Mutlak Bir Mimarlık Tarihi Mevcut Değil

Fikir
Betul Atasoy’un röportajı Betül Atasoy: Öncelikle mimarlık ve sanat tarihine ilginizin nasıl başladığından söz edebilir misiniz? Uğur Tanyeli: Neredeyse kendimi bildim bileli mimar ve mimarlık t...
EMOJİLE

Betul Atasoy’un röportajı

Betül Atasoy: Öncelikle mimarlık ve sanat tarihine ilginizin nasıl başladığından söz edebilir misiniz?
Uğur Tanyeli:
Neredeyse kendimi bildim bileli mimar ve mimarlık tarihçisi olmak istiyordum dersem yanlış olmaz. Kabaca, yanlış hatırlamıyorsam ilkokul üçüncü sınıfta mimar olmaya karar verdim. Mimarlık fakültesine girmeden önce de mimarlık tarihine hep ilgim vardı. Annemin dayısının, evinde mimarlık kitapları ve dergileri vardı. Dolayısıyla onları görüp, mimarlığın şahane birşey olduğuna karar verdim. Ancak hemen mimarlık fakültesine girmedim. Bir sene Teknik Üniversite’de inşaat mühendisliği okudum. İnşaat mühendisi olursam, Nervi’ler, Candela’lar gibi, ki o dönem çok önemliydiler, Türkiye’de hem mühendis hem tasarımcı olmak gibi ikili bir rolün mümkün olduğunu zannediyordum. Bir sene okuduktan sonra, fakültede tasarıma uzaktan yakından benzeyen hiçbir şey olmadığını gördüm. O kadar yoktu ki, tasarı geometri dersinde bile, bir tasarım yapıp onu çizmek tuhaf karşılanıyordu. Tadım kaçmıştı bir sene sonra.

BA: Böylece Akademi’ye geçiş yaptınız.
UT: O da şu şekilde gerçekleşti. Yoldan geçerken bir pankartta "Güzel Sanatlar Akademisi’ne giriş kursları" yazdığını gördüm. Hala o dönemde Akademi’nin ayrı sınavı vardı. Sınavına müracat ettim ve bir sene gecikmeli olarak mimarlığa başladım. Akıllılık da etmişim. Kendimi çok iyi hissettiğimi itiraf etmeliyim. Önceki sene kabus gibi geçmişti. Düşünmeye başlamıştım "Ne yapacağım bu mühendislik mesleğiyle?" diye. Hiçbir şekilde aklıma yatmayan bir meslek alanına girdiğimi düşünüyordum. Aklım sıra uyanıklık yaptım, ama o uyanıklığın geri tepti ve tam tersi bir sonuç verdi. Mimarlığa giriş bağlamında böyle bir maceram var. Mimarlık tarihi de aynı şekilde. Mimarlık tarihçisi olma meselesi bu kadar erken değil, ama bir ara gerçekten üniversiteye girerken sanat tarihine girip girmemeyi düşünmedim diyemem. Ancak böyle bir riski de göze alamadım. Seçseydim, itiraf etmeliyim ki kendimi kötü hissedecektim. Sanat tarihi çok hızlı bir şekilde seçeneklerin arasından sildiğim bir başlık oldu. Daha sonrasında eğitimim içerisindeyse kaçınılmaz hale geldi.

BA: Mimarlık tarihi yazımı deyince ilk akla gelen mimari üsluplar olur diye düşünüyorum. Ancak siz geçen haftalarda gerçekleştirdiğiniz "Habis Bir Mimarlık Kavramı Olarak Yer" başlıklı konuşmada geleneksel tarih yazımının yer ve stilin aynı bağlamda ele aldığını ve bunun da problemli bir bakış açısı olduğunu söylemiştiniz. Bu doğrultuda kısaca mimarlık tarihini tanımlayabilir misiniz?
UT:
Mimarlık tarihini doğrudan doğruya tanımlamak istemem. Benim "mimarlık tarihi pozisyonum tarihçi pozisyonudur" dediğimde kastettiğim şeyi aktarayım size. Benim için genel olarak toplumsal tarih diye bir alan var ve onun içerisinde bazılarımız mimarlık olgularıyla ilgileniriz. Ancak toplumsal tarih şurada biter, mimarlık tarihi ya da sanat tarihi şurada başlar gibi bir anlatımın problemli bir anlatım olduğu kanısındayım. Dolayısıyla o sınırı çizmemek benim temel seçeneklerimden biridir. Böyle olunca da, "yer" konferansında dile getirdiğim gibi, sosyal bilimler literatürüne ilgim, mimarlık tarihinin özgül literatürüne olan ilgimden daha fazladır diyebilirim. Bu bana ve benim gibi bir grup insana özgü bir seçenek. Mimarlık tarihçilerinin önemli bir bölümü ayrı, bağımsız, hiç değilse özerk bir mimarlık tarihi olduğu, dolayısıyla da nerede duracaklarına bildiklerine inanırlar. Ben böyle bir yerin olmadığı ve bunu bilmenin de mümkün olmadığı kanısındayım. Çokca tekrarladığım Georg Simmel’in kent için dile getirdiği bir sözü var. Bunun mimarlık için de doğru olduğuna inanıyorum ve vurgulamak istiyorum. Diyor ki "Kent toplumsal sonuçları da olan bir fiziksellik değildir, tam tersine zaman zaman fiziksel bir görüntüsü de olan bir toplumsallıktır". Mimarlık da aslında böyledir. Gerçekte toplumsallıktır, zaman zaman da fiziksel sonuçlar alır. Kaldı ki, fizikselliği de toplumsallıktan başka birşey değildir. Böyle baktığınızda, kaçınılmaz olarak "Mimarlık tarihi toplumsallıkla uğraşmaktır" diyoruz. Hele mimarlığın önemli bir ölçüde söylemsel hale geldiği bir dünyada sadece fiziksellikle uğraşmaya odaklı bir düşünceye veya bu tür bir mimarlık tarihine inanmam mümkün değil. Başlangıçtan itibaren de "Mimarlık tarihi toplumsal tarihtir" şeklinde özetlenebilecek bir pozisyonum var. Kendisine özgü, kapalı bir alan oluşturamaz, oluşturulmamalıdır da.

Sorunuzun başında gündeme getirdiğiniz "yer"le üslup örtüşmesinin sorunlu olduğu biçimindeki görüşümse, çok kısaca anlatırsam şöyle: Mimarlıkta belirli bir biçimlendirme yaklaşımının belirli, hatta sabit bir zamansallık-mekansallık içinde kodlanmış olduğunu düşünmek gerçekçi değildir. Morfolojiler hep zaman-mekanı aşma istidadındadırlar. Ait olmadıkları yerlere ulaşabilir, ait olmadıkları zamanlarda, aradan yüzyıllar geçtikten sonra belirebilirler. O sözünü ettiğiniz konuşmamda örneklerini vermiştim. Sözgelimi, Filistin’de, Akka’da bir Gotik katedral, Pekin’de bir Barok saray inşa edilebilir, edilmiştir de. O zaman sorunlaştırmamız gereken şey, belirli bir zaman-mekana, "yer"e ait olma durumunun ve inancının ta kendisidir. Konumlandıkları zaman-mekan sabit olmadığı gibi, mimari morfolojiler de bildik üslup tanımının işaret ettiğinin aksine sabit değildir. Ben mimarlık tarihçisi olarak böyle bir bilinçle işimi yapmaya çabalarım. Bu konu bu kadar özetlenirse pek anlaşılmayacak, ama yine de cevap vermek istedim.

BA: Mimarlık "kültür"ün içerisinde bir olgu. Bu doğrultuda mimarlık tarihinin okuma sınırlarının çok geniş olduğunu söyleyebiliriz. Peki bu durumda mimarlık tarihi üzerine çalışmak açısından mimar olmanın getirisi var mıdır?
UT:
Dediğiniz gerçekten de tartışmaya açık bir konu. Kimisine göre mimarlık tarihçisi olmak için mimar olmak gerekmez. Bence de gerekmez, ama bir getirisi olabilir, çünkü en azından bu, alanın çoğulluğunu görme imkanı verir. "Sadece" mimarlık tarihi, sanat tarihi öğrenimi görürseniz, alanın kendi içerisinde başlayıp, kendi içerisinde bittiğine olan eğiliminiz daha güçlü oluyor. Bir sınır çizilebilir zannediyorsunuz. Meslek deformasyonu size onu veriyor, ancak mimarlıktan geldiğiniz zaman görüyorsunuz ki bu disiplinlerin aralarında bariyerler, sınırlar, engeller mevcut değil. Zaten siz de başka bir alandan kolayca bu alana transfer olmuşsunuz. Benim durumumda mühendislikten mimarlığa, mimarlıktan mimarlık tarihçiliğine giden güzergahı düşünecek olursanız, sınır nerede? Ben aynı adamım. Hiçbirinde de sırtımda yumurta küfesi yoktu. Kolayca değiştirebildim ve bunun çok büyük bir avantajı olduğuna inanıyorum. Bir sürü perspektiften çoğul gerçekliği görme şansınız var. Çoğu insan sadece meslek alanının sınırı yüzünden bu çoğul dünyayı kavramakta zorlanır, ama mimarların en azından deyim yerindeyse "displaced" olmaktan kaynaklı bir avantajları var tarihçilikte. Dünyayı kavramak ve bir anlamda özgürleşmek bağlamında her türlü "displacement" zaten avantajlı bir durumdur. İnsanın hep kendi ait olduğu, kendisini ait hissettiği "yer" bağlamında düşünmesi, başka "yer"leri, başka varoluşları görmesini zorlaştırır. Kendi açımdan ben böyle bir "displacement" durumundan memnunum.

BA: Arredamento Mimarlık’ın Şubat 2012 sayısında "Mimarlıkta Tarih Yazımı" başlıklı bir dosyaya yer verdiniz. Tayfun Gürkaş ise "Mimarlık gündemi mimarlık tarihi ile gerilimli bir ilişki içindedir. Mimarlık tarihi ya çok ‘sevilir’, sıklıkla öneminden bahsedilir ya da gereksiz bir ayak bağı, bazense koltuk değneği olarak görülür" diyor. Sanki mimarlık tarihinin tanımlanmamış bir konumu var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
UT:
Tam olarak tanımlanmamış bir konum değil, ama "Tasarım Stüdyosu ve Mimarlık Tarihi" gibi kitapların yayınlandığı bir dünyada mimarlık tarihinin çarpık bir kavrayışa sahne olduğunu söyleyebilirim. Tayfun’un da işaret etmek istediği bu. Böyle bir kitabın anlamını kestirmek zor değil. Mimarlık tarihi tasarım stüdyosunda ne işe yarar? Böyle bir bakış açısıyla mimarlık tarihi ya da tarihe yaklaşılamaz. Bu "Siyaset ve Siyaset Tarihi" başlıklı bir kitabın yayınlanmasına benziyor. Dünyada siyaset tarihi ve kuramı metinlerini okuyarak siyaset yapan bir adam olduğunu mu zannediyoruz? Ya da siyasi pratiğin siyaset kuram ve tarihinin bir fonksiyonu olduğunu mu düşünüyoruz? Bu problemli bir bakış açısı. Tasarımcı ile siyasetçiyi karşılaştıracak olursak, siyasetçinin siyaset yapabilmek için siyaset tarihine mi ihtiyacı var? Siyaset tarihinin böyle bir araçsallığı yok. Mimarlık tarihinin de aynı şekilde olmamalı. Tayfun "Koltuk değneği olarak kullanılmak" dediğinde, "Tasarım yapacağız, bakalım mimarlık tarihi bize doğru yola işaret etme bağlamında ne söyleyecek?" sorusunun sık sık sorulduğunu belirtmek istiyor. Bu anlamda tarih hiçbir şey söylemeyecek. Tasarım yapmamıza ilişkin mimarlık tarihi ne yol gösterir, ne doğruyu yanlıştan ayırt etmeyi sağlar. Bütün tarihler gibi, anlamayı ve düşünmeyi sağlar. Tarih, geçmiş üzerine düşünmemizdir. Geçmişi yeniden üretiriz. Dolayısıyla sürekli olarak geçmiş üzerine düşünce üretebilme imkanımız olur. Tarihin en geniş anlamda ideolojik olduğunu ele alırsak, tarih bugünü anlamaya yöneliktir deriz. Bugünü anlamak için de sürekli geçmişten, deyim yerindeyse yararlanmaya çalışırız. Bu da mimarlık tarihinin durumunu mimarlık içerisinde tabii ki problemli bir duruma getirir. Ancak mimarlık tarihinin rahat bırakılması gerekir. Mimarlık tarihinin doğru yolu gösterme beklentisi, mimarlık tarihçisinin hem kendini fazla önemsemesi olur, hem de öteki alanlarda çalışanları da enayi yerine koyması olur. İkisine de hakkı yok, çünkü tasarım yapabilmek için insanlar her an mimarlık tarihi bilmek zorunda değiller. Ama bugünün dünyasında her birimiz, kendi mevcut pozisyonumuzu, mimarlar, özneler olarak ister tasarım yapalım, ister tasarım yapmayalım, anlamlandırmak istiyoruz diyorsak, tarihe ihtiyaç duyarız. Dünyada bugün kendimize bir konum, konumlar tanımlamak istiyorsak, başka pek bir aracımız yok. Kendinize ya dinsel veya siyasal görüşleriniz ya da tarihsel pozisyonlarınız üzerinden konumlar tanımlayabilirsiniz. Varoluşunuza bir anlam katmak istiyorsanız, içinde bulunduğunuz toplumsallık sadece sizinle başlayıp bitmiyorsa, kaçınılmaz olarak tarihe başvurursunuz. O zaman bir konumunuz olur. Tam aksine, o toplumsallıktan, o zaman-mekansallıktan, o anlamlılık hallerinden özerkleşmek, kurtulmak, yeni fırsatlar, varoluşlar yaratmak için de aynı biçimde tarihe başvurmak dışında bir imkan yoktur.

BA: O halde pratik içerisindeki bir mimarın, mimarlık ve sanat tarihi ürünlerini nasıl okumasını ve deneyimlemesini öngörüyoruz?
UT:
Modern dünyada mimarlığın bir anlamda diğer disiplinlerden özerkleştiğini söylediğimiz zaman, her disiplin ve bilgi üretim alanı bir biçimde kendi tarihi içerisinde tanımlanmaya başlar. Geçmişin dünyasında böyle bir durum söz konusu değil. Premodern dünyada hiç kimse kendi tarihsel konumu üzerinden ne yapacağını düşünmeye başlamaz, ama bugün mimarlıkta sürekli olarak kendimize tarihsel bir konum tanımlayıp, orada tasarım yapmak, mimari varoluşumuzu tartışmak isteriz. Eğer mutlak öznel olmayan bir dayanak noktası arıyorsak, bu tarihsel yerimizi tanımlamakla olur. Her mimari yönelim kendisine tarihsel bir rol biçerek işe başlar. Bütün avangartları oluşturan budur. Avangartı avangart yapan, kendisini ardıl saydığı, yıkmakla yükümlü saydığı bir tarihsel dönem bulmasıdır. "Ben şuna karşıyım" dediğimiz bir dünyada yaşıyoruz ve bu tanımı da ancak tarihle gerçekleştiririz. Hepimiz dolayısıyla, bir anlamda mimarlık tarihi yazmak zorunda kalırız. Tasarım yaptığımızda da mimarlık tarihinden yararlanmak zorunda değil, yazmak zorunda kalırız. Yani, mimarlık tarihi alanımıza dışsal değildir. Pozisyonumuzu belirlemek, hayır ya da evet diyebilmek için mimarlık tarihinin içindeyiz. Eskiden kimsenin tarihsel bir pozisyon bilinci ile hareket etmesi gerekmiyordu, ama bugün bu bilinç yoksa, durduğumuz bir konum da yok demektir. Demek istediğim, yaptığımız ürünlerle değil, mimarlık konuşmamızla hepimiz mimarlık tarihinin içindeyiz ve her an ona katkıda bulunuruz. Mimarlık kuramı konuştuğumuzda da mimarlık tarihi konuşuruz. Kuram da tarihten bağımsız bir alan değil, belki de onun için dünyanın her yerinde "mimarlık tarihi ve kuramı"dır bütün lisansüstü programlarının adları. Sadece Türkiye’de çoğunlukla mimarlık tarihi olarak adlandırılıyor. Mutlak bir kuram olmadığı gibi mutlak bir mimarlık tarihi de mevcut değil. İkisi örtüşüktür.

BA: Tarih yazımında tarafsızlıktan söz etmek pek mümkün değil. Ancak bir tarihçi araştırmasında nasıl bir yöntem izlemelidir? Belki kendi araştırma sürecinizden biraz söz edebilirsiniz.
UT:
Yöntem sorununu çok abarttığımı söyleyemem. Benim için çok ciddi bir sorun oluşturmuyor. Bunu duyunca bazıları "zaten belliydi" diyebilirler (gülüyor). Şunu söyleyeyim, tarih disiplini o kadar hızlı gelişen ve büyüyen bir alan ki, yöntemsel bir sınır çizmek zaten onu bir yere hapsetmek anlamına geldiği için, kendime bir yöntem belirlemekten yana değilim. Dün konumuz olmayan birçok şey bugün tarih disiplini içerisinde bizim için hayati bir anlam taşır. Sözgelimi bundan 50 sene önce neredeyse sadece üslupların tarihi olan, onaylanmış, büyük harflerle yazılan mimarlığın tarihi olan bir alanda, bugün bundan söz etmek artık çok eskimiş bir pozisyon. Artık en sefil bulduğumuz gecekondunun da bir mimarlık ürünü olduğunu, onun üzerinde konuşmanın Süleymaniye Camisi üzerinde konuşmakla aynı derecede önemli olduğunu bugün biliyoruz. Böylece yöntemsel bir sınır çizmek bana çok kolay gelmiyor. Benim kendime çizdiğim yöntemsel sınır ise toplumsallığın bir parçası olarak fizikselliği anlamaya çalışmaktır. Hatta fizikselliğin içinde çok önemsiz gözüken küçücük bir parça bile bazen yazdığım konuda yer alır. Peki o sözünü ettiğiniz toplantıda "yer" meselesi üzerine konuşurken mimarlık tarihi üzerine mi konuşuyordum? Evet. Ancak onun içerisinde ne üsluplar, ne akımlar, tasarlanmış veya tasarlanmamış nesneler yer almıyordu. Bunun tarihçinin konusu olabilmesi için yöntemsel olanın sürekli hırpalanabilir, bozulabilir birşey olduğunu görmemiz gerekiyor. Kısacası yöntemin çok belirgin bir biçimde abartılmamasını düşünüyorum. Yöntemsel olarak yapabileceklerimiz bence akademik yazımın kurallarına uymak, dipnot vermek, birisinden veya bir kaynaktan birşey aktarıyorsak referansımızı doğru yapmaktır, ama bunun bile giderek sürekli çiğnenen bir akademik adap kuralı olduğunu görmek zorundayız. Dijital mecraların, internetin çıktığı bir çağda referans verme sistemleri bile eskisi gibi devam etmiyor. Dijital mecra aslında orijinalite, referans gibi meseleleri de ciddi biçimde hırpalıyor. Alıştığımız, Rönesans’tan başlayıp 20. yüzyıl ortasına kadar kesinlikle doğru olduğunu düşündüğümüz yazma biçimleri bile artık tehlikede ya da ortadan kalkıyor. Yani, akademik yazıma ilişkin kuralları bile sağlam bir biçimde savunmanın kolayca mümkün olduğunu sanmıyorum. Yazma biçimlerimizi sürekli kırıyoruz, yıkıp yeniden yapıyoruz. Bundan 50 yıl önce yazılsaydı mimarlık tarihi metni olarak "Bu ne biçim metin?" diyebileceğimiz metinler yazılıyor. Hepsinden önemlisi, sözümüzü sadece gramatik kurallar bağlamında söylemeyiz, yazma biçimimizle de söz söyleriz. Bunu farkettikten sonra, her türlü yöntem daha yapıldığı anda yıkılmaya mahkum gözüküyor. Bu sebeple mimarlık tarihi yazımında yöntemi başrole oturtamayız, olabildiğince esnetiriz. Hatta çiğnediğimiz zaman yeni açılımlar doğduğu durumlar bile vardır. Yeni birşey söylüyorsak aynı zamanda da yöntemsel bir tahrifat ya da tahribat yapıyoruzdur. Eski yöntemler yeni sözler söylemek için çok da uygun zeminler tanımlamıyorlar.

BA: "Tarihi yassılaştırmak" terimini Türkiye’deki mimarlık tarihi yazımı açısından değerlendirebilir misiniz?
UT:
Türkiye’de en sevilen tarih pratiklerinden birisi tarihi yassılaştırmaktır. Yok, haksızlık etmemeyim, dünyanın her yerinde yapılan birşey tarihi yassılaştırmak. Öyle bir tarihsel tutamak noktası bulacaksınız ki, bütün çağları o dönemin kriterleri ve yöntemleriyle değerlendireceksiniz. Bu bile tarihi yassılaştırmak, çünkü belirli bir tarihsellik içerisinde var ettiğiniz yaklaşım, başka tarihsellikler içinde varedilmişleri açıklamakta aciz kalır. Kendisi için yapılmadıklarını açıklayamaz, bu bile bir anakronizmdir ve tarihi yassılaştırmaktır, ama Türkiye bağlamında, bundan çok daha vahim türler olduğu için bence onların üzerinde durulması gerekiyor. Türkiye’de insanların önemli bir bölümü bütün çağlarda mimarlık adına yapılmış olan herşeyi aynı mimarlık kriterleriyle üretilmiş gibi düşünmek ister. Dolayısıyla da sürekli olarak geçmişten fütursuz referanslar verilir. "Sinan olsaydı böyle yapmazdı"… Sinan’ın nasıl davranacağını ancak Sinan çağında bilebilirdiniz. Sinan öldükten, üzerinden de 450 yıl geçtikten sonra "Sinan olsaydı…"yı konuşmak sadece gündelik konuşma dilinde bir eğlence olabilir, bir Cem Yılmaz komedisi yapıldığı zaman ilginç olabilir. Ancak tarih disipline bu tutum uymaz, çünkü tarih disiplininin bir tek kuralı varsa o da yassılaştırmamaktır. Herkes zaten her çağda mimardı, herşey zaten mimarlık ürünüydü diye düşünüyorsak yanlış yaptık demektir. Bugün mimar dediğimiz şey başka birşey, 300 yıl önce başka birşey, 1000 yıl önce başka birşeydi. İmhotep de milattan 2500 sene önce mimardı, ancak bizim yaptığımıza uzaktan yakından benzeyen bir biçimde mimarlık yapıyor muydu? Bütün mimarlar böyledir deyip, örneğin "dünyanın en eski ikinci mesleği bizimki" deyip işin içerisinden çıkamayacağımız besbelli.

BA: Peki örnek vermek gerekirse, Geç Dönem Osmanlı Mimarlığı uzun bir süre bir kenara bırakılmış gibi. Bu tip durumlar tarihi yassılaştırma açısından ve ideolojik açıdan nerede yer alıyor?
UT:
Çok fazla biçimde tarihi yassılaştırırız, hepsi de ideolojiktir. Neden Mimar Sinan üzerinde gerçekdışı bir vurgu oluştururduk? Mimar Sinan hiç kuşkusuz önemli. Ancak bugünle Mimar Sinan arasında sıkı bir bağ kurmak, dolayısıyla kendimize neredeyse yüce, yanılmaz bir ata tayin etmek istiyoruz. Öyle biri olsun ki, bizim yanlış yaptığımızı zamanında doğru yapmış olsun. Bu beklentinin kendisi problemli bir beklenti. Kimsenin, bizim de böyle atalarımız yok. Her çağda herkes yanlış yapıyordu. Kendi çağında yanlış yapıyordu, bugünden bakıldığında haydi haydi yanlış yapıyordu. Hiç statik hatalar yapmayan bir Sinan. Böyle birşey olsaydı, sayısız statik disiplin, inşaat mühendisliği, yapı teknolojileri neden oluşturuldu? Hiç yanlış yapmayan bir atamız olsaydı, aynı yolda devam ederdik. Belli ki öyle olmadığı için sürekli olarak başka şekilde inşa ediyoruz, başka kuramsal imkanlar arıyoruz. Bunu görmemiz gerekir, ancak Türkiye’de çok yaygın olarak bunu görmüyoruz. Halk mimarisi örneklerine bakıyoruz ve depreme karşı en dayanıklı ürünler bunlar diyoruz. Bu yanlış ve onun ötesinde yalan. Halk mimarlığı ürünleri emin olabiliriz ki bugünkü yapılardan daha kolay yıkılıyorlar. Bugünkü bildiğimiz sayısız şeyi bilmiyorlardı. Tecrübeleriyle öğrendiler biçiminde bir efsane var. Sadece tecrübeyle öğrenilseydi, bugün neden deprem mühendisliği diye bir alan var? Sürekli araştırma yapılıyor, yeni şeyler ortaya atıyoruz, eskileri terkediyoruz. Bunlar Türkiye’de sadece mimarlarla sınırlı olmayan ölçüde yaygın düşünme biçimleri.

Başka yerlerin aksine, Türkiye’de mimarlık tarihçisinin bu durumla esaslı bir biçimde uğraşması gerektiğini düşünüyorum. Örneğin ABD’de tarihi yassılaştırmayla uğraşan bir mimarlık tarihçisi duymadım. Ancak bu Türkiye’de gündelik yaşamın içerisine sızmış. Hala Mimar Sinan’ın aşkları icat ediliyor. Belli ki buna yönelik çok ciddi bir talep var. Bu konuda olsun olsun bir roman yazılabilir, insanlar da bunu bir roman olarak okurlar. Türkiye’de bunları gerçek anektodlar gibi okumak istiyorlar. Mimar Sinan aşkları, Sinan’la ilgili gündelik hikayeler… Hangi camiye gitseniz yanınıza birisinin gelip "Mimar Sinan burada böyle yapmış" diye, ondan arkadaşıymış gibi bahsetmeye başlaması… Böyle bir dilden konuşulması bu kadar yaygınsa, mimarlık tarihçisi bununla uğraşmak zorundadır. Kaldı ki, tarihçi "Niye Türkiye’de bu kadar yaygın biçimde çağdaşımız Sinan diye düşünmek isteyen bir damar var?" sorusuyla uğraşmak zorundadır. Niye tarihle ilgimizi böylesine gülünç bir şekilde, tarihin içinde yaşıyormuşuz gibi düşünüyoruz? Bitmiş bir çağı anlamaya çalışmıyoruz, sanki içinde yaşıyoruz. Dolayısıyla kızıyoruz, eleştiriyoruz. Haksızlıklara uğradıklarını düşünüp onlar adına kavgalar veriyoruz. Bitmiş bir çağı, bizimle ilişkisi ancak ideolojik-historiyografik anlamda kurmaca olan insanları sanki ta kendimizmiş gibi düşünmek istiyoruz. Mimarlık tarihi sadece mimarlık tarihi yapıtlarının nasıl üretildiği sorunuyla değil, bu kadar ısrarla tarihin içinde yaşadığına inanan bir toplumun kavranması meselesiyle de uğraşmalıdır. Toplum neden başka türlü tarihler düşünemiyor? Neden hiçbir konuda "Bana ne, yanlış yapmışlarsa yanlış yapmışlardır" diyemiyor? Bunun anlaşılması gerekiyor. Tarihçinin uğraşacağı meselelerden birisi de bu olmalıdır.

BA: Bu da mimarlık tarihçisinin görevlerinden birisi mi demeliyiz?
UT:
Tereddütsüz görevi. Dünyanın başka bazı yerlerinde belki aynı derecede görevi olmayabilir, ama örtük olarak her yerde görevidir. Yani her yerde tarihçi bir biçimde hedef kitlesini değiştirmek için eylemde bulunur. Tabii ki tarih metni yazarsınız, fakat neden yazarsınız? Küçücük bir değişiklik düşünmeden üretmiyorsanız, toplumsal ortamda, sizi okuyanların zihinlerinde küçük bir hareket, bir farklı kavrayış üretmiyorsanız niye yazarsınız ki? Türkiye’de bu daha fazla altı çizilerek yapılmak zorundadır.

BA: SALT’ta Modern Denemeler 4: Salon başlıklı bir sergi açıldı. Bu sergi kapsamında 1960’larda faaliyet gösteren Butik A tasarımı mobilyalar sergileniyor. Bu tip mimarlık tarihini herkese gösterebilen, deneyimleme şansı sunan uygulamalar hakkında neler düşünüyorsunuz?
UT:
Aslına bakarsanız bütün mimarlık mecraları sadece mimarlara yönelik değiller. Ancak toplumun bütün üyeleri bununla ilgilensin gibi bir beklentiniz varsa, hiçbir ülkede ve toplumsal ortamda böyle birşey olamaz. Mimarlığın gittikçe popülerize olduğunu ve kamusallaştığını söyleyebilirim. Mimarlık daha fazla sayıda insanın konuşabildiği bir alan haline geliyor. Sadece bir grup insanın konuştuğu ve kuramsal tartışmasını yaptığı bir alan değil. Deyim yerindeyse, sokaktaki insan tarafından da tartışılan bir meseleye dönüşüyor. Gelişmiş Avrupa ülkelerinde ya da Amerika’da gazetelerin mimarlık sütunlarının ciddi bir yer tuttuğunu, hatta artık Türkiye’de de tuttuğunu söyleyebiliriz. Bu da mimarlığın meslek alanının ötesinde de yaygınlaştığını gösteriyor. "Bu yayılımın aracı nedir?" diyorsak, gittikçe daha fazla insan tarafından okunabilen mecralar üretmektir. Arkitera’nın böyle bir mecra olduğunu söylemem herhalde tuhaf değil. Arkitera’yı tıklayan, Arredamento’yu alan herkesin mimar olmadığını biliyorum. Ama tabii ki en çok mimarlar tıklıyordur ya da alıyordur. Sergiye de emin olabilirsiniz ki, en çok mimarlar gidiyordur, ama sadece mimarlar için kimse sergi yapmıyor. Hatta müzelerin büyük sergi organizasyonlarını düşünecek olursak, örneğin Guggenheim’da Gehry sergisi yapıyor olursanız, sadece mimarların kuyruk oluşturmadığını kestirebiliriz. Zaha Hadid sergisi yapıldığı zaman kuyruk neredeyse 3 blok öteye kadar uzanıyor. Bu sergilere yoksulların gitmediğine emin olabiliriz, burjuvalar gidiyor, fakat mimar olmaları gerekmiyor. Amaç da bu zaten. Mimarlar için olsaydı bu sergi Guggenheim’da yapılmazdı. 1950, 60 ve 70’lerde Guggenheim’da mimarlık sergisi olmuyordu. Belli ki dünyada da bu doğrultuda ciddi bir değişim oluyor. Örneğin RIBA çizim koleksiyonu, 1970’lerde kendisine ait, küçük bir galeride sergilenirdi. Dünyanın en büyük mimarlık çizim koleksiyonudur bu. Şimdi Victoria&Albert Müzesi’ne devredildi ve koca bir galerileri var. Bu bile amaçlarının daha büyük bir hedef kitlesine yönelmek olduğunu gösteriyor. Hiçbir mecra mimarlığı yeniden üretmekten uzak tutulamaz. Bu daha da tırmanacak. Zaten dijital mecra bunu tasavvur edilemeyecek derece ileriye taşıdı, çünkü anında kendiniz kendi mecranızı açıp mimarlık tartışmaya başlıyorsunuz.

Çeşit çeşit biçimde genişletiyoruz alanı, dedikodu yapıyoruz, kızdıklarımıza hakaret yağdırıyoruz. Bunu asla olumsuz bulmuyorum. Bu da doğrudan doğruya mimarlığın kamusallaşması. Daha da genişleyecektir, en azından dijital mecranın genişleyebildiği kadarıyla. Periyodik çıkarmanın bir sınırı var, dijital mecranın da sınırına kadar yayılmaya devam edilecek. Öte taraftan, bu alana yatırım varsa sergilerin miktarı artacaktır. Sürekli artıyor, ancak bu da dalgalı bir alan. Ekonomik kriz olduğunda mimarlık sergilerinin hepsi zemine çakılırlar. Örneğin bugün Amerika’da 1990’lara oranlara daha az mimarlık sergisi var. Ancak dijital mecralar aynı oranda yere çakılmıyor. Gidebilecekleri yere kadar gideceklerdir. Bu genişleme mimarlığın tarifini de değiştiriyor. Bir zamanlar mimarlık tartışması saymadığınız şeyler bugün bir mimarlık tartışması olabiliyor. "Ben bilmem kimin bürosunda çalışıyorum, nefret ettim" diye yazma imkanı eskiden mimarlık tartışması değildi. Her çağda bunu arkadaşınızın kulağına söyleyebilirdiniz. Bunu blogunuza yazdığınızda bir mimarlık tartışması halini alıyor. Bunlara gerek var ya da yok, hiç önemli değil; bunları birileri yazıyor ve birileri de okuyorsa demek ki bir anlamı var. Sonuç olarak sorunuza yanıt olarak, ortamda neredeyse sonsuz imkanın varolduğunu söyleyebilirim. En azından dijital mecranın tanımladığı alanın son haddine ulaşmış değiliz bence.

www.arkitera.com