliş risklerini bertaraf etmek adına kendisine içinde belirsizlikler olan bir müzakare perspektifi verilmiştir. Nihai sonuç ne olursa olsun, Türkiye’ye verilen AB perspektifi ülkede demokrasiyi güçlendirecek ve yabancı yatırımları artacaktır.
Türkiye artık AB tünelinin içine girdiğinden ve yabancı sermaye akmaya başladığından ‘gerektiğinde kapıyı vurup çıkması’ 17 Aralık ve 3 Ekim öncesine göre daha zordur. Öte yandan , Kıbrıs baskıları daha da artmadan evvel Türkiye siyasetinde AKP ile asker-sivil bürokrasisi arasındaki güç savaşının ikinci tarafın tam mağlubiyetiyle sonuçlanması ve Türk komuoyunda AB’ye giriş arzusunun artması beklenebilir, kısa vadede bu konuda müsamaha da gösterebilir.
Annan Planı’ndaki ‘anayasal statümüzü’ sağlama bağladıktan , yeni “de facto” durumu bazı devletlere kabul ettirdikten ve Kuzey Kıbrıs için ‘yeni bir hukuki durum’ yaratıp izolasyonları bir miktar hafiflettikten sonra nihai çözüm süreciyle alakalı ‘öteki’ alanlarda da pozisyonumuzu arttırabilirdik.
ABD’nin Kuzey Kıbrıs’a bakışını etkileyebilecek öteki siyasi faktörlerden biri de Türk- Amerikan ilişkilerinin geleceğidir. 1 Mart 2003 tezkere krizi ve sonra yaşananlardan dolay ABD, AK Parti iktidarına artık tam güvenmediği doğrudur. Siyasi münasebetler son üç yılda acayip zigzaglar çizmektedir.
Kıbrıs sorunu Türkiye’ye AB tarafından bir perspektif verilmesine engeldi. 24 Nisan 2004 referandum sonuçları ‘müzakerelere başlamanın’ önündeki engelleri kaldırdı. Kıbrıs Sorununun çözümsüzlüğü hem AB’nin uluslararası prestijini sarsma hem de enerjisini tüketmek için idealdir.
KKTC, büyük Ortadoğu’nun güvenliği konusunda da ABD’nin gözünde mühim değildir. ABD’nin Girit, Suriye ve İran dışında hemen hemen her Ortadoğu ülkesinde askeri varlığı vardır. Doğu Suudi Arabistan’dan Lübnan’a kadarki bölgede – kısmen de olsa- kurulabilme durumu, ABD’nin Türkiye ve KKTC’ye bakışında önemli etkileri olabilecek senaryolardır. Ortadoğu’da olacak olanlar ABD ve Türkiye’yi çok daha fazla yakınlaştırabileceği gibi, bunun tersi de olabilir.
Haziran 2004 tarihli Annan Raporu’nun BM Güvenlik Konseyi’ inde onaylanmaması bizim için bir kayıptır. Rapor onaylansaydı izolasyonların kalkması için gerekli hukuki zemin bir miktar güçlenmiş olacaktı. Çar Deli Petro zamanından beri Rusya’nın sıcak denizlere açılma hedefi vardı. Ortadoks Rum egemenliğinde bir Kıbrıs, Rusya’nın bu stratejisi için önemli bir mihenk taşıdır. Süper güç olduğu zamanda bile Kıbrıs’a inemeyen Rusya’nın yakın gelecekte bunu yapması imkansızdır. Rusya bugün Amerika tarafından dört bir taraftan kuşatılmaktadır. Bu kuşatmanın yarılabilmesi için Türkiye’nin Rusya ile stratejik ilişkileri ya da en azından Türkiye’nin Rusya karşısında ‘nötüre yakın’ bir tavır takınması Rusya için hayatidir. Türkiye’nin de Rusya ile epey konuda çıkarları örtüşmektedir.
Çin, son yıllarda Ortadoğu , Latin Amerika ve Afrika’ya olan ilgisini arttırmıştır. Çin’in uzun vadeli Ortadoğu planları varsa Türkiye ile ‘iyi diyaloğunun olması’ önemlidir. Türkiye, geçmişte ABD ve AB’nin bir takım kırmızı çizgilerine sadık kalmak koşuluyla da olsa Çin ile stratejik ilişkilerini derinleştirmeye çalışmalıydı. Eğer iki ülke arasında daha sağlıklı bir ilişki olsaydı Çin’in de Kıbrıs sorununa ilişkin tavrı farklı olabilirdi. Önümüzdeki yıllarda da Rusya’nın verdiği lisansla Çin’de üretilen S-300 ‘savunma’ füzelerinin benzerlerinin Türkiye’ye satılması planlanmaktadır. ABD’nin Türkiye’ye Patriot füze sistemini satmayı reddetmesi ve İsrail’in ‘Arrow’ projesine katılımını veto etmesi Türkiye’yi bu yola itmiştir.
Kasım 2002’den beri iktidarda olan AK Parti ise dış politikada yenilikler getirmiştir. Türkiye’deki hükümet şimdiden çok boyutlu bir siyasete sıcak baktığı izlenimini yaratmaktadır. Yalnız AB ve ABD değil, pek çok farklı güç ile siyasi ve ekonomik bağlar güçlenmeye başlanmıştır ve bu durum artarak devam etmektedir.
Türkiye’ye yönelik Ermeni talepleri ve genel adıyla ‘Ermeni sorunu’ bizi 19. Yy’dan beri uğraştırmaktadır. Türkiye sınırlarını açmak ve çeşitli kısıtlamaları tek yanlı kaldırmak suretiyle Ermeni ekonomisini kendine bağlamayı deneyebilir. Nüfusu ve yüz ölçümü Türkiye’ye oranla çok küçük olan Ermenistan’a Türk mallarının ihracının arttırılması, daha fazla Ermeni’nin Türkiye’ye çalışma maksadıyla gelmesi teşvik edilebilir.
Türkiye, soykırım iddialarını tanımamak konusundaki kararlılığından geri adım atmamalıdır. En etkili yol Ermeni tehditlerini Türkiye’nin Ermenistan üzerindeki ekonomik ve siyası nüfuzunu arttırmak suretiyle nötüralize etmeye çalışmak olabilir.
Kasım 2002’de başa gelen ‘tek parti’ iktidarı siyasi belirsizlikleri azaltmış ekonomiye de kısmi istikrar getirmiştir. Kısa vadeli borçların Merkez Bankası rezervlerine oranı eskisi kadar yüksek değildir. Enflasyon ve bankacılık sistemi de kontrol altındadır.
Artabilecek PKK terörü bu noktaya olumsuz bir etkide bulunabilse de son yıllarda turizm ve inşaat sektörü güçlendi. Son olarak, her ne kadar Soğuk Savaş yılları geride kaldıysa da Batı gözünde Türkiye’nin stratejik önemi azalmış değil. Bazı sıkıntıların doğması durumunda ABD ve AB’nin maddi ve manevi destekte bulunması beklenebilir.
Türkiye uzun vadede Ortadoğu, Kafkaslar ve Güneydoğu Avrupa’nın en büyük siyasi gücü olabilir. Bu ancak çok güçlü bir ekonomiye sahip olması durumunda mümkün kılınabilir. Bu potansiyelini değerlendirebilmesine yardım edecek adımlar atılmalıdır.
ORTADOĞU NEREYE GİDİYOR ?
Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’da bir enerji savaşının başladığı söylenebilir. Bilhassa petrol ve doğalgaz, dünyanın birinci derecede önemli bir stratejik maddesi olmaya devam etmektedir. Günlük petrol üretimi yaklaşık 80 milyon varildir. Bu tüketimin 1/3 ünü petrol üreten ülkeler, 1/3 ünü ABD, 1/5 ini Avrupa, 1/10 unu Japonya ve geri kalan 1/6’sını dünyanın geri kalan kısmı yapmaktadır. ABD tüketiminin 8 milyon varilini kendi kaynaklarından sağlamaktadır. 1970’lerde ABD dış enerji kaynaklarına sadece %8 oranında bağımlıyken bugün bu rakam %55’tir, yakın gelecekte de %70’lere çıkacaktır. Bir taraftan ABD’nin dünya nüfusunun %5’ini teşkil etmesine rağmen petrol tüketimi artarken, diğer yandan da kendi petrol üretimi azalmaktadır.
ABD ile İngiltere arasında ki farka gelecek olursak, en önemli fark İngiltere’nin özünde bir ‘ada devleti’ olmasıdır. Yani, İngiliz kolonileri bağımsız olduktan sonra İngiltere ekonomik gücünün belki de %90’ını kaybetti. ABD bir gün ekonomik, teknolojik ve askeri alanda dünya birinciliğini kaybetse bile 9.5 milyon kilometrekarelik toprakları, hammadde kaynakları ve 300 milyonluk nüfusuyla dünya siyasetinde çok önemli bir ‘ağır top’ olarak kalacaktır. Ayrıca ABD enerji kaynaklarına hakim olmakla rakiplerinin gelişimlerini de kontrol edebileceğini sanmaktadır.
Irak, 1988’den sonra borca batan ekonomisini onarmak ve ordusunu ayakta tutabilmek için ciddi şekilde petrol gelirine ihtiyaç duymaktaydı. Fakat aslında çıkardığı petrolü Irak’a ait petrol alanlarından alarak çıkaran ve üretimi arttırarak fiyatların düşmesine sebep olan Kuveyt yönetimi bu ülkenin petrol gelirlerinin azalmasına neden oluyordu.
2005 sonunda anayasal sistemlerini oylamak için sandığa giden Iraklılar, açıklanan sonuçlara göre önerilen belgeyi kabul etmişlerdir. Buna rağmen çok önemli sorunlar halen devam ediyor. Bu metnin ve ilerideki olası gelişmelerin Irak’ın ulusal birliği ve toprak bütünlüğünü ne derece devam ettirebileceği çok şüpheli.
Gazeteci Hasan Cemal, Kürtlerin Türkiye Cumhuriyet tarihinde irili ufaklı 29 isyan gerçekleştirdiklerini söylüyor. Kısa veya orta vadede Irak’ta bir iç savaş çıkarsa ve Kuzey Irak Kürtleri Musul- Kerkük’teki petrolleri ele geçirip kısa/orta vadede bağımsız olurlarsa bu durum Kürt Devleti’ni Doğu ve Güney doğu Anadolu’daki bazı kesimler için çekim merkezi yapabilir. Bana göre Kürtlerin bağımsızlık ilanı esasen İran ve Suriye’deki gelişmelerin Kürtlerin Türkiye’yi by-pass edip denize açılmalarına olanak vermesi durumunda beklenebilir. Herhalukarda Kuzey Irak’a Türkiye’nin bir askeri müdahalesi Türkiye’yi ABD ile karşı karşıya getirebilir, AB müzakerelerini de bitirebilir. ABD, askeri güçle karşılık vermese bile yedek parça ambargosu koyup TSK’yı zayıflatabilir. Türkiye’de dışarıdan provoke edilebilecek ekonomik krizler veya ayaklanmalar olabilir. ABD Irak’ın ortasında veya güneyinde tutunamazsa kuzeyde askeri üstler kurabilir, oraya yerleşme gereği duyabilir. Dışta ‘apaçık’ Kürt karşıtı bir politika izlemek hem Türkiye Kürtleri arasında infial yaratır, hem de etkili sonuç getiremeyebileceğinden Türkiye’nin prestijini sarsar. Bu yüzden sonuç ne olursa olsun Kürtlerle sıcak diyalog devam ettirilmeli.
Musul- Kerkük’e sahip olmayan bir Kürt oluşumu Türkiye’ye hiçbir tehdit oluşturamaz. Son olarak, Irak’ın bölünmesinden zarar görebilecek öteki Ortadoğu devletlerinin ABD’ye baskı yapmaları da sağlanmalı.
Zaman zaman istismar edilen Alevi sorunu da Kürtçülüğe ilaveten Türkiye’nin yumuşak karnı olan başka bir konudur. O sorun da Alevi vatandaşların özellikle dini hizmetler konusunda uğradıkları ayrımcılığın önüne geçebilmesi durumunda kısmen giderilebilecektir.
Roosevelt, Filistin meselesinde Arapları gücendirecek çözüm önerilerini reddedeceği konusunda söz verdi. Ne var ki Roosevelt’in kıs süre sonra gerçekleşen ölümü ve yerine Truman’ın geçmesi, ABD’nin sözünü tutmasını engelledi. 1947’de İsrail kuruldu. Milliyetçi olan Prens Faysal (ki 1964-75 arası krallık yaptığı dönemde ABD’ye petrol ambargosu da uygulayacaktı) basına ABD’yle ilişkiyi kesmeyi söylediyse de dinletemedi. 1985’ten itibaren kasıtlı olarak petrol fiyatlarını düşürtüp SSCB’nin önce iflas etmesinde, sonra da dağılmasında rol oynadı.
Es-Suud hanedanının kurucusu Muhammed bin Suud, Arap yarımadasında siyasi ağırlığını artırabilmek için kendisini meşru kılacak bir ideoloji aramaktaydı. Aradığını Vahhabilikte buldu ve Abdülvehhab’la stratejik bir ittifak yaptı: Abdülvehhab’ın takipçileri Suudi egemenliğini kabul edecekler, buna karşın devletteki siyasi yapı ‘öz İslam’a dayalı’ olacaktı. El Kaide gibi örgütlerin de tohumları böylece ekildi. Ne var ki Araplarla Türklerin arasını açmak isteyen İngilizler Vahhabiliği bu amala kullandılar.
Suudi Arabistan’la İslam aleminin liderliği yarışı içinde olan İran, uzun süre Suudi Arabistan’ı de-stabilize etme ve kutsal topraklardaki idaresini sarsmayı umdu. Körfez’deki ‘Sünni ’ devletler bundan korkup 1980-88 arası Saddam’a maddi destek verip onu İran’a saldırttı. İran yenilmedi ama ‘Şii devrimi’ nin bölgede yayılması engellendi.
Kara harekatı ne olursa olsun imkansız. İran’ın yüz ölçümü Irak’ın dört, Türkiye’nin iki misli büyük ve oldukça zor bir coğrafyayı kapsıyor. Nüfus 70 milyon civarında. Bu işgal 500.000 ile 1.000.000 arasında asker gerektirebilir. Ama ABD’de bunu gerçekleştirebilecek bir askeri kapasite yoktur. Dahası İran doğudan ve kuzeyden kontrol ettiği Hürmüz Boğazı’nı 10-15 tankeri batırmak suretiyle tıkayabilir. Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Irak ve BAE petrolleri bu yolla dünya piyasasında yer almaktan mahrum kalır, varili $200’ ı aşabilecek petrol fiyatları ABD dahil tüm batı ekonomilerini zorlar.
1979 rehine krizi ve yarattığı milliyetçilik akımı bu koalisyonda Humeyni’nin başını çektiği molla ekibinin Mehdi Bazargan’ın önderlik ettiği liberal kanadı alt etmesini sağladı. 1979 devrimi her bakımdan başarısız oldu. Ülkenin ekonomik potansiyeli çok büyük. Buna rağmen durum çok kötü.
Ortadoğu 2da demokrasinin kök salabilmesi çok zor. Avrupa bile bu işi 500 yılda başarabildi. Suriye asıllı Alman profesör Bassam Tibi‘ nin de belirttiği gibi Ortadoğu ‘da ki ulus-devletler o ülkelerdeki uluslar/ulus kimliği ortaya çıkmadan, Avrupa emperyalizmince cetvelle- pergelle kuruldu.
İran’ın geleceği Türkiye’yi 1980’de nasıl etkilediyse şimdi de etkilemeye kadirdir. İran’ın geleceğinde şu dört senaryo vardır: (1) molla rejiminin devam ettiği nükleer gü olmak; (2) etnik parçalanmaya uğramak, (3) bir halk ayaklanması sonucu batı prensiplerini benimseyen ama aşırı batıcı olmayan bir rejime kavuşmak ve (4) sıkı ABD yandaşına dönüşmek. Birinci veya üçüncü senaryoların ilerde öne çıkabilmesi mümkündür. Üçüncüsü dışında hepsi Türkiye’nin aleyhinedir.
1975’te patlayan Lübnan iç savaşı ve onu takip eden Suriye müdahalesi ‘Büyük Suriye’ hedefine bağlı olanlar taraından önemli bir fırsat olarak görüldü. Mısır İsrail ile barış imzalamaya giderken Lübnan’ın İsrail karşıtı cephede Suriye ile birlikte yer almasını sağlanması da ayrıca önemliydi. İran, 1980 Irak- İran savaşı ile birlikte Lübnan’daki siyasi denkleme girdi. Saddam 1979’da iktidara geldikten sonra Suriye’de ki Baas ile Irak’taki kardeş rejimin arası bozuldu.
Irak savaşı resmen Mayıs 2003’te sona erdi. 2004 sonbaharında da Suriye’nin Lübnan ‘dan çekilmesini ve Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını öngören BM kararı geçti. Hariri cinayeti Suriye askerinin çekilmesine yol açacak baskıları yarattı. Suriye’nin Lübnan’dan çıkması Hizbullah’ın o ülkedeki konumuna bir miktar darbe vurdu. Esat rejimi eğer çökerse bu hem İran’ın bölgesel konumu, hem de onun stratejik müttefiki Hizbullah’a daha büyük bir darbe olabilir. Bu durumda İran- Hizbullah bağları da tamamen kopar ve İran’ın İsrail’e karşı sahip olduğu kartların en az bir- ikisi zayıflar.
ABD ,AB, Rusya ve BM’ den oluşan ‘Ortadoğu dörtlüsü’ birkaç yıl önce oluşan tıkanıklığı aşabilmek ve nihai çözümü sağlayabilmek adına taraflara bir ‘ yol haritası’ sundular. Filistin, bu haritaya göre bir takım demokratik reformlar ve terörizmi terk etmek karşılığında devlet kurma hakkına kavuşacaktı. Filistinlilerle müzakere yolu ile bir anlaşmaya varılmadığı taktirde İsrail işgali altındaki bazı yerlerden ‘kendi kararıyla’ çekilecek, sınırları bizzat belirleyecek ve oralara duvarı çekecek.
Türkiye ve Ürdün İsrail’in doğuşundan itibaren onunla diyalog kurabilen iki Ortadoğu ülkesi oldu. 1990’larde ikili diyalog canlandırmaya başladı. Oslo süreciyle Arap dünyası ve İsrail’in yakınlaşması, ‘Yeni Dünya Düzeni’ ni kurmaya çalışan ABD’nin Ortadoğu’da sağlam ittifak ihtiyacı, ABD’deki güçlü Yahudi lobisi faktörü ve Suriye ve Irak’la olan Hatay/su/PKK gibi sorunlar yakınlaşmaya ivme kazandırdı. 1990’larda Türkiye’de artan İslamcı akımlar ve İran’ın da Türkiye içinde terör saldırıları düzenlettiği iddiaları da Ankara’daki askeri zümreyi İsrail’le yakınlaşmanın ülkenin ‘batı kampı’ ndaki yerini sağlamlaştırmaya yarayacağına ikna etti. 1990’lara kadar genelde ‘gizli’ yürütülen ilişkiler artık ‘apaçık’ bir hal aldı ve derinleşti.
AKP özellikle 2004’te İsrail’in Filistinlilere yönelik tavrını sert şekilde eleştirdi ve kısmen örtülü bir biimde de olsa Suriye ve İran ile ilişkileri derinleştirdi. AKP şimdilerde ‘çoğunlukça seçilebilir kalmak gereği’ ve ‘ çekirdek tabanın talepleri’ arasında kalmış ve bu dengeyi bir yandan AB ile yakınlaşırken, öte yandan da İsrail’le münasebetleri uyutmak suretiyle elde etmiş olabilir.
1928’den itibaren Müslüman Kardeşlerden çok daha radikal olan ve icabında kan dökmeyi savunan örgütler İslam ülkelerinde bir mantar gibi çoğaldı. Bunların çoğu faaliyetlerinin ideoloğu/teorisyeni olarak laik/sosyalist Nasır tarafından 29 Ağustos 1966’da idam edilen Mısırlı Seyit Kutub’u görmektedir. Bugün İslam alemi ekonomik, askeri ve teknolojik olarak batının ve çoğu Asya ülkesinin fersah fersah gerisindedir.
Petrol fiyatları yıllar süren bir durgunluğun ardından Kasım 2003- Kasım 2004 döneminde iki kat dolayında arttı. Mart 2004’e kadar varil başına 27-30$ sevilerinde gezinen fiyatlar , önce Ağustos 20042de 40$’lara sonra Ekim 2004’de 50$ ve üzerine fırladı. Petrol sektöründe üretim ve rezerv kapasitesi hakkında tam bir şeffaflığın bulunmaması analizlere gölge düşürüyor. Her ne kadar araştırma yatırımlarının artmasıyla yeni petrol kaynaklarının bulunması beklense de ‘Hubbert’s Peak’ gibi senaryoların da alıcıları çıkıyor. Petrol tüketiminin azaltılması için enerji verimliliğinde artış, alternatif enerji kaynaklarına verimliliğinde artış, alternatif enerji kaynaklarına öneliş ve yeni kaynaklara yatırım öneriliyor. Tek başına verimlilik artışı 1970’lerde olduğu gibi çözüm değil artık. Buna karşılık, doğalgaz artan ölçüde petrolün yerini alabilecek bir yakıt olarak görülüyor. Nükleer seçenek de sık sık ısıtılıp sofraya konuluyor.
Görünür gelecekte petrolde yeni fiyat paradigması ile yaşamayı öğrenmek zorundayız. Hele hele Ortadoğu’da bundan sonra olacaklar, Birleşmiş Milletler ve benzeri uluslararası organizasyonların çatısı altında yönlendirilemediği taktirde, şimdiki kaos ve belirsizlik ortamı daha da kötüleşecek ve bu durum petrol fiyatlarını ve dünya ekonomisini daha da olumsuz bir biçimde etkileyecek.