Kamil Ergenç: Kim Yerli? Kim Göçmen? Kim Yabancı?

Fikir
Bilinen insanlık tarihinin en kadim meselesidir göç… Bir yerden başka bir yere gitmek anlamında hareketi, dinamizmi, devingenliği içkin bir boyuta sahiptir. Nedenleri çeşitlidir… Coğrafyanın zorlayıcı...
EMOJİLE

Bilinen insanlık tarihinin en kadim meselesidir göç… Bir yerden başka bir yere gitmek anlamında hareketi, dinamizmi, devingenliği içkin bir boyuta sahiptir. Nedenleri çeşitlidir… Coğrafyanın zorlayıcılığı olabileceği gibi açlık, yoksulluk, kıtlık, savaş ta olabilir… Bir inancın, itikadın, ideolojinin yayılmasını sağlamak ya da ticari faaliyetler de dâhildir bu nedenlerin arasına… Her hâlükârda mekân değişimi söz konusudur ve bu değişim tarih boyunca başka değişimleri de beraberinde getirmiştir. Kavimler göçü diye bilinen olgunun tarihin akışını nasıl değiştirdiği malumdur. Üzerinde yaşadığımız topraklar, göç hafızası en güçlü yerlerden biri olarak öne çıkar. Öyle ki buraların göç yolu olmasından mütevellit “köprü” metaforuna meşruiyet kazandırılmıştır. Gelip geçenin çokluğuna, Doğu ile Batı’nın birbirine bağlanmasına atıf yapan bu metafor tarihsel bir gerçekliğe işaret etmenin yanında, köprülerin yapay/sentetik karakteri göz önünde bulundurulduğunda, ilgili ülkeyi/toplumu kimlik-kişilik yoksu(n/l)u olarak resmetmesi gibi son derece sorunlu bir içeriğe de sahiptir. Ancak konumuz bu olmadığı için burayı hızlı geçiyorum.

Göç Hareketliliği ve Hicret

Tarih ilminden öğrendiğimiz kadarıyla diyebiliriz ki göçün etkilemediği bir toplum/kültür neredeyse yoktur. Orta Asya steplerinden Latin Amerika’ya, Hicaz Yarımadası’ndan Endülüs’e, İber Yarımadası’ndan Afrika ve Hindistan’a kadar göç hareketliliğinin şekillendirdiği küresel bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Bu gerçekliğin zorunlu sonucu olarak denebilir ki, küre ölçeğinde saflığını muhafaza etmiş bir kavim ve kültürden bahsedilemez. Hele ki globalleşme realitesinin -ki eksiksiz bir biçimde burjuva Protestan kültür kodlarını içkindir- neredeyse kemale ermek üzere olduğu bugünkü vasatta artık saf kültür ve kavim iddiası fantezi olmaktan öteye gitmeyecektir. Demek ki insanlık ailesi farklılıklarıyla bir arada barış içinde yaşamaya mecburdur. Bunun ötesi kan asaleti, kavim asabiyeti, toprak fetişizmi, kültürel ayrıcalık iddialı savaşlara, yıkımlara, asimilasyona, öjeniye yol açar ki, hâlihazırda Siyonist ırkçı-apartheid rejiminin faili olduğu barbarlık örneğinde görülebileceği üzere, utanç vericidir. Akl-ı selim sahipleri bu utanca ortak olmak istemeyecektir.

Müslümanların tarihi bağlamında göç, yeni bir tarihsel şafağın doğumuna refakat eden istisnai bir fenomendir. Mekke’den Medine’ye göç (hicret) yüce İslâm itikadının kendine mahsus bir sosyal gerçeklik inşa etmesini sağlayacak imkânları yaratması bakımından çok hayati, çok müstesna, çok muhteşem bir eylemdir! Kabilevi enstrümanların belirleyici ve tayin edici olduğu Mekke’de on yıldan fazla tevhid hakikatini beyan eden Resûl (s.) taş gibi katı/muhafazakâr şirk kültürünün surlarında kalıcı gedikler açmayı başaramayınca, ilahi öğretinin rehberliğinde, tıpkı baraj duvarlarının yıkılmasıyla coşkun akan su misali, hicreti gerçekleştirmiştir. Bu tarihten sonradır ki İslâm, dinamizmini her geçen gün artıracak ve taşlaşmış şirk kültürünün korunaklı surlarını darmadağın edecek bilinç, duyarlılık ve etkiye erişecektir. Bu göç öylesine mühimdir ki, Müslümanlar tarihin başlangıcı olarak buraya referans verme gereği duymuşlardır.

Oysa Son Elçi’nin hayatında Bedir-Hendek savaşı gibi varlık-yokluk anlamına gelen hadiseler, Hudeybiye gibi stratejik önemi haiz antlaşma/lar, vahyin ilk nâzil olmaya başladığı tarih gibi çok daha önemli kabul edilebilecek dönüm noktaları olmasına rağmen, ilk bakışta basit bir yer değiştirme olarak görünen hicret tarihin başlangıcı kabul edilmiştir. Peki neden? Hicreti bu kadar istisnai yapan şey nedir? Kanaatimce yüce İslâm itikadının yaşama alanı bulmasıdır bu sorunun cevabı. İktisadi-içtimai-siyasi-hukuki ve sair hayatın bütününe nüfuz edecek imkânı hicret sayesinde kazanmıştır İslâm. Müslümanlar bu eylem sayesinde müstakil bir varlığa kavuşmuş, inandıkları değer sisteminin ruhuna uygun sosyal gerçekliği inşa etmiş, Ehl-i Kitap’la (Yahudi ve Hıristiyan topluluklarla) ve müşriklerle birlikte -ve fakat özgün İslâmî kimlikleriyle- yaşamanın şartlarını oluşturmuşlardır. Hicret sayesinde tabiri caizse barajın kapakları açılmış ve durgun su canlılara ulaşmıştır. Bu bağlamda hicretin/göçün, tarihin seyrini değiştiren inkılabi bir boyuta sahip olduğu gerçeği inkâr edilemez.

Göçe direnen toplumların/kültürlerin tarihe tanıklığı çok yüzeysel, çok primitif, çok hiyerarşik ve çok gaddarcadır. Yunan’ın kendi dışındakileri “barbar” diye niteleyen tarihî hafızasına yaslanan Batı Roma’nın barbarlar tarafından yağmalanması/yıkılması örneği bu bağlamda zikredilebilir. Haçlı savaşlarına gelinceye kadar dünyayı Kıta Avrupa’sının küçük kasabalarından/şehirlerinden ibaret zanneden Avrupa’nın bu savaşlar sonucunda farkına vardığı Akdeniz dünyası sayesinde geçirdiği evrim, göçün nelere kadir olduğunu gösterir. 1498 sonrasında ise bir yandan bugünkü Amerika’ya diğer yandan ise Ümit Burnu üzerinden Hindistan ve Afrika’ya yapılan seferlerin şekillendirdiği tarihsel süreç bugünün dünyasını anlamak için hayati önemdedir. Endülüs’ün ilmî/entelektüel mirası sayesinde Katolik kültür karşısında direnebilen toplumsallığın inşasında da göçün etkisi yadsınamaz. Denebilir ki Endülüs mirası olmasaydı kıta Avrupa’sı aydınlanmaya giden yolun köşe taşlarını döşeyemeyecek, Katolikliğin ultra-dogmatik, ultra-katı ve ultra-denetimci doğasıyla hesaplaşamayacaktı. Müslümanların kıta Avrupa’sına geçişiyle birlikte teşekkül eden Endülüs bu coğrafyanın kaderinin değişmesinde çok mühim bir rol oynamıştır.

Bir Yok Oluş Olarak İçe Kapanma

Bugünkü Amerika’nın da bir göç imparatorluğu olduğu unutulmamalıdır. 1498 sonrası buraya yoğun seferler düzenleyen Anglosaksonların yerli halkı katlederek Kıta ve Ada Avrupa’sından taşıdığı yüz binlerin hasılasıdır Amerika. Her kavimden insana ev sahipliği yapmakta ve bu durumu kendisi için avantaja çevirebilmektedir. Farklı kavimlerin zihinsel kabiliyetini ortak bir ülkü şemsiyesi altında toplayarak küresel bir güç olmaktadır. Yerelliğe hapsolan, dışa açılmaktan korkup içe kapanan toplumlar ise hem geçmişte hem de bugün, tarihin taşrasında yaşamaya devam etmektedir. İngiliz sömürgeciliğinin de göç odaklı bir strateji izlediği söylenebilir. Hindistan başta olmak üzere dünyanın çeşitli kavimlerinden devşirdiği insanları imparatorluğunun sürekliliği için işlevsel kılabilmektedir İngiltere. “Göçmenlere devlet bürokrasisinde yer verebilmesi İngiltere’nin çok kültürlülüğüne, demokratlığına, esnekliğine, hoşgörüsüne, çoğulculuğuna mı yoksa sömürgeci geleneğinden edindiği tecrübe sayesinde asimilasyon politikalarında uzmanlaştığına mı işaret eder?”, sorusunun cevabını okuyucuya bırakıyorum. Son yıllarda Afrika’da nüfuz arayışına giren Çin’in -İngiliz sömürgeci geleneğini taklit edercesine- buralara Çinli nüfus aktarımı göçün stratejik kullanımına örnek verilebilir. Afrika’nın hafızasında göç, sömürgeciliğin acımasızlığına karşılık gelmektedir belki de…

Ulus devletler çağında nüfus çok önemli bir olgu olarak öne çıktı… Sınır ve lisan da… Her ulus devlet, sınırları içinde homojen bir toplum yaratmayı amaç edindi. Bu homojenliği de etnik kavmiyetçilik üzerinden temellendirdi. Modern paradigmanın ilhamıyla inşa edilen ulus devlet tabiatı gereği standartlaştırmaya yatkındı. Tüm fertlerin aynı eğitimi alması, aynı dili konuşması, aynı dine inanması, hâsılı kelam resmî ideolojinin neferi olması murat edildi. Bu doğrultuda evvela nüfusun etnik ve dinî bakımdan homojenleş(tiril)mesi gerekiyordu. 20. yüzyılın başında, Türkiye özelinde, nüfus mübadelesi artık birlikte yaşama iradesi kalmamış Rum-Ermeni Ortodoks kültürle Anadolu Müslümanlarının birbirlerinden kesin şekilde ayrılması amacına matuftu. Bu çerçevede Türkçe konuşan Hıristiyan nüfus gönderildi ve Balkan-Kafkas beldelerinden Türkçe bilmeyen Müslüman nüfus içeri alındı. Kalan az sayıda Hıristiyan ise 6-7 Eylül tertibinde yakinen müşahede edileceği üzere korkutularak ülkeden gönderildi. Asırlarca kültürel çeşitliliğin ana üslerinden biri olan İstanbul ve Anadolu’daki bu homojenleştirme çabası çok büyük acılara, çok büyük trajedilere sebep oldu. Kültürel çeşitliliğin kazandırdığı farklılıkların barış içinde yaşama iradesi, zamanla yerini saf kültür arayışına, faşizan uygulamalara, etno-kültürel dayatmalara, ırkçı söylemlere bıraktı. Bu saflaşma arzusu aynı itikadın mensupları olmalarına rağmen Türk-Kürt çatışmasını besledi. Bu çatışmanın sonucunda zorunlu iç göç uygulamasına müracaat edildi. Ülkenin doğusundan batısına doğru gerçekleş(tiril)en bu zorunlu göç, asimilasyon politikalarının bir parçasıydı aynı zamanda. Etnik/kavmiyetçi saflaşma arzusu cinnet hâlini alarak tek dil/tek kültür söylemine payanda yapıldı.

“Memleket Gettoları”

Zorunlu iç göç ülke insanının birbirlerine bakışını hastalıklı hâle getirdi. Küresel ölçekte cereyan eden Doğu-Batı çatışması bu sefer aynı ülke içindeki insanları yaşadıkları bölgeye göre yaftalamak amacıyla kullanılmaya başlandı. Avrupamerkezci yaklaşımın Batı dışı toplumları tavsif etmek için kullandığı ilkel, primitif, barbar vb. etiketler ülkenin batısında yaşayanlar tarafından doğulular (özellikle Kürtler) için kullanıldı. Öte yandan İkinci Dünya Savaşı sonrasında başlayıp 1990’lı yılların sonuna kadar devam eden kırdan kente göç olayı Türkiye’nin iktisadi, içtimai, siyasi hayatında ciddi değişimlere yol açtı.

Bugün siyasi iktidarı temsil eden muhafazakâr demokrat kadrolar da dâhil tüm siyasi hizipler bu göçün oluşturduğu sosyolojiyle bir şekilde ünsiyet kurdu. Ancak sözünü ettiğimiz bu göç süreci iyi yönetilemediği için Türkiye bugün özellikle metropol olarak adlandırılan büyük şehirlerde çok ciddi sorunlarla karşı karşıya kalmıştır. Şehirler derme çatma yerleşim yerleri olarak âdeta kalabalıkların tıka basa dolduruldukları yerler hâline gelmiştir. Çok kötü, çok çirkin, sakil bir mimari eşliğinde yürütülen kentsel dönüşüm çalışmaları buralara yığılan-tıkılan insanların şehirli yüksek kültür oluşturmalarına fırsat vermemiş, kentte kaybolma korkusunun tetiklediği dernekleşme faaliyetleri ise bu kültürün yerine şehir içinde -teşbihte hata olmasın- “memleket gettoları”na vesile olmuştur. Bu gettolar göçle daha da büyüyerek dernek federasyonları adı altında siyasi-bürokratik ayrıcalıklar elde etmişlerdir. Ülke içinde yaşanan göçün doğru yönetilememesinden kaynaklı bu kaotik durum, uzun vadede Türkiye’nin büyük şehirlerini suç patlamasıyla karşı karşıya bırakabilecek bir durumun tezahür etmesine sebep olabilir. Kendi içindeki göçü doğru yönetemeyen bir ülkenin başka bir ülkeden gelen milyonlarca göçmenin/muhacirin sevk ve idaresini sağlıklı yönetmesi elbette beklenemezdi.

Türkiye’den Avrupa’ya göç süreci de benzer izler taşır. İşçi ihtiyacını gidermek için başlayan bu süreç şimdilerde Avrupa genelinde milyonlara ulaşmıştır. Öteden beri Avrupalının zihninde barbar imgesiyle var olan Türklerin bu imgenin olumsuz tezahürlerine hâlâ şahit olduklarını söylemek mümkündür. Sadece Türkler değil Doğu’dan, Mağrip’ten, Afrika’dan, Ortadoğu’dan gelenler de benzer istiskal edici davranışlarla karşılaşmaktadır. Hele ki sağ siyasal tutumun her geçen gün güç kazandığı bugünlerde… Hıristiyanlık ve Yahudilik öteden beri birlikte yaşama kültürüne yabancıdır zaten. Getto kültürü bu yabancılığın sonucudur. Yunan-Roma kodlarından beslenen “yabancı düşmanlığı” (zenofobi) hâlâ çok güçlü bir şekilde devam etmektedir. İngiltere-Amerika gibi devşirme sistemini etkili kullananları kısmen hariç tutarak Avrupa özelinde farklılıklarla bir arada barış içinde yaşama iradesinin oldukça zayıf olduğu söylenebilir. Anglosakson kültür asırlara baliğ sömürgeci geleneğinden tevarüs ettiği ‘tecrübeyle’ “beyaz adamın” üstünlüğü yaklaşımından taviz vermeden muhatabını kendine benzetebilmekte, onun zihinsel-bedensel potansiyelinden azami ölçüde istifade edebilmektedir. Üstelik bunu yaparken lütufta bulunduğu algısı yaratarak çirkinliklerini görünmez kılabilmektedir.

Yabancı ve Göçmen Korkusu

Ulus devletleşme süreci İslâm dünyası toplumlarının birlikte yaşama iradesini zaafa uğratmıştır. Hicreti tarihin başlangıç noktası yapan Müslümanlar bugün aynı itikada mensup kardeşleriyle etnik, mezhebi, ulusal putların gölgesine sığınarak çatışabilmektedir. Irkçı, kavmiyetçi, faşist yaklaşımlar Müslüman toplumlarda karşılık bulmakta, asimilasyoncu tavır ve tutumlar meşru görülebilmektedir. Muhaceret yolundaki insanlar kendileriyle aynı inanca/itikada sahip insanların yurduna değil, bilakis başka dinden/inançtan olanların yurduna gitmek için ölümü göze almaktadır. Bunun nedenleri üzerinde derinlemesine tefekkür etmekte fayda var. Sınır belasını başımıza tebelleş edenler zihinlerimizi de sınırlandırmış anlaşılan. “Hudut namustur” klişesine yaslananlar bu hudutların kim tarafından ne amaçla çizildiği sorusunun cevabını aramamakta ısrar ediyorlar. İtikat eksenli yakınlıkların yerini etnik-mezhebi, ulusal kodlardan beslenen yakınlıklar almıştır. Dârü’l-İslâm’ın yerine vatanı koyduğumuz günden beri, ulusal sınırlarla çerçevelenmiş zihinlerin ürettiği kavmiyetçi putlarla barışık yaşıyoruz. Fiziki sınırlar dışında kalanların yabancı ve düşman olarak tanımlandığı bir vasatta insanlık dışı uygulamalar artıyor. Etnik, mezhebi, ulusal aidiyeti aynı olmayanların yaşama hakkı olmadığı, onların buralara gelerek “soydaşlarımızı” mağdur ettiği, ekmeğimizi elimizden aldığı ve uzun vadede demografik yapımızı değiştirerek yerlisi oluğumuz bu memlekette bizi yabancı duruma düşüreceği tezi üzerinden her türlü çirkeflik, bağnazlık, kabalık, çirkinlik, kötülük sıradanlaştırılıyor. “Yabancı/göçmen” korkusunu politik ikbali için mesnet yapanlar tüm bu çirkinliklere makuliyet gömleği giydirmek için bütün ahlaki ilkeleri ayaklar altına alabiliyor.

Ötekileştirici eylemler özellikle halkı Müslüman beldelerden gelenlere reva görülüyor. Afganistan, Pakistan, Suriye, Irak, Afrika gibi ‘az gelişmiş’ beldelerden gelenler henüz ‘sosyal evrimini’ tamamla(ya)madığı gerekçesiyle çok yoğun bir tahkir ve tezyife maruz kalıyor, istiskal ediliyor, kriminalize ve terörize edilmeye çalışılıyor. Oryantalist literatürün Doğu toplumlarını tanımlamak için kullandığı ilkel, primitif, edilgin, keyif düşkünü, şehvetperest, tembel, duygusal gibi klişeler aynen kullanılıyor. “Çok hızlı ürüyorlar” söylemi -ki genelde hayvanlar için kullanılır- göçmenlerin “henüz olmamışlıklarına” işaret etmesi bakımından dikkat çekicidir. Temel kaygı, bu hızlı üremenin sonucunda artan göçmen nüfusun ilerleyen zamanlarda ülkenin ‘asıl sahiplerinden’ fazla olması ve ulusal birliğin tehlike altına girmesidir!

Ulus devlet realizmi tarafından zihinleri işgal edilenlerin zaviyesinden bakıldığında, evet böyle bir çıkarımda bulunmak mümkündür. Lakin kendisini İslâm’a nispet eden bir toplumun ulus devlet aklıyla barışık olması, bu aklın çalışma biçimini onaylaması, bu akıldan sadır olan fikirlere yakınlık göstermesi kabul edilebilir değildir. Çünkü ulus devlet ilham aldığı burjuva Protestan kültür kodları nedeniyle yüce İslâm’ın ruhuna yabancıdır. Bu yabancılık nedeniyledir ki içinde Türkiye’nin de bulunduğu halkı Müslüman beldelerde anayasal yurttaşlık, mümin/mümine kimliğin önüne geçmiştir. Bu durum çok ciddi bir zihinsel kirlenmişliğe işaret eder.

Demek ki, biz de dâhil, İslâm dünyası toplumları uzun süredir maruz kaldığı paradigmatik işgal(epistemik şiddet) nedeniyle, zihinsel olarak, yüce İslâm’ın pak ikliminden modern/post-modern değerler sisteminin amorf, akışkan, ötekileştirici, seküler ve kaotik doğasına “göç etmiş” durumdadır. Kanaatimce en tehlikeli göç te budur. Çünkü burada zihinsel bir işgal söz konusudur ve bu işgalden kurtulmak zannedildiği kadar kolay değildir. “İslâm’dan göç edenlerin” sesinin gür çıktığı yer(ler)de insanlık ailesi can çekişiyor demektir. İslâm bir tarağın dişleri gibi müsavi gördüğü insanları merhamet iklimine davet eder. Farklılıkları te’ârüf /mu’ârefe vesilesi sayarak adalet temelli bir sosyal gerçekliğin inşası için her bir ferde sorumluluk yükler. Mazluma kol kanat germeyi, düşenin elinden tutmayı salık verir ve mustazafların muktedir olmasını murat eder. Mülkün yegâne sahibi olarak Allah’ı işaret eder ve O’nun âlemlerin rabbi olduğuna dikkat çeker.

Son Elçinin Örnekliği

Öyleyse âlemlerin rabbinin mülkünde kim hemcinsinden daha fazla hak sahibi olduğunu iddia edebilir. “Bizim topraklar” söylemi, emanetçi olduğumuz şu dünya hayatında mülkün gerçek sahibini unutturan, toprak fetişizmine kapı aralayan, toprak uğruna kan dökmeyi meşru sayan ulus devlet realizminden esinlenmiş sorunlu bir söylemdir. Yüce Kur’ân inanç/itikat değerlerine göre yaşayamayan kişilere hicreti emreder. “Allah’ın arzı geniş değil miydi? Neden hicret etmediniz?”, diye sorar. İman, hicret, cihat Kur’ân’da birkaç defa -aynı sırayla- zikredilir. Anlarız ki imanın ardından hicret gelir. Bu hicreti hem soyut manada, yani müstesna bir ilahi lütuf olan aklın yine müstesna bir ilahi lütuf olan vahiyle buluşmasının sonucunda küfrün/şirkin/tuğyanın reddedilmesi hem de iman nimetine eriştikten sonra bu nimetten en iyi şekilde istifade etmek ve ettirmek için bir yerden başka bir yere gitmek şeklinde somut anlamda yorumlayabiliriz.

Mekâna değer katan orada yaşanan ahlaki ilke ve prensiplerdir. Şirk, küfr, tuğyan Kâbe’nin yanı başında egemense oradan bile hicret etmek gerekebilir. Demek ki mekânın bizatihi kendisinde kutsallık aramak, dağı, taşı, toprağı, denizi fetişizme varacak şekilde tebcil etmek İslâm’ın ruhuna yabancıdır. İslâm kendi değerlerinin belirleyici, tayin edici ve yaşanabilir olduğu yeri (velev ki o yer coğrafi olarak çok ta stratejik bir yer olmasın) tercih eder. Çünkü aslolan değer sisteminin bizatihi kendisidir. Onun yaşatılmasıdır. Bu sayededir ki İslâm muhatabına hangi zamanda ve mekânda yaşıyor olursa olsun özne olma imkânı bahşeder. Binaenaleyh bizim vatanımız da ülkemiz de sığınağımız da yurdumuz da İslâm’dır. Onun gölgesinde izzet, şeref, haysiyet sahibi olarak yaşanabilir. Onun himayesi seçildiğinde insan-insan, insan-tabiat ve insan-Allah ilişkisi en kâmil manada tezahür ve tebarüz eder. Onun hidayetinden yüz çevrildiği andan itibaren ifsat kaçınılmazdır. Biricik rehberimiz Resûl (s.) Medine’ye hicret ettikten sonra eline imkân geçmesine rağmen Mekke’ye dönmedi. Ensâr’ın yanında kalmayı, orada ölmeyi tercih etti. Ulusalcı/kavmiyetçi perspektiften bakıldığında Son Elçi’nin bu eylemi kabul edilemezdir. Çünkü kavmiyetçi çıkarlar gözetilmemiştir bu eylemde…

İnsanlık ailesinin son rehberi olan Elçi, aziz İslâm itikadının yegâne referans olduğu hakikatini evvela şahsında temsil ve müminler cemaatine beyan etmiştir. Bu itikada ram olanların kavmiyet, ırk, soy, sop, renk, dil ayrımı yapmaksızın her bir insan tekini Yüce Allah’ın rahmet ve kudretinin tecellisi olarak görüp hürmet etmeyi öğretmiştir. Mekânın kendisini değil, orada egemen olan ahlaki ilke ve prensipleri önemsemeyi belleterek, itikadın yaşanabilir kılınmasına dönük eylemlerin inşai olduğuna dair ufuk açıcı yönlendirmelerde bulunmuştur. Böylece pagan, putperest, müşrik, cahili değerler sisteminin sınıflı, ötekileştirici, gaddar, elitist doğasını deşifre edip bu değer sistemini alt etmenin yol ve yöntemlerini bizzat hayatıyla modelleyerek müstesna bir önderlik, muhteşem bir öğretmenlik yapmıştır. O’nun izinden gidenlere selam olsun…

 

(Umran Dergisi – Ağustos 2024)