LIVERPOOL – Selman Azami
Batı dünyasında müesses nizamdan duygusal anlamda tam bir kopuş süreci yaşanıyor. Fakat maalesef öfke ve yaşanan hüsranlar, eşitlik, adalet ve özgürlüğe inananlar başta olmak üzere, birçok kişiyi derin endişelere sevk edecek türden oy verme eğilimlerine itiyor.
Geçen hafta yaşanan siyasi deprem, dünyada en büyük nüfuza sahip ulusunu vurdu ve ortaya çıkan sarsıntı bütün dünyada hissedildi. Hiçbir siyasi yönetim tecrübesi bulunmayan bir iş adamı olan Donald Trump, artık sadece dünyanın en güçlü adamı olmakla kalmayacak, Cumhuriyetçi Parti’nin Kongre’nin her iki kanadında kazandığı üstünlükten dolayı ABD tarihinin en kudretli başkanlarından da biri olacak.
Hiç şüphesiz Trump, ABD’nin seçimlerle ilgili siyasi süreci dahilinde yapılan bir seçimi hakkaniyetle, dürüst bir şekilde kazandı ve böylece önümüzdeki yıl 20 Ocak’ta Beyaz Saray’ı devralmak için meşru bir hak elde etmiş oldu. Ancak Amerikan seçmenlerinin, onun ırkçı, yabancı düşmanı, kadın düşmanı ve İslamofobik söylemlerine vermiş olduğu destek, bu öfkeden nasibini alması muhtemel kesimleri teselli edecek pek bir şey sunmuyor elbette. Beyaz Amerikalıların bir şekilde diğer ırklardan ve etnik gruplardan üstün olduğunu kabul eden tavır, bütün dünyanın gözlerini ayırmadan baktığı bir ülkede kurumsallaşmak üzere.
Başkan seçilen Donald Trump‘ın seçimden hemen sonra verdiği ilk ciddi mülakatta, ırkçı ve İslamofobik saldırıların ABD’de artış göstermesini beklemediğini söylemiş olmasını hayret verici buluyorum. Diğer yandan, insanlardan bu tür saldırılara bir son vermesini istemesi iyi bir şey olmasına rağmen, yabancı düşmanlığının yükselişini göremiyor oluşu da bir o kadar şaşırtıcı. Seçim kampanyası boyunca bu insanlara ilham verip onları kışkırtan kişi bizzat kendisi değil miydi? Dünyanın kendisini en açık şekilde ırkçı olarak tanımlayan grubu Ku Klux Klan‘ın Trump’ın kazanmasını “Bizim zaferimiz” diye adlandırmış olması, asgari düzeyde eşitlik ve adalet erdemine sahip herkesi korkunç düşüncelere sevk ediyor.
İngiltere’deki etnik azınlıkların Brexit referandumundan sonra nefret ve yabancı düşmanlığının mağduru oldukları olaylarda da benzer sahneler görmüştük. Bu saldırılar muhtemelen referandum kampanyası boyunca kullanılan söylemlerle bağlantılıydı. Almanya ve Fransa’daki aşırı sağcı grupların da önümüzdeki yıl bu iki önemli Avrupa ülkesindeki genel seçimlerde başarı kazanabileceğine dair endişeler var; hatta Fransa’nın Marine Le Pen‘i bir sonraki cumhurbaşkanı seçebileceğine dair korkular var.
Peki nasıl oluyor da bu ırkçı ve yabancı düşmanı kampanyalar bu denli başarı kazanabiliyor? İngiliz ve Amerikalıların çoğunun aniden ırkçılar haline geldiğine inanmayı güç buluyorum. Beyaz çalışan kesimin, siyasi elitler tarafından terk edilmişliklerinden dolayı bir hüsran yaşıyor oluşu, yükselişte olan bir eğilim gibi gözüküyor. Politikacıların, endişelerini anlamıyor oluşundan dolayı insanlar kızgın ve ciddi şekilde hayal kırıklığına uğramış durumda. Son birkaç senenin mali krizi en çok çalışan kesimi vurdu. Diğer taraftan bir çok insan, yaşadıkları bölgelerde şahit oldukları giderek artan demografik değişikliklerden dolayı rahatsızlık duyuyor. Suriye iç savaşı ve Avrupa’daki mülteci krizi ve Batılı hükumetlerin bu problemlerle başa çıkmada gösterdiği başarısızlıklar, sadece bu insanların hayal kırıklığını şiddetlendirmeye yaradı.
Sağcı fırsatçılar bu hayal kırıklığını ve öfkeyi adeta bir altın madenine dönüştürdü ve sisteme küstürülen grupların yaşadığı sefalet için, kendileri hariç herkesi suçlamaya başladı. Kuvvetli bir milliyetçi dil ve müesses nizam karşıtı bir siyasi ajanda ile donanmış bu sağcı politikacılar, kendi nefretlerini öfkeli nüfusa aktararak siyasi bir başarı kazanabilecekleri geniş bir pazar buldular. Donald Trump bu öfkeli kalabalık sömürüsünün klasik bir örneği oldu; tıpkı, uzun vadeli hayali İngiltere’yi Avrupa’dan çıkartmak olan ve bu konuda başarı da kazanan Nigel Farage gibi. Trump seçildikten sonra, kendisiyle görüşen ilk İngiliz politikacının Farage olması bu yüzden şaşırtıcı değil.
İngiltere ve Amerikan toplumlarının büyük bir bölümünün, bu seneki iki talihsiz seçimde aleyhlerinde oy kullandığı yozlaşmış siyasi elitlerin alternatifi, nasıl oluyor da nefret, bağnazlık, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı oluyor, işte bunu merak etmeden duramıyorum. İnsanlar, bu ülkenin geleceğiyle ilgili devasa bir belirsizlik üretmiş olan siyasi elitlerin aleyhinde bir protesto oyu kullanabilmek için, neden Avrupa Birliği (AB) referandumunu kullanmayı tercih etti, onu da anlayamıyorum. Diğer yandan, ABD’deki protesto oyu sadece Amerika’da değil, bütün dünyada çok daha büyük kötü sonuçlara yol açabilir. Trump’ın bölücü kampanyasının, seçmenlerini, toplumlar arasındaki bölünmelerin ve gerginliklerin kendilerine refah getireceğine ve yaşadıkları bir takım perişanlıklara son vereceğine nasıl ikna edebildiğini anlamak zor.
Amerikan seçimlerinden sonra, kaybeden tarafta da öfke var. Seçim sonuçlarının açıklanmasından beri neredeyse her gün, “Trump benim başkanım değil!” sloganlarının hakim olduğu protesto gösterileri yapılıyor. Bazı yerlerde göstericiler şiddete başvurarak polisle çatışmaya girdi. Teamüllere uygun bir şekilde yapılan bir seçimi kazanmış bir kişiyi bu şekilde protesto etmek, Trump’ın zaferinin yarattığı problemin çözümü olamayacağı gibi, farklı toplulukların kendilerini içinde bulduğu tehlikeleri de bertaraf edemez.
Batılı toplumlar, Batılı olmayan toplumlara kıyasla, genelde yüksek ahlaki değerlerinden bahsederler ve bu ülkelere göç edenlerden, bu değerleri benimsemesini isterler. Hangi değerlerin ivme kazandığından ve seçimleri kazananların hangi erdemlere sahip olduğundan emin değilim. Öfke, nefret, bağnazlık ve önyargı dilinin, insanların karşı karşıya olduğu problemleri nasıl çözeceğinden de emin değilim. Bir insanın, bir diğer insan kardeşine yönlendirdiği öfkenin, özgür bir toplumdaki bir birey veya grup için nasıl bir yükselme zemini olabileceği konusu, çözmekten aciz olduğum bir muamma adeta. Donald Trump geçtiğimiz günlerde, adı çıkmış bir sağcı Yahudi düşmanını baş stratejisti olarak atadı. Kendisine oy vermiş milyonlara, bunun nasıl bir mutluluk ve iyi bir yaşam getireceği, akla zarar bir soru.
Karamsar bir insan değilim. Bu nedenle, herkes kadar endişeli olsam da yanlış giden hiçbir şeyle ilgili ümitsizliğe kapılmam. İnanan bir insan olarak, hiçbir şeyin Allah’ın takdiri olmadan vuku bulmayacağına ve bu dönemeci geçtikten sonra hayırlı bir şeyler olacağına inanıyorum. Geleceğin nasıl olacağını gösterecek kristal bir küre yok önümüzde. Kim bilir, belki de Brexit İngiltere için hayırlı sonuçlara gebedir ve belki de Donald Trump kadınlar, Meksikalılar, Müslümanlar ve diğer azınlıklarla ilgili söylediklerinin tam tersini yapar.
Ancak emin olduğum bir şey var ki öfke, ‘öteki’ne karşı nefrete dönüşmemeli; topluluklar arasındaki bölünmeler, bir toplumun dertlerini çözemez. Bir toplum, ancak onu oluşturan toplulukların arasında sevgi, merhamet ve anlayış olduğunda olumlu değişiklikler sergileyebilir. İyimser bir kimse olarak, İngiltere ve Amerika’da gerçekleşen olayların örtülü birer rahmet olabileceğini ummak isterim. Bu, birçok kimseye hüsnükuruntu gibi gelebilir, fakat ümitsizlik içinde yas tutacağıma, neler olacağını görmeyi ümit içinde beklemeyi yeğlerim.
Mütercim: Ömer Çolakoğlu
Linguistik alanında doktorası olan Dr. Selman Azami, Liverpool Hope Üniversitesi’nde İngiliz Dili alanında öğretim üyesidir. Araştırma alanları çift-dillilik, eğitimde dil, dil, din ve medya ve reklamcılık dilidir. ‘Medyada Din Temsilleri: Linguistik Bir Analiz’ (Palgrave) isimli kitabı geçtiğimiz günlerde İngiltere’de yayımlanmıştır. @linguistbd