Kürt Meselesi Özelinde-2: EZBERLERDEN KURTULARAK TÜRKİYE’Yİ YENİDEN DÜŞÜNMEK

Fikir
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinde inşa edilen yeni ulus devlet modeli etnik kimliğe dayalı tek tipçi bir toplum modeliydi. İmparatorluktan bize kalan her türlü miras reddedilerek yeni bir...
EMOJİLE

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinde inşa edilen yeni ulus devlet modeli etnik kimliğe dayalı tek tipçi bir toplum modeliydi. İmparatorluktan bize kalan her türlü miras reddedilerek yeni bir ulus inşası için çalışıldı. Bu modelin hem bizim için hem de bölge için ne denli yıkıcı sonuçlar ürettiğini ağır bedeller ödediğimiz Kürt sorunu ile yaşayıp gördük. Hâlbuki teröre harcanan milyar dolarların onda biri bile harcansa bölge ihya edilebilir, teröristin istismar ettiği kötü şartlar ortadan kaldırılabilirdi.

Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren uzun bir süre Kürtleri yok saydı. Kürtçeyi inkâr ederek öğrenilmesini ve konuşulmasını yasakladı. Selçuklu’nun ve Osmanlı’nın çok rahat kullandığı Kürt ve Kürdistan kelimelerini kullananlar cezalandırıldı. “Kürt yok Türk var!” dendi. Kürtler, en nihayet “dağda gezen Türklerdi!” Michel Foucault’nun dediği gibi;  “Resmî evrak ne diyorsa doğruydu. Koskoca devlet yalan mı söyleyecekti?” İş öyle bir noktaya geldi ki, Kürtler bu ülkede var olduklarını, yaşadıklarını ispat etme noktasına geldiler. Anlaşılması gereken nokta şu ki; Kürt meselesi, Kürtlerin varlığı, tercihleri ve var olma taleplerinden ziyade, 100 yıllık bir dönemde Türklüğü önceleyen ulus devletin tercihlerinin ve uyguladığı politikaların ürettiği bir meseledir. Bu politikaların Kürtler ile devlet arasında ürettiği gerilimden yıllardır yaşadığımız çatışma noktasına gelinmiştir. “Kerîm” ve “rahîm” devlet düsturunu terk eden tek parti dikta yönetimine dayanan zorba devlet anlayışı uzun yıllar devam etmiş, Kürtlerle barışarak ülkenin ve Ortadoğu’nun geleceğinde beraberce söz sahibi olmak yerine Kürtler küstürülerek ülke terör sarmalı içine sokulmuştur. Eşit vatandaşlık yerine insanlara bir üst kimliği zorla dayatarak kardeşlik hukuku zedelenmiş, toplumsal barış berhava edilmiştir.

Karanlık birtakım odaklar tarafından kullanılan PKK ve onun siyasi kanadını oluşturan partiler, devletin bilerek veya bilmeyerek yaptığı hatalar sebebiyle maalesef kitlesel destek kazandılar. Aldıkları oy oranları bunu göstermektedir. Devletin hatalarından beslenen PKK terörü ilk önce Kürtleri hedef almış ve Türklerden çok Kürtleri katletmiştir. PKK’nın saldırıları sonucunda sosyalist, muhafazakâr, liberal, dinî bilumum Kürt siyasi akımları tamamen ortadan kaldırılmış, saha sadece PKK’ya ve bölgede askerî politikalarla sonuç almaya çalışan devlete kalmıştır. PKK’nın varlığının devam etmesi, konumunu güçlendirip koruması için bölge halkı terörist muamelesine tabi tutularak her türlü zulüm yapılmıştır. Olaya bu zaviyeden bakınca, insan şu soruları sormadan edemiyor: PKK’yı kim, niçin kurdu? 12 Eylül’de Diyarbakır Cezaevi bir terörist imalathanesi gibi nasıl çalıştırıldı? Uğur Mumcu derin devlet-Abdullah Öcalan ilişkisini bulduğu için ve açıklamak isterken mi öldürüldü? Öcalan’ın istihbaratçı eski kayınpederi (Kesire Öcalan’ın babası) “Ben kızımı devlete gelin verdim!” diyerek ne anlatmak istedi? Öcalan devletin gizemli adamı pilot Necati ile nasıl tanıştı? “O benim cankurtaran simidimdir.” diyerek neyi kastetti?

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu -2012 yılında bünyesinde kurulan terör alt komisyonu- 30 yıl aradan sonra Türkiye’ye dönen Kürt siyasetçi Kemal Burkay’ın ifadelerine başvurdu. PKK’ya ilişkin görüşlerini ayrıntılarıyla anlatan Burkay, PKK’nın 1977 yılında devlet tarafından diğer örgütleri etkisiz kılmak amacıyla kurulduğunu ve finanse edildiğini savundu. PKK’yı bitirmek için, örgütün nasıl ortaya çıktığının aydınlatılması gerektiğini belirten Burkay “PKK, bir devlet projesidir. Öcalan, Mahir Sayın’ın Erkeği Öldürmek adlı kitabında, eşi Kesire’nin ve yüzbaşı pilot Necati’nin ajan olduğunu ve onları kullandığını söylüyor. Öcalan, ‘PKK’yı kurduk, silah ve ekmeğimizi devlet verdi. Korumamızı üç yıl devlet sağladı. Bizden istenen Kürt örgütleriyle savaşmaktı.’ diyor.”[1]

Devlet yetkisini şu veya bu biçimde kullanan bazı kişi veya kurumlar sahip oldukları yetki ve imkânları devleti korumak için değil, kendilerine çıkar sağlamak için istismar etmişlerdir. “Birçok kişi, grup, parti ve kesim çatışmanın yarattığı sisli ortamı kendi gayelerini gerçekleştirmenin bir payandası yaparlar. Siyasetçisinden bürokratına, gazetecisinden akademisyenine, sivil toplum kuruluşundan organize suç örgütlerine kadar çok geniş bir ağ, varlığını çatışmanın devamında bulur. Çatışma uzadıkça bu ağ genişler, devlete ve topluma giderek daha çok nüfuz eder. Ağdakilerin gayeleri farklı olabilir. Maddi zenginlik, ideolojik dava, siyasi gelecek veya grup çıkarı için çatışmayı harlayan aktörler birbirleriyle bazen iş birliği yaparlar, bazen de mücadele ederler. Çatışma; aktörlerin bu iş birliklerini, mücadelelerini ve bir bütün olarak ilişkilerini, duruma göre gizleyen ve meşrulaştıran geniş bir şal işlevi görür. O nedenle çatışmanın varlığı ve sürekliliği bu ilişki ağı için hayatidir. Kürt meselesinin bitmek tükenmek bilmez bir çatışma sahnesine dönüşmesinde de bu dinamik belirleyicidir. Yakın tarihe bir göz atılsa, çatışmayı bitirmeyi hedefleyen her girişimin birtakım bozucu unsurlar tarafından dinamitlendiği görülür. Zira devletin içinde de dışında da menfaatini çatışmada gören ve bu sebeple çatışmanın sürmesine yatırım yapanlar vardır. Sorunun silahların boyunduruğundan çıkıp siyasi mekanizmalarla bir hâl yoluna koyulmasına dönük her çaba, onlar tarafından geleceklerine yönelik bir tehdit olarak algılanır. Dolayısıyla çatışmayı kalıcı kılmak için ellerindeki bütün gücü seferber ederler.”[2]

Öte yandan bugün hâlâ kafası karışık klasik statükocular Kürt sorunu diye bir sorunun olmadığını, dış güçlerin bu sorunu ürettiğini iddia etmektedirler. Bazı ülkelerin, Kürtlerin hayrını gözetmekten ziyade PKK’yı bir manivela gibi kullanarak Ortadoğu bölgesine ve Türkiye’ye dair kötü hesap ve tasavvurlarının olduğunu herkes biliyor. İçeride artan hayat pahalılığı, enflasyon, işsizlik, gıda, kira ve gayrimenkul fiyatlarında önlenemeyen tırmanışla mücadele eden Türkiye’nin dış politikada da zorlu problemlerle yüz yüze olduğu bir dönemden geçiyoruz. Ne var ki bütün bu sorunların kaynağını, nedenini önce kendinde değil de dış güçlerde arama kolaycılığına kaçmak yetersiz kalıyor. Her şeyin iyi ve güzel gittiği bir ülkeyi dış güçler o kadar kolay karıştıramaz. Eğer ülkede işler iyi gitmiyorsa, ülke siyasi, ekonomik, kültürel krizler yumağı içine yuvarlanmışsa dışarısı da boş durmaz, şu veya bu şekilde o ülkeyi karıştırmaya çalışır.

Türkiye’nin Gücünü Tüketen Yara-Kürt Meselesi

İktidar da muhalefet de Kürt sorununu derinliğine tartışmak yerine Kürt oylarını kazanmaya yönelik ve DEM Parti ile sınırlı bir çerçevede politika yürütüyorlar. Formun AltıTerör ile temel hakları savunma arasındaki farkı göz ardı ediyor, sorun çözülemediği için bir taraftan Kürtleri terörize ederken diğer taraftan toplumu yanlış bilgilerle zehirlemek durumunda kalıyorlar. 1984 Eruh baskınıyla başlayan terör hep gündemi belirlemiş, sorunu çözmesi gereken siyaset her daim olayın dışında ya da gerisinde kalmıştır. Siyaset Kürt sorununu terör sorunundan ayırarak bir çözüm projesi üretmemiş aksine sorunu askerin kucağına vererek silah ve şiddet yoluyla çözme yoluna gitmiştir. Şiddet şiddeti doğurmuş, teröre teröristin diliyle cevap verdikçe, bölge halkı ile olan gönül bağı zayıflayıp kopmanın eşiğine gelmiştir. Olağanüstü hâl ilan etmek, PKK’ya kızıp halkı dövmek, kendi toprağını bombalayan bir ülke durumuna düşmek hiçbir sonuç vermediği gibi teröre yeni güçler kazandırmıştır. Ülkemiz, Türkler ile Kürtlerin birbirine düşman edilmesi riskinin olduğu tehlikeli bir kavşağa itilmiştir. 40 yıldır süren bu savaş herkesi yormuştur.

Çözüm konusunda atılması gereken adımlar zamanında atılmadığı için Kürt meselesi “bizim” sorunumuz olmaktan çıkıp, giderek daha büyüyerek dış unsurların işin içine girdiği küresel boyut kazanmıştır. Dört devletin sınırları içinde yaşayan sayıları 30 milyonu bulan Kürtlerin hak taleplerini bizim sorunumuz kabul etmeyip geçiştirirsek, çözümün kendimiz tarafından bulunması gerektiği bilinciyle davranmaz isek, küresel aktörler bu işi kaşımaya devam edecek, kendilerine durumdan vazife çıkaracaklardır. Kürt halkının bölünmüşlüklerinden, aralarındaki siyasi farklılaşmalarından medet ummak veya taraf olmak yerine, ilişki ve diyalog üretebilmek herkesin hayrına olacaktır. Sorunu çözemediğimiz her gün, sorunun dinamikleri ve karakteri değişmekte, giderek Kürtlere dair bir mesele olmaktan çıkıp, çok boyutlu, çok aktörlü hale dönüşerek daha da karmaşık bir hâl almaktadır.

Kürt meselesinde bugüne kadar yapılmış en büyük hata meselenin terör ve güvenlik çerçevesine sıkıştırılmasıdır. Yıllardır bir türlü çözülememesinin sebebi de bu yanlış tanımlamadır. Meselenin, başlangıcından beri tarihsel, siyasal, kültürel, ekonomik boyutları vardır. Devlet uzun süre Kürt meselesinin neden ve sonuçlarını kavramakta geç kaldı ya da kavramamak için inat etti. Zaman zaman farklı yaklaşımlar olsa da ağırlıklı olarak mesele terör, sınır güvenliği ve devletin bekası anlayışına hapsedildi. Ya da adına Şark sorunu, Doğu sorunu, Güneydoğu sorunu denip geçiştirildi. Devlete göre Kürt meselesinin en büyük üç nedeni şunlardı: 1) Yabancı devletlerin kışkırtması, 2) PKK’nın yarattığı bir sorun, 3) Kürtlerin ayrı devlet kurmak istemesi. Dikkat edilirse, bütün algılar devletin bekasına yönelik tehdit vurgusu yapıyor. Kürt sorununu PKK ile mücadeleye indirgemekle, Kürtlerin varlığını bir tehdit görmekle bir çözüme ulaşılamadığı ortadadır. Kürt sorununun altında daha derin ve yapısal faktörler olduğunu dikkate almadan, kaynak olan nedenlerine inmeden, sorunu ulus devlet zihniyetiyle ele aldığımız sürece bu sorunu çözebilmemiz zor görünüyor.

Bu meselenin tespiti, teşhisi, tedavisi için söylenmemiş, yazılmamış, tartışılmamış bir söz, yazı, rapor kaldığını sanmıyorum. SETA’nın 2011 tarihli Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası kitabında yüzyıl boyunca yazılmış tüm raporları AK Parti milletvekili Hüseyin Yayman bir araya getirmişti.[3] 100 yıldır her devirde yazılan raporlara, söylenen sözlere rağmen algılar değişmedi. Birileri sürekli böyle bir sorunun olmadığını iddia ettiler ama bu anlayış hâlâ orta yerde duran sorunun var olma gerçeğini değiştirmedi. Kapatılma korkusuyla sürekli adını değiştiren Kürtçü partilerin varlığı ve aldıkları 6,5 milyon oy bile ortada çözülmesi gereken bir Kürt sorunu olduğunu gösteriyor. Ama daha Eylül 2021’de Cumhur İttifakı’nın bileşenler Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Devlet Bahçeli yaptıkları açıklamalarda Kürt sorununu çoktan çözdüklerini, Türkiye’nin böyle bir meselesi olmadığını söylüyorlardı.[4] Kürtleri Kandil çizgisine itmekten başka bir işe yaramayan “yok sayma” anlayışı meseleyi daha çetrefil hâle getirmekten başka bir işe yaramadı.

Böylesi çok aktörlü, çok boyutlu hem dış hem de iç dinamikler nedeniyle karmaşık bir meseleyi çözmek için Türkiye’nin devlet aklının yeni bir paradigmayla bu soruna el atması ve doğru bir siyaset yürütmesi gerekiyor. Biraz din, biraz milliyetçilik ile işi idare etmek artık yetmiyor. Türkiye’yi on yıllardır meşgul eden, gücünü tüketen, vatan evlatlarının hayatına mal olan bu etnik fitnenin son bulması elzemdir. Uluslararası güç odaklarının maşası olan eli silahlı bir terör örgütünün elinde koz olarak kullandığı “red, inkâr ve asimilasyon” politikalarına son vermek gerekiyor. Kürtleri ve PKK’yı birbirinden ayırıp Kürt sorununu PKK’nın elinden almak gerekiyor.

Tarih boyunca Türkiye’nin iç ve dış düşmanları hep olmuştur, bundan sonra da olacaktır. Önümüze her türlü engeli çıkarmaya, ekonomik, siyasal krizler oluşturmaya çalışacaklardır. Hele son yıllarda Türkiye’nin kabuğundan çıkması, şahsiyetli politikalar ile uluslararası konjonktürde inisiyatif kazanması başta ABD ve İsrail olmak üzere Batı’yı ciddi rahatsız etmektedir. Ortadoğu’da kendi senaryolarını geliştirip uygulamaya çalışan Türkiye’nin ikna olmadığı bir senaryoyu hayata geçirmekte zorlanıyorlar. Bölgedeki karışık fay hatları ve savaşlar Türkiye’nin daha net bir pozisyon almasını gerektiriyor. Bölgedeki gelişmeler, Kürt meselesini tekeline almış PKK-YPG-PYD gibi örgütler nedeniyle Türkiye için büyük riskler barındırmaktadır. PKK aracılığı ile Kürtleri Müslüman toplumların aleyhine çekmeye çalışıyorlar. Kürtleri İsrail’in yanına iten Kemalist söylemlerden kaçınmak gerekiyor. Kürtleri Büyük İsrail projesi emellerine alet etmek isteyen Siyonistlerin projelerine su taşımamak gerekiyor.

Dolayısıyla mesele hepimizin meselesidir. Çözümsüz geçen yıllar ülkemiz için maalesef büyük kayıplara sebep olmuştur. Bölgenin gerçekleri bizim bu meseleyi ivedilikle çözmemizi gerektiriyor. Daha önce biraz da AB’nin zorlamalarıyla devletin başlattığı açılım ve çözüm süreçlerinin başarısızlığında nelerin eksik ve yanlış yapıldığını yeniden değerlendirmek gerekmektedir. 2015 yılındaki açılımın ve Dolmabahçe mutabakatının geçersiz sayılması, zaman zaman girişilen çözüm teşebbüslerinde sürekli masanın devrilmesi ve yeniden güvenlik rejimine geçilmesi ülkenin geleceğini, toplumsal barış ve huzuru teröre rehin vermekten başka bir işe yaramıyor. Kürt meselesi Türkiye’nin temel insan hakları, ekonomik kalkınma, yönetim ve hukuk sorunlarının halledilmesinin önünde duran bir tıkaçtır.

Çözüm, hepimizin umutları, barış, adalet ve ortak yaşama arzusu ile şekillenecektir ama asıl engel aklımızı ve zihnimizi teröre rehin vermemizdir. Çözüm için öncelikle kafalarımızın net olması, terörün ürettiği zihni ve ruhi esaretten kurtulmamız gerekmektedir. 1990’dan itibaren toplumda bir iç gerilime dönüşen meseleyi yalnızca terörü bitirme hedefi ile ele alırsak sonuç yine hayal kırıklığı olacaktır. Burada büyük bir toplumsal ve siyasi uzlaşmaya ihtiyaç vardır. “Kürtlerin isteyip te alamadığı daha ne vardır?” diyerek meseleyi sığ bir alana hapsederseniz, silahların ve ölümün tepemizde gezdiği bugünkü şartlarda barıştan ve huzurdan bahsetmek zor olacaktır. Her seferinde siyasi arenada ve günlük hayatta bir Kürt gerçeği ile karşılaşıyorsak, artık sorun vardır/yoktur tartışmasına takılmadan bu gerçeği görmemiz ve düşünmemiz gerekmektedir.  Mesele bizim kabullenip kabullenmememizden, bilip bilmememizden bağımsız olarak her gün televizyonlarda gösterilen haritalarda bütün gerçekliği ile orada durmaktadır. Cevaplandırmamız gereken soru şudur: Bu karmaşık meseleye yalnızca güvenlik odaklı bakıp bir PKK sorunu olarak mı göreceğiz yoksa hak ve hakkaniyet ölçüleri içerisinde ülkenin ve devletin yeniden yapılandırılması, ülkenin özgürleşmesi ve toplumsal barışın sağlanması olarak ele alıp daha geniş bir perspektiften mi bakacağız?

Şovenizmin Tuzağına Düşmekten Kaçınmak

Kendi kavminin üstünlüğünü savunan ve diğer milletlere ait tüm değerleri hiçe sayan anlayışa şovenizm denir. Şovenizm, millî özgüven krizlerinin meydana geldiği durumlarda tezahür eder. Bu krizler, bir kavmin ya da toplumun siyasi, askerî ya da ekonomik bakımdan olağanüstü bir varoluş tehdidiyle karşı karşıya kalarak millî gururunun incinmesiyle ortaya çıkar. İktidarlar ve onların politik temsilcileri hedeflerine ulaşmak için radikal milliyetçi söylemlere sık sık başvururlar. Siyasette kullanılan dil, sert, daha kaba, daha ayrımcılık ve nefret diliyle donanmış olur. Bu sert ve çatışmacı dil toplumu önce siyasal kutuplaşmaya sonra da bütün toplumu kapsayan bir kutuplaşmaya iter. İşte Türkiye’de olduğu gibi bir taraftan PKK, diğer taraftan devlet vurdukça şovenist duygular kabarır.

Bu ülkede, Türk ulusçuluğunu bir din gibi dayatan eğitim sistemi ve onun üzerinden beynimize nakşedilmiş ezberlerden ibaret bir milliyetçilik anlayışı hâkimdir. Ustaca kurgulanmış şoven eğitim yoluyla ve korku politikalarıyla toplum Kürtlerin bazı hakları bölünme yolunda kullanacaklarına inandırılmıştır. Kürtler ile ilgili bir mesele söz konusu olduğunda modern olsun muhafazakâr olsun, laik olsun dindar olsun, sağcı olsun solcu olsun tüm katmanlarda Türk-Kürt kutuplaşmasını keskinleştirecek bir dil hemen devreye giriyor.  Siyasetin ve medyanın devleti kutsal sayan dili, şovenliğe dayanan ulusalcı kirlilikten henüz tam anlamıyla arınamadıklarını göstermektedir. İktidar da muhalefet de kimlik taleplerine çözüm üretmek bir yana siyaset tarzları ve kullandıkları dil ile toplumun şoven damarını kabartarak bu kirliliği çoğaltmaya devam ediyorlar. Bu meselede, söz söylemek isteyen bizim gibi insanlar için etraf tuzaklarla dolu. En yakın dava arkadaşın bile 40-50 yıllık hukuku, müktesebatı yok sayıp seni şucu bucu diye suçlayabiliyor. Bir manevi linç kültürü dilimizi, aklımızı, gönlümüzü esir almış durumda. Gerçek gönül bağları kuramamışız demek ki. Bir araya gelişimiz meğer şekli ve yalnızca renk çeşitliliği içinmiş. Vatanımızın geleceğini tehdit eden en dip tehlikenin bu şovenlikten kaynaklandığının kimse farkında değil.

Vatanı sevmekle ulusçu rejimi sevmek birbirine karıştırılıp, her eleştiri vatan hainliği olarak suçlanır oldu. “Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkanlar hainlikle suçlandı. 27 Nisan 2007’de gece yarısı yayımlanan e-muhtırada dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt “‘Ne mutlu Türküm diyene’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.” demişti. Devlet hep düşmanlık korkusu üzerinden devlete itaat ve bağlılık duygusunu körükledi. Vatandaşın değil devletin önceliklerini kollayan bir hukuk ve güvenlik anlayışı ile Kürt, dindar, sağcı, solcu, liberal olsun fark etmez, tüm hak talepleri devlete düşmanlık olarak algılandı. Devletin hep ırkçı kırmızı çizgileri oldu. Memleketin de hayatın da sahibi devletti, devletin otoritesine ve himmetine teslim olmuş vatandaşın hiçbir zaman kırmızı çizgisi olamadı. Halk sorgulamadan sadece itaat etmekle yükümlüydü. Her türlü değişim talebine  “devletin bekası üzerinden üretilen korkular”, “dış güçler” söylemi üzerinden bakıldı. Bu bahaneye sığınılarak her bir eleştiri, her bir hak talebi hainlikle/ihanetle suçlanarak değişim talepleri ötelendi, problemlerin üstü örtüldü.

Hatırlayalım, rahmetli Erbakan Hoca 1994 yılında Bingöl’de yaptığı bir konuşmada, ilkokullarda okutulan “Andımız”ı eleştirerek öğrencilerin her sabah “Türk’üm” diyerek yemin etmesinin yanlışlığına değinmiş, “Bu ülkenin evlatları asırlar boyu mektebe besmele ile başlar. Siz geldiniz besmeleyi kaldırdınız, ne koydunuz yerine? Türk’üm, doğruyum, çalışkanım. Sen bunu söyleyince öbür taraftan da Müslüman evladı ‘Ya öyle mi, ben de Kürd’üm, daha doğruyum, daha çalışkanım’ deme hakkını kazandı ve böylece siz bu ülkenin insanlarını birbirlerine yabancılaştırdınız.” dediği için, halkı ırk ve din farkı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik ettiği gerekçesiyle 1 yıl ağır hapis ve 220 bin lira para cezası almıştı. Cezasının onanması üzerine Erbakan ömür boyu siyasi yasaklı hâle gelmişti.

Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven Ekim 2012’de Diyarbakır Polis Evi’nde gazetecilerle yaptığı tanışma kahvaltısında; “Boşaltılan her köyün aslında geleceğimize tehdit olduğunu, Doğu ve Güneydoğu’daki zorunlu göçün ciddi travmalara yol açan bir sıkıntı olduğunu” ifade ederek şöyle demişti: “Kimimiz susarak, kimimiz uygulayarak, kimimiz kaçarak, kimimiz vurarak bu sorunu karşılıklı büyüttük elbirliğiyle. Kendi insanımızla aramızda kocaman sorunlar çıkardık. Biz o zamanki sistemin hem mağduru hem mahkûmu hem mecburu olmuştuk.” Toplumdaki sıkıntı, sorun ortaya konulmadan sorunun çözülemeyeceğini ifade ederek, “İnsanları, sevgilerini öldürüyor, yüreklerine kin koyuyoruz.” demişti.

Ezberleri Bozma Zamanı Gelmedi mi?

Bugünün çok eksenli, çok boyutlu, çok kimlikli, farklı kültürel ve siyasi kimliklerine dayalı hayatını tek tip vatandaş temelli ulus devlet modeliyle yönetmek mümkün değildir. Herkesin kendi kimliği, kendi inancı, kendi tercihleriyle var olabileceği haysiyetli ortak bir hayatı, dogmalarla ve resmi ideolojinin şablonlarıyla yönetemeyiz. Türkiye’yi ezberlerden, doğmalardan, önyargılardan, hazır şablonlardan kurtularak yeniden düşünmeliyiz. Artık bu sorundan çok yorulan insanımızın talep ve ihtiyaçlarını, beklentilerini, farklılıklarını korkularımızdan arınarak anlamaya, dinlemeye çalışmalıyız. Ülkenin kaderini ilgilendiren Kürt meselesi gibi hayati meselelerde asgari müştereklerde buluşmak, yeni bir toplumsal uzlaşma inşa etmek gerekmektedir.

Kürt meselesi söz konusu olunca toplumda bir müsamaha eksikliği ve güvensizlik yanında milliyetçi ezberlerin ve duyguların köpürdüğünü görüyoruz. Bu ülkenin geleceği için önce kendimizi değiştirmek, ezberlerin dışından düşünmek, doğru ve iyi şeyler yapmak zorundayız. Dünü değil yarını esas almalı, savaşmak yerine barışı inşa etmeliyiz. Kimlikleri yok sayan tek tipçi kalıplara sığınmadan farklılıklarımızla bir arada yaşamak, her birimizin ihtiyaç ve taleplerini düşünmek ve anlamak zorundayız.

Bu kadar kutuplaşmış, nefretin kol gezdiği bir ülkede, herkes hayata hep kendi mahallesinden bakmaktan vazgeçmeli, ne yaptığına dikkat etmelidir. Bu meselenin silahla çözülmesi gereken bir mesele olmadığı anlaşılmalı ve askerî yöntemlerin çözüm olmadığı görülmelidir. Şimdi yeni bir dile, yeni bir heyecana ihtiyaç vardır. Kimlikler üzerinden yürüyerek değil, kimlikleri, farklılıkları tanıyarak, saygı duyarak meseleleri aşabilmeliyiz. Yeni dil, vehimlerden, paranoyalardan uzak durmalı, şovenizm tuzağından, nefret ve şiddet dilinden kaçınmalıdır. Tüm boyutları, tüm aktörleri dikkate alınmış, doğru tasarlanmış çözüm süreçlerine ihtiyaç vardır.

Son günlerde Türkiye’de yaşananlar ile Suriye’deki gelişmeler Kürt meselesinin temel dinamiklerinde artık radikal bir değişikliğe gidilmesi gerektiğini gösteriyor. Yaşanan bir dizi olay ve tartışma üzerinden düşündüğümüzde Kürt meselesinde yeni bir evreye geçildiğine dair ipuçları görüyoruz. Devlet Bahçeli’nin makas değiştiren çıkışıyla yeniden gündeme gelen İmralı sürecinin ne olursa olsun devam ettirilmesi gerekmektedir. Siyasi liderler bu denli açık ve kararlı olarak barış için adım atmışken cesaretlendirilmeleri gerekir. İktidar da muhalefet de Türkiye’nin faydasına olan her adımda birbirlerinin yanında olmalıdır. Şayet süreç tanımınız yalnızca PKK’nın silah bırakması ve çatışmaların durması olursa yine sonuç alınamayacaktır. Eğer bu defa da başarısız olursak, Allah korusun yaşayacağımız yeni insan kaybı ve kaynakların heba edilmesi yanında toplumsal psikolojide büyük olumsuzluklara sebep olacaktır. Bu olumsuz ruh hâli hayata ve ülkeye dair bakışlarımızı karamsarlık yönünde etkileyecektir.

Bu meselede, taraflar arasında seçim yapmak yerine, insan hakları, toplumsal barış, merhamet, vicdan ve iyilikten yana olmak gerekiyor. Bu güzel ülkenin makûs talihini yenip geleceğine, insanına, yarınına güvenmek, inanmak ve emek harcamak gerekiyor. Türk veya Kürt kim olursa olsun millet artık çocuklarını terörist kurşunlarıyla toprağa gömmek, bağrı yanık kalmak istemiyor.

[1] https://t24.com.tr/haber/kemal-burkay-pkkyi-derin-devlet-kurdu-apoyu-ergenekon-yonetti,192484

[2] https://www.perspektif.online/yeni-derin-devlet-2/ Vahap Coşkun

[3] https://www.setav.org/turkiyenin-kurt-sorunu-hafizasi/

[4] https://tr.euronews.com/2021/09/23/erdogan-kurt-sorununu-coktan-cozduk-ast-k-bitirdik

 

Metin Alpaslan / Umran Dergisi Ocak 2025