Enes Günaslan: I. MİLLİ TERBİYE BAYRAMI

Fikir
Dünyada kendine has çocuk bayramı olan ender ülkelerden biri de Türkiye’dir.   Milli bayram olarak kabul edilen tarih, 23 Nisan. Bu tarih, Türkiye Cumhuriyeti’nin belki de en manalı gününe...
EMOJİLE

Dünyada kendine has çocuk bayramı olan ender ülkelerden biri de Türkiye’dir.   Milli bayram olarak kabul edilen tarih, 23 Nisan. Bu tarih, Türkiye Cumhuriyeti’nin belki de en manalı gününe, parlamenter idaresinin başlangıç gününe tekabül eder. Öncesinde biraz 23 Nisan’ın tarihi seyrinden bahsetmek gerekmektedir. 23 Nisanın çocuk bayramı olarak kutlanışı 1927’de M. Kemal Paşa’nın emriyle gerçekleşmiştir. Cumhurbaşkanlığı Bandosu çocuklar için konser vermiş ve Ankara ‘da çocuk balosu düzenlenmiştir. 1933’te stadyumlarda bedensel gösteriler yapma geleneği başlatılmıştır. 23 Nisan 1933 gösterilerinde dönemin Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip Bey’in kaleme aldığı “Andımız” metni ilk olarak okunmuştur. 1933’te artık 23 Nisan devlete mal olmuştur.  Günümüzde 23 Nisan törenlerinde bayram, devlet erkanının başta Anıtkabir olmak üzere çeşitli Atatürk anıtlarında yapılan resmi törenlerle başlamakta, okullarda ve tören yerlerinde ilköğretim öğrencilerinin hazırladığı gösterilerin sergilenmesi ve geçit törenleriyle devam etmektedir.

23 Nisan öncesinde Milli Hakimiyet Bayramı olarak kutlanıyordu. 1927’de Himaye-i Etfal Cemiyeti,(Çocuk Esirgeme Kurumu) kurumundaki çocukları sevindirme adına bayram niteliğinde çeşitli organizasyonlar düzenliyordu. 1935’te bu çocuk bayramlarıyla, Milli Hakimiyet Bayramı birleştirildi.  1980 darbesi döneminde ise darbe yönetimi olan Milli Güvenlik Konseyi bu bayrama resmi olarak “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” adını verdi. ‘Çocuk Bayramı’ ifadesinin eklenmesi sonraki mevzudur. Ama bu ifadenin eklenmesi altı çizilmesi gereken önemli bir vakadır.

Ne parlamenter idare meselesi ne de çocuk meselesi 23 Nisan’a has şeyler değildir aslında. Çocuğun özel bir önem taşıması meselesi, daha çok inkılap süreci yaşayan ülkelerde görülmektedir. Bir inkılap, yenilik idaresi, kendi antitezi olan eski düzeni toplum bünyesinden silebilmek için yeni nesillere dayanmak zorundadır. Bu yeni nesillerin eski ile herhangi bir organik bağı kalmamalıdır. Yeni nesillerin, kurucu kadroların zihniyetine sahip olmaları gerekir. Cumhuriyetin inkılapçı kadroları, öncesi olan Osmanlı dönemini karanlık çağ olarak nitelendirmeleri ve yeni yönetimin

kendilerini meşruiyet krizinden kurtarabilme adına kendi kafalarındaki yeni nesli yetiştirmek için eğitime ve okullara çok önem veriyorlardı.

Yetiştirilen yeni nesil 10. Yıl Nutku’nda ifadesini buldu.

Çıktık açık alınla, on yılda her savaştan

On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan

Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan

Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan

Türk’üz, Cumhuriyet’in göğsümüz tun siperi

Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri

Bir hızla kötülüğü, geriliği boğarız

Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız

Türk’üz, bütün başlardan üstün olan başlarız

Tarihten önce vardık, tarihten sonra da varız

Cumhuriyet kadroları, ‘Tarihten önce vardık’ derken İslam öncesi Türk tarihine atıfta bulunuyorlar. Türklerin İslam’la hemhal olduğu tarihler, kayıp-karanlık tarihler olarak görülmekteydi.

Cumhuriyet dönemi ile öncesi karşılaştırılırken sık sık Tevfik Fikret’in meşhur “Sis” şiirinden örnekler verilir ve şiirde bahsi geçen “avare, pis, kimsesiz çocuklar” eski devrin yüz karası olarak anılır. Şimdiki neslin hangi ahlaksızlık ve rezillik konularına malzeme olduğu ve önü alınamaz bir kontrolsüzlüğün olduğu göz ardı edilmektedir.

Cumhuriyet’in okullarında verilen eğitimin bir diğer adı ise “Milli Terbiye” olarak ifade ediliyordu. Bu milli terbiyenin esas unsurları arasında “vatan, bayrak, hürriyet, milliyet” gibi kavramlar yer alıyordu. Eski devrin değerleri ve şahsiyetleri artık birer mizah ve dalga unsuru olarak kullanılıyordu. Özellikle de meşrutiyet öncesi dönem hedef alınıyordu. Osmanlı toplumuna meşrutiyeti hediye edenlere ise medhiyeler düzülüyor, şiirler okunuyordu. Meşrutiyet çocukları Enver’lerin;  Cumhuriyet çocukları ise Mustafa Kemal’lerin, İsmet Paşa’ların kurtarmış oldukları nesiller olduklarına inandırıldılar.

Batıda Rousseau’dan başlayarak Durkheim’e kadar pek çok düşünür ve ilim adamının fikirleri Türk aydınları arasında geniş yankı buldu. Durkheim etkisini Ziya Gökalp’te gösterdi. Batı eğitimi paralelinde Türk eğitim sistemi ıslah edildi.

 

Modern psikoloji bilgilerinin ışığı altında ‘çocuk’ hakkında yeni anlayışlar ortaya çıktı. Çocuk konusunda geleneğin, büyüklerin ve alışkanlıkların yapacağı telkin ve müdahalelerden kaçınılması gerektiği savunuldu. Çocuk, mümkün olduğu kadar serbest bırakılacak, kendi kabiliyetlerini geliştirmesi için o’na fırsat verilecekti. Bu ifade zamanın hürriyetçi havasına tam uyuyordu. Çünkü eğitimin ideolojik tavırlardan ayrı düşünülmesi beklenemezdi. Eğitim sisteminde mevcut olan müfredatın objektif bilgi ve materyallerden oluşturulması gerektiği fikri savunuldu. Pozitivist anlayışın hakim olması gayreti yürütülüyordu. Ziya Gökalp, her ülkede ilk ve orta tahsilin o ülkeye iyi vatandaş yetiştirmek üzere planlanması gerektiği savundu. Yeni rejimin eskisinden ne kadar da aydınlık olduğu her vesile ile öğretiliyordu. Okul kitaplarının ilk sayfalarında (ki hala öyledir) Cumhuriyetin kurucu isimlerinin posterleri yer alıyordu. Geçliğe Hitabe metni, satır satır ezberletilip gençliğin milli duyguları baskı altına alınıyordu. Yeni bir toplum modeli, milli kültür esasına dayalı yeni bir eğitim sistemini hayata geçirmekle mümkün olabilirdi.

Resmi ideolojinin eğitim konusundaki söylemi şu idi: ” Cumhuriyet maarif ve terbiyesinin umumi hedefi, Türk milletini medeniyet safında en ileri götürmek ve yeni nesilleri Türk olmak haysiyetinin istilzam ettiği bu gayeye, en kısa zamanda varmayı mümkün kılacak aşk, irade ve kudretle yetiştirmek” ti.*(Nutuk) 

Bu süreçte ‘Benlik ve Milliyet’ kavramları özel bir şekilde yorumlanıyordu. Bayrak törenleri, bayramlar, müsamereler, İnkılap Tarihi ve Yurt Bilgisi derslerinin okutulması gibi faaliyetler, Cumhuriyet ilkelerine sağdık nesiller yetiştirme gayretiyle yapılıyordu.

Sonraki süreçlerde, nüfus artışı ve şehirleşme çocuk konusunda yeni problemler ortaya çıkardı. Hayatın sakin, nüfusun az, sosyal değişimin daha yavaş gerçekleştiği eski devirlerde çocuk, ailesinin ve yakın çevresinin yardımıyla istendiği gibi şekillendiriliyordu. Cemiyetin ideal insan tipine daha kolay yaklaştırılıyordu. Osmanlı’da çocuğun durumu, bu güne kıyasla çok daha iyi sayılabilirdi.

Anne babanın çalışmak zorunda kaldığı kapitalist-seküler düzenlerde artık aile çocuk terbiyecisi olma rolünü büyük ölçüde kaybetmiştir.

Yeni nesilleri bir eser olarak düşünürsek ve bu eserin sahipleri de öğretmenler olarak görülüyorsa, değerlendirmelerimizi biraz da öğretmelere yönelik yapmak durumundayız.

Yeni cumhuriyet nesillerini yetiştirmek için görevlendirilmiş eğitimci kadroların eğitim süreçleri de tüm vahametiyle ortadadır. Özellikle İnönü sonrası, yarım yamalak yetiştirilmiş, lise seviyesinin altında bir eğitimle eğitimci sıfatını kazanmış bir ‘öğretmenler kitlesi’ mevcuttur. Ve onların yetiştirdiği bir nesil mevcuttur. Eleştirilerimizi yöneltirken bu öğretmenlerin eğitime yönelik olumlu katkılarını tenzih edelim ama durum eğitim açısından vahimdir.

Yetişen bu yeni nesiller üzerinde bir dönem de Marksizm’in etkisi görülmüştür. Türkiye’nin hızlı ve düzensiz sosyal değişime uğraması, büyük şehirlerdeki pek çok çocuğun ailesinin gecekondu semtlerinde sefalet içinde yaşaması, bazılarının da modern gettolarda yaşaması ciddi bir açmaza sebep olmuştur.

Bu sosyal dengesizlik, eğitim çevrelerinde  ‘toplumdaki menfaat çatışmalarının şuuruna varma’ temalı bir eğitim algısı oluşturdu. Marksist algının karşısında olan her şeye kin tutma esasına yönelik bir anlayış gelişti.

Cumhuriyet’in asli çıkmazlarından biri de çocuk yayınlarıyla alakalıdır. Çocuk edebiyatı diyebileceğimiz sahaya ideolojik mesajlar içeren ve bunların yanı sıra yerel cemaatlerin nostaljik din algılarına göre telkinlerle dolu yayınlar piyasaya hakim olarak görünmektedir. Sahih ölçülerde alternatif olarak yayına sunulmuş malzeme yok denecek kadar azdır. Sadece Türk İslam tarihinden alıntı örnek şahsiyet ve hikayelerle oluşturulmuş yayın dünyası, İslam adına sadece geleneksel değerleri yerleştirmeye yönelik, muhtevasında hurafe ve uçurmaların bolca yer aldığı bir edebiyat dünyası oluşturmuştur. Çocuk yayınlarıyla ilgili yaptığımız taramalarda, çocukların duru bir tevhid algısına sahip olmaları gayretiyle hazırlanmış bir yayın göze çarpmamaktadır. İslami camia olarak bu durum bizim en büyük yaralarımızdan biridir.

Bir taraftan Türkçü, bir taraftan Marksist, bir taraftan kozmopolit, bir taraftan gelenekçi, bazen de birkaçının karışımı bir dünya görüşünün, çocuk yayınlarına hakim olması, Türkiye’deki fikir ve yayın hürriyetiyle rahatlıkla izah edilebilecek bir durum değildir.

Cumhuriyetin tarihi, bir değerler sisteminin çöküşünün tarihidir. Tarihin var olan gerçeklerini elbette göz ardı edemeyiz. Ama bu algılarla yapılan tüm eğitim hamlelerinin bedelini hem bizim gelecek nesillerimiz hem de Cumhuriyet nesilleri ödemeye devam edeceklerdir.