Din Sosyoloğu Dr. Selma Karışman’ın Star gazetesinde; Özgecan öldürülmesiyle oluşan toplumsal iklim üzerinden kadın erkek ilişkilerini irdelediği yazısı…
İnsan kainattan mesuldür” prensibi bir kez daha kainat ve insanlığa karşı sorumluluğumu bu derece kuvvetle hatırlatmasaydı belki de bu satırları yazma gücünü kendimde bulamayacaktım. Konu o kadar elim ve vahimdi ki aklın, düşüncenin, dolayısıyla kalemin ve kelamın önüne geçiyor, insan sözleri bırakıp sadece gözlerini dile getirmek istiyordu: Gözler, Özgecan’ın güzel yüzünü unutmamak üzere hafızasına kaydettikten sonra, susmak bilmeksizin yaş dökmek istiyor, katılıyor, sonra bütün bir toplumsal vicdanın gözyaşlarına doğru akıyordu… Özgecan’ın hayatı ve hatırasına, ailesine, topluma karşı sorumluluk duygusu, düşünceyi zorlayarak da olsa kımıldadığında, sükûtu sarsarak da olsa deldiğinde; bu defa da, acınızın içinden geçen alevden sorular/sorunlar yalıyordu zihninizi: Peki ama hangi kimliğinizle bu olayın üzerine söz söyleyebilirdiniz, hangi dille okuyabilirdiniz, kamusa sığmayan kelimelerden taşan bu ıstırabı. Bildiğiniz bir ağıt, bir mısra, bir mizan, bir mazeret ve özür kalıbı, toplumsal bir teori var mı böylesine bir vahşeti yüklenmeye cesaret edebilecek?
Yetişkin kızını bu toprakların geleneksel ihtimamıyla, sütünü içererek ve harçlığını vererek okuluna gönderen bir annenin; yavrusu, kendisinden ölümün tabii ayrılık sınavından çok daha fazlası ile kopartıldığında, annelikle ilgili bütün çağrışımları, canından olmuşçasına dile getiren o taze, derin ve yakıcı acısı üzerinden yani bir anne olarak dile getirebilirdiniz belki duygularınızı; fıtraten, kendiliğinden ve olanca doğallığıyla… Bu kültürel coğrafyada neredeyse kanıksanan kadın cinayetlerine eklenen bir yenisi olarak; kadın-erkek dikotomisi, suç, patoloji, şiddetin tarihçesi ve dinamikleri üzerinden kavramsal ve tarihsel bir okumaya tâbi tutarak veya yakın dünya tarihinde insanlığın dünyanın duyarsız kaldığı fakat kültürel hafızanın tarihe not düştüğü kitlesel katliamları hatırlayarak, aslında şiddetin bir insanlık meselesi olduğuna işaret eden global ve sosyolojik bir genel bakış üzerinden de okuyabilirdik acıyı.
Bataklığı kurutmak
Ya da meselenin belki de özünü teşkil eden; sosyolojinin “anomi”, teolojinin “fesad” dediği toplumsal çözülmenin merkezindeki; o her an homurdanan yanardağın mağma tabakasındaki aşınmanın ve erozyonunun sebepleri ve dinamikleri üzerinden yapılacak ahlaki ve aksiyolojik bir bakış açısı bizi sebeplerin de merkezine götürebilir veya sadece sonuç üzerinde odaklanan bir bakışın pertavsızından yapılan “suça göre ceza” temelli tartışmaların günü birlik çekiciliğine kapılıp orada kenarda kalabilirdik. Veya kapitalist küreselleşmeye tutulan “Mc World”leşmiş dünya, yerel dünyaları, değerleriyle birlikte yerle bir ederek tekdüze bir piyasaya dönüştürürken, hayatlara dayattığı haz-hız koordinatlarının insanı mânen kısırlaştırdığı, sevgiyi maddileştirdiği ruhsuz atmosferinin ürkütücü narsist karakter(ler)i üzerinden daha külli ve bir eleştiriye adım atabilirdik.
Mebdeden meada, çıkıştan varışa süren ilahi ve ontik bir yolculuk olarak dinin, “hakka isabet” açısından sağlamak istediği hikemi bakış açısının, indirgemeci yaklaşımlara geçit vermeyen külli ve muhkem prensiplerinin izi üzerindeki “sinekleri öldürmek” yerine, “bataklığı kurutmak”, dolayısıyla sinekleri daha üremeden yok etmek temelli hikmetli yaklaşımından güçlü ve kalıcı bir destek de alabilirdiniz. Fakat yine de konunun ağırlığı karşısında olanca ihtimamla yaklaştığınız bütün çözüm ihtimalleri, içimizi kemirmeye devam eden “neden, niçin” soruları arasında, bu insanlık suçunu çözmekte aciz kalmaya devam ediyordu.
Özgecan’da birleştik
Suçun bulguları ve Özgecan’ın anıları dağıldıkça, sarsıcılığı da artan sürecin; kötüler ve kötülüğün sınır tanımaz pervasızlığında, iyilik ve iyilerin etkisinin görünmez kalmaya yüz tuttuğunu düşündüren karanlık ikliminde birden bir kaç umut ışığı birden yandı. Özgecan’ın masum ve mazlum ruhaniyeti, toplumun bütün katman ve kesimlerini “ortak iyi” bilincinin ivme verdiği bir yönelişle “ortak kötü”yü tel’in etrafında birleştiriverdi. Hiçkimsenin, hiçbir söylemin, ideolojinin yapamadığını yaptı Özgecan; ortak iyiden mahrum özgürlük alanlarında insanı kendisine yabancılaştıran bir bireyselciliğe kafa tutarcasına, toplumsallaşmanın kudret ve anlamını hatırlattı bir topluma… Belki de bu ortak acı etrafında birleşme tecrübesi; bütün acılar, hatta git gide ortak çıkarlar ve mutluluklar etrafında birleşmeye yol açacak buradan, her türlü rekabetin kıyıcı etkilerine rağmen toplumun her çeşit problem ve derdini kendine ait hissedebilme tekâmülünü filizlendirecekti kutuplaşmış yüreklerde…
Bu kültürel coğrafyada aslında şiddetin her türü ve faili, zulmün her odağı karşısında gösterilecek böylesi bir ortak infial niye bu kadar geç kalmıştı; yoksa artık toplumun, Cana kıymanın yakıcılığı karşısında bile duyarlılığı nasırlaşmaya yüz tutuyor, kısır çekişmelerin karanlığında ortak vicdanın anahtarı da mı yitiriliyordu kaygıları koyulaşmışken bağrına bastı Türkiye Özgecanı. Cevabı muhtelifti mezkûr soruların; bu defa “kurban”ı, art niyetli erkek-egemen zihniyetin patolojik vesvese ve tecessüslerinden uzakta bir olay mahallinde, daha ağzı süt kokan bir ana kuzusu olarak, krem renkli kazağı ve pembe montu ile okulundan evine dönerken ve çantasında kitap kalem arasına -belli ki yolun tehlikelerine karşı bir tedbir olarak- sıkıştırdığı biber gazı ile, ölümü göze aldığı değerleri ile öylece yapayalnız gördüğümüzde artık nihayet orada, sözün bittiği yerde durabildik. Belki de, böyle derin bir acı etrafında da olsa birleşmenin zamanı gelmişti. Köklü bir medeniyetin, ortak yaşama tecrübesine sahip kolektif hafızası nihayet canlanarak, bir arada barış dilini kurmaya, gitgide büyüyen yürek mesafelerini küçültmeye karar vermişti. Özgecan’a ağlayan gözler, belki de bundan böyle “Gözyaşının rengi yoktur; ırkı da, dili de / Kalbiyle ağlar insan çünki” diyebilecek ve birbirine iyi söz, güzel nazar, hüsnü zan sunabilecekti. Bundandır ki; kentlisi köylüsü, çocuğu büyüğü, siyasetçisi, aydını, sanatçısı, popçusu, repçisi, kadını erkeği; bütün etnik ve sosyal katmanları ile devasa bir birlik olarak galeyana gelebilmişti…
Bütüncül insan modellerine, barışın, sevginin, dostluğun ve ötekileştirmeden kabulün diline hasret, kaotik hayatlarımızda bir başka ışık da, tam da ateşin düştüğü mekânın, hem de canı en yakıcı zamanında parladı. Orada birbirlerinin acısına kenetlenmiş bir aile, zoru hem de çok zoru, sahip oldukları basiret ve ferasetin el verdiği bir metanetle aşmaya çalışan ortak bir tutum, düşen ateşin bile ihmal ve ihlal edemediği bir barış dili ve kültürel hafızamıza yitiğimiz olan hikmeti, irfanı, bilgeliği hatırlatan bir baba gördük. Acısının içinden bile iyi, doğru ve güzeli bir arada tutmayı başararak görebiliyor, hissedebiliyor, dile getirebiliyordu. Çünkü o babalığından önce belli ki İnsandı. Bundan dolayı herkesin babası olmayı öğrenmişti: Dili; acısını isyanlaştırmadan, şahsileştirmeden, yüceltmeden ifade ederken, yaralı gönlüne o an bile başka Özgecanları düşürebiliyordu. “Yürüyenler, bağıranlar, yazanlar, çizenler hiç kimse nefreti ve şiddeti dile getirmesin. Bunlar konuşuluyorsa hâlâ başka Özgecanlar ve başka meleklerin kanatları da kırılacak”. Bu; “aşk ahlâkı”, “isyan ahlâkı” gibi, aşinalığımızı kaybettiğimiz bir “acı ahlâkı” idi belki de…
‘Eşref-i mahlukat’ idik
Sebeplerin analizini başka bir yazıya erteleyerek, bazı acil tedbirleri konuşabiliriz. Önümüzde, “Türkiye, işte böyle, şiddeti besleyen bir yer” düşüncesindeki at gözlüğü ile “Dünyada da aynı şeyler oluyor” türünden bir devekuşu sendromu arasında savrulmadan, kısır tartışmalardan ve önyargılardan azade yapmamız gereken sorgulamalar var. Siyah giymek gibi güncel tepkilerimizi, anlamlarını daimi ve geçerli kılmak üzere şahsi ve sembolik yansımaların üzerine çıkararak, geleceğe uzanan sistematik formüllere dönüştürebilir, STK-Siyaset iş birliği ile Adalete ve Meclise taşıyabiliriz. Toplumun ekranı; “korku, şiddet veya olumsuz örnek oluşturacak davranışlar” sinyali ile kararmadan; “kadın karşıtlığı”na yol açan bireysel, sosyal, siyasal bütün söylem ve eylemlerin üzerini karartmalıyız. Şuuraltından statlara ve sokağa taşan kontrolsüz cümleleri bu dilin anlayabileceği maddi müeyyidelerle durdurabiliriz/durdurmalıyız. “Dilin kemiği yok” mazereti artık, hiç bir cenahın; ucu kadına dokunurken, kaba erkek gücünü de kabartmaya sebebiyet verebilecek hiç bir sözüne dayanak olmamalıdır. Siyasetin/siyasilerin toplum üzerindeki, çocukların kültürel hafızalarına dahi işleyecek bariz etkisi göz önüne alındığında, “kadın” konusunda konunun hak ettiği donanımda ortak bir dil geliştirilmesi büyük önem arz etmektedir. Bu dil, -tıpkı diğer konularda olduğu gibi- çok değişik katmanlardaki (modern, seküler, geleneksel, bölgesel, dindar, etnik) algı ve hassasiyetler göz önüne alınarak inşa edilebilir. Verilen demeçlerin kuşatıcılığı ve sıhhati, bu yapısal hassas dengelere vâkıf psikolog, sosyolog gibi meslek gruplarından destek alınarak sağlanırken, sözden eyleme geçiş, çalışma planlarından kanun tekliflerine uzanacak bir süreçte, konuya emek vermiş bütün kadın çalışma grupları ve STK’ların yer aldığı aktif bir iş birliği ile gerçekleştirilmelidir. Diğer yandan suç-suçlu-psikiyatri sosyo-ekonomik ve psikolojik bağlamda suçlu ve psikiyatrinin suç ve suçlu profili çıkararak bölgesel suç haritaları ihdas edilmeli,
Eğitim, kültür, hukuk, ekonomi, medya hatta boş zamanlar gibi temel sosyal kurumların, şiddeti körükleyen olumsuz etkilerini, ideolojik kaygılardan bağımsız olarak analiz edebilmeli, bu etkilere karşı daha etkili hukuki ve sosyal bariyerler geliştirebilmeliyiz. Reyting kaygısıyla, olumsuz örneklerin hayattaki bağlamlarından kopartılıp, abartılarak, hafifletilerek veya özendirilerek yansıtılması; şiddetin sıradanlaştırılması demektir. Zaten mottosu “insan insanın kurdudur” olan câri sistemde bu sahnelerin karşılığı ise, bunları izlemiş olmanın, şiddet davalarında “hafifletici neden” olarak kullanılmasıdır. Özünden sapan yorumun cesaret ve cesametlendirdiği “erkek egemen” söylemi, bizzat özden beslenen “insan egemen” söylem ve praksise dönüştürmek için; cinsiyet farkını imtiyaz görmeyen, insan olarak yaratılmış olmayı ve buna ait varoluşsal yükümlülük ve hakları sadece kendisi için değil bütün insanlar ve insanlık adına şeref addeden -ezber bozucu- insani bir zihniyete ihtiyacımız var. Ancak bu zihniyettir ki, kadim dini öğretinin “öldürmeyeceksin!”, ve global etik çalışmalarının “kendine yapılmasını istemediğin hiçbir şeyi başkasına da yapma!” prensibini toplumda ve yeryüzünde ikame edebilecektir. Her gün yeni bir kadın ölümü sayan “anıt sayacın”; kadın-erkek, laik-dindar, Türk- Kürt, ben-öteki dikotomik ayrıştırmaları ile birlikte artık durması ve toplumun “biz” bilinci etrafında, hak ettiği sükûnet, itidale ve basirete kavuşması için… Baba Mehmet Aslan’ın sözleriyle çocuklar için, Özgecan misali melekler, erkekler, kadınlar için, Türkiye için, Türkiye’nin geleceği için…