Metin Alpaslan, Umran dergisinin kasım sayısında eğitim konulu bir yazı kaleme aldı. Yazı ise şöyle;
Hz. Peygamber (s.), “Hiçbir anne ve baba çocuğuna güzel bir eğitimden (terbiyeden) daha iyi bir miras bırakamaz.” diye buyurmuştur.[1] Seyyid Kutup ise, “Bilginin gücüne inanıyorum, kültürün gücüne inanıyorum ama eğitimin gücüne daha çok inanıyorum” der.
Eğitim, insanın doğumundan ölümüne kadar kesintisiz devam eden bir eylemdir. İnsanı yaratan ve belli bir gaye ile dünyaya gönderen Cenab-ı Allah, yarattığı ve eşrefi mahlûkat olarak vasıflandırdığı insanın ihtiyaçlarını, imkânlarını herkesten daha iyi bildiği için insanın terbiyesini, eğitimini de seçkin kulları olan peygamberler vasıtasıyla bir usule bağlamış, kullarını o seçkin peygamberleri eliyle eğitmiştir.
Bugün insanoğlu tıpkı İslâm öncesinde olduğu gibi ilahi olan her şeyi inkâr ederek, kendi hevâ ve heveslerinin pesinde koşarak oluşturduğu, her tarafından cerahat, kan, zulüm fışkıran beşeri sistemler içinde bir problemler yumağı içinde hapsolmuş, kendine çıkış yolu aramaktadır. İnsanlığın peşinden sürüklendiği maddi refahın, insanlığı ahlaki ve felsefi açlığa itmekte olduğu anlaşılmış bulunmaktadır.
Maddeye tapan, insanı sadece et ve kemik yığını, ruhsuz bir varlık gibi gören seküler eğitim sistemleri, maneviyattan koparılmış nesiller yetiştirdikten sonra bu nesillerin insanlığın felaketi ve sonu olacağını yeni yeni görmeye ve bu felaketi nasıl önleyebilirim diye düşünmeye başlamıştır. Bu durum yakıcı bir şekilde ülkemizde de canlı olarak yaşanmakta, Müslüman olduğunu iddia eden toplumumuzda aynıyla müşahede edilmektedir. Dinsiz, kimliksiz, ruhsuz bir eğitim sonucu toprağından, kültüründen beslenmeyen, varlık sebebinin farkında olmayan, her türlü tesire açık kaybedilen bir nesil. Böyle giderse feci sonumuzu hazırlayacak bir nesil!
Hayata Anlam Vermede Dinî Eğitimin Gücü
Hayata anlam verme, insanın temel ihtiyaçlarından birisidir. İnsan içinde yaşadığı evreni, hayatın amacının ne olduğunu, varoluş nedenini, nereden gelip nereye gittiğini, nasıl yaşaması gerektiğini sorgulayıp bunlara tutarlı cevaplar aramaktadır. Nasıl yaşaması konusunda kendisine ahlaki ve manevi bir yol çizemeyen insan kişilik problemleri yaşamaktadır.
İnsanın temel ihtiyaçlarından biri olan hayatı anlamadaki arayışlarına cevap verme ve hayatını şekillendirecek değer yargıları ortaya koyma, bir yol çizme yönüyle din, önemli bir rol üstlenmektedir. Din, ilahi kaynaklı değerler sistemiyle hayatı yorumlayarak insanın zihnini aydınlatır, ruhunu doyurur, insanların hayatını şekillendirir, insanların hayatına yön verecek ahlaki ilkeler ortaya koyarak yaşamalarını sağlar. Allah’a bağlanmakla ve itaat etmekle insan, nefsine ve muhteris isteklerine bir sınır koyarak günah ve kötülükten sakınır. Bu nedenle, yaşanan hayata, insana, düşünceye, ahlaka doğru anlamlar veren, insanın ihtiyaçlarını karşılamada ve toplumun değer yargıları üzerinde yapıcı rolü olan dinin eğitim sistemine rehberlik etmesi icap eder.
Gençlik çağı, kişinin kimliğini ve kişiliğini aradığı bir çağdır. Bu arayış içinde genç etrafındaki her şeyden etkilenir. Bunlar ne kadar vahyi ilkeler doğrultusunda çocuğa aktarılırsa kişilik yapısı o kadar güçlü ve kuvvetli olur. Genç kuşakların “değerler yoksunluğu”, “anlam ve amaç boşluğu” içerisinde bocaladığı bir zamanda “değer odaklı” bir eğitim kaçınılmaz duruma gelmiştir. Modern/seküler kültürün hâkim olduğu şartlar içerisinde bir çocuğun, bir gencin, ahlaken sağlıklı bir kişilik geliştirebilmesi mümkün olmamaktadır. Dindar kimlik-seküler kimlik arasındaki çatışma gençlerimizi ruhi bunalıma sürüklemektedir. Eğitim sistemimizle verilmek istenen, kazandırılmak istenen kültür ile İslâmî kültür ögeleri arasındaki çatışma gençlerimizi zor durumda bırakmaktadır. Çatışmanın olduğu yerde selamet ve güvenlikten söz edilemez. Bu da bizleri kültürel sömürge için potansiyel hâline getirdi.
Bu postmodern dünyada eğitimin amacı, kendi değerlerimizi yeniden üreterek, çocuklarımızın ve gençlerimizin, ruh sağlığı yerinde, kişiliği gelişmiş ve olgunlaşmış bireyler olarak toplumda yerlerini almalarını sağlamak olmalıdır. Kur’ân-ı Kerim’de pek çok peygamberin kıssaları anlatılıyor. Hadis-i şeriflerde ideal insan modelleri tavsif ediliyor. Bu müşahhas davranış kalıpları örnek alınarak eğitimin birinci amacı ahlak ve karakter eğitimi olmalıdır. Hz. İbrahim, birilerini memnun etmek, birtakım alışılmış, dayatılmış anlayışlara, düşüncelere uymak şeklinde hareket etmemiş, sadece Allah memnun olsun diye, anlamadığı, içine yatmadığı şeyler karşısında ikiyüzlü tavır sergilememiş, ikna/mutmain olmak için soru sormuştur. O, daima hakikatin ve hikmetin peşinde olmuştur.
Allah Resûlü (s.), “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.” buyuruyor. Bugün dinî vecibelerini yerine getiren; ama kul hakkı yiyen, yalan söyleyen, devlet malını çalan, ahlaki olmayan davranışlar sergileyen insanlarla/müslümanlarla karşılaşıyoruz. Neden? Çünkü din lafzi tarzda anlaşılıyor ve ruhuna inilmeden yalnız şeklen uygulanıyor. Küreselleşme ile beraber çok kültürlü hâle gelen modern dünyada her şey karmakarışık bir hâl almıştır. Dünyanın telaşı ve ışıltısı içerisinde kişiliği parçalanmış insan, içinde bulunduğu durumun vehâmetini anlama yeteneğini de kaybetmiştir. Ne aradığını bilmiyor; sanki yaşanması gereken buymuş gibi bir aldanış içerisindedir.
Okullarımızda zorunlu olarak okutulan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinde, ahlak öğretiminin ve manevi değerler eğitiminin yeterli şekilde verildiğini söylemek oldukça zordur. İlkokuldan liseye doğru din öğretimine ilginin de azaldığı belirtiliyor. Bu noktada hem derslerin muhtevası hem de hocaların gelişen, değişen şartlara göre bu dersleri çocuklara veriş tarzlarında ve iletişimlerinde problem var. Her türlü kötülüğü yapmaya müsait, kaygan zeminde neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusunda bocalayan gençlik boş, gayesiz, aklını değil sadece hayvanî duygularını kullanır hâle getirilmiştir.
Amaç ve değerler kaybolduğunda yerine başka değerler konulamıyorsa, tüketime dayanan ve bir israf ekonomisi olan vahşi kapitalizm, insanın iliklerine kadar işleyen katı materyalizm, insanı anlam ve amaçtan uzaklaştırıyor. Mülkiyet hakkını sınırsız görüyor ve şahsi menfaatinden, nefsini tatminden başka bir değer tanımayan insanı, bencil bir varlık “homoeconomicus” hâline getiriyor. Mevcut eğitim sistemi gençleri bir kimlik bunalımına sürüklemektedir. Ahlak, din, maneviyat alanında kimliğini arayan gençliğe müfredatı güzel tespit edilmiş doğru bir din eğitiminin, İslâm dininin tam ve gerçek bir eğitim ve öğretiminin verilmesi gerekmektedir.
Madde ilahlaştırılırken mana yok sayılmıştır. Böylece insan yabancılaşma, yalnızlaşma, tatminsizlik, güvensizlik, inançsızlık duygularıyla bir kimlik krizine düşmüştür. Millî ve dinî değer kaybı, yabancılaşmayı, kimliksizliği, dolayısıyla şahsiyetsizliği doğurmakta, arkasından anomi, ümitsizlik, kaygı, yalnızlık, güçsüzlük, duyarsızlık ve benzerleri sökün etmektedir. Değerlerin kaybı, kişiliğin ve benliğin sarsılmasına ve güvensizlik hislerine sebep olmaktadır. Bu durumda kalabalıklar içindeki insan kendini boşlukta ve yalnız hisseder ve yalnızlığını televizyon, sosyal medya ve internet oyunları ile gidermeye çalışır.
Geleceğe emin ve sağlam bir şekilde girmek istiyorsak, bir taraftan ihtiyaçların gerektirdiği standart, klasik, bilimsel öğretim verirken, diğer taraftan insanımıza din, ahlak, gelenek, tarih değerlerini, günah-sevap gibi kavramları vermek mecburiyetindeyiz. Aksi hâlde dünyada hep taklitçi durumda kalır, aşağılık kompleksinden kurtulamazsınız. Gün gelir, “bizden adam çıkmaz” dersiniz. Kişinin artık ahlaklı, dürüst, bilgili olması mümkün olmaz ve her türden kötülük ve olumsuzluğa açık hale gelir, böylece bugünkü yaşadığımız keşmekeşlik devam eder. Çeşitli sıkıntılarla, problemlerle hayatını devam ettiren insanın yaşama direnci kırılmakta, mücadele etmelesi zorlaşmaktadır. Böyle bir durum hayattan zevk alamama, değer kaybı, manevî açlık, başarısızlık, amaçsızlık gibi olumsuz ruh hâllerine yol açmaktadır. Birçok konuda istenilen anlam referanslarına ulaşmanın yolu ise arı duru bir dini eğitimden geçmektedir. Rahmetli Nurettin Topçu’nun Türkiye’nin Maarif Davası kitabındaki veciz ifadesiyle: “Maarif hangi yönde yürürse millet ruhu da onun arkasından gider. Şu hâlde millet maarif demektir.”
Yap-Boz Eğitim Sistemi
Bir ara internette Türk eğitim sistemi ile ilgili bir imaj görmüştüm. Resimde dört gözlü bir set üstü ocak vardı. Ocağın gözlerinden birinde ateş yanıyordu. Ancak tava, yanmayan bir gözün üzerinde duruyordu. Kırılan yumurtanın içi ocak tablası üzerinde, kabukları ise tavanın içinde duruyordu. Yani “neresini düzelteyim” misali traji komik bir görüntü.
Ülkenin eğitim politikalarındaki istikrarsızlık atanan bakanlara da yansımıştır. 19 senede 8 bakan değiştirmiş bir bakanlık. 1923’ten bugüne ortalama 1,5 yılda bir millî eğitim bakanı değişmiş. Her gelen ötekini geliştirecek bir şey yapmak yerine sistemi sil baştan değiştiriyor. Millî Eğitim Bakanlığı, Türkiye’de en çok reform paketi açıklayan bir bakanlık. Her gelen bakan yeni bir reform paketi açıklıyor. Projeler birbirini kovalıyor. Her yeni gelen bakanın ilk işi, kendinden öncekinin yaptığını silmek ve yerine yeni bir sistem yerleştirmeye çalışmak olmuştur. Kendimizi bildik bileli gelen hükûmetler “eğitim reformu” yapar, büyük büyük laflar ederler ama yapılanlar havanda su dövmek misalidir. Nihayetinde deneme tahtası hâline getirilen eğitim sistemi birbirinden kopuk nesiller yetiştirmekte.
Hiçbir öğrencinin başladığı müfredat ve sistemle okulunu bitiremediği Millî Eğitim Bakanlığı’nda bir türlü dikiş tutmuyor. Bakan değiştirmekle eğitim düzelmiyor. Bu düzenlemelerin ne anlama geldiği, ne tür muhtemel sonuçlar doğuracağı, neyin gerekli olduğu veya olmadığı konusunda, ciddi bir zihin karışıklığı vardır. İnsanlar değişmiş, üsluplar değişmiş ama sistem değişmemiştir. Baştan ayağa her yönüyle yeni ve hem millî hem çağın gereklerine uygun bir sistem kurulamamıştır.
Türkiye’de millî eğitimin çocuğun zihnine belirli kalıpları yerleştirmeyi esas alan ideolojisi asla değişmezken, millî eğitim politikalarında bir istikrar ve süreklilik görülmemektedir. Hemen hemen her hükûmet ve Millî Eğitim Bakanı zamanında yeterince etüt edilmeden, önemli ve ani değişikliklere gidilmesi, toplumsal bir mutabakat aranmaksızın, taraflara yeterince danışılmaksızın eğitimin, dolayısıyla öğrencilerin geleceği üzerine oynamak, hem mağduriyetler oluşturmakta hem de halkın eğitim sistemine olan güvenini sarsmaktadır. Yapılan reformların, eğitimin kalitesine artı bir değer getirmediği ve kimseyi memnun etmediği şimdiye kadar ki tecrübelerden görülmüştür. Çünkü eğitime sadece okul, bilgi, öğretmen, öğrenci kavramları çerçevesinden bakılmaktadır.
Eğitimin felsefesi ve nasıl olması gerektiği konusu Türkiye’de esaslı bir zeminde tartışılmamaktadır. Eğer toplumun yapısı bozulmuş ise, ahlaki çürüme ve çözülme tavan yapmış ise, istediğiniz kadar öğrencilere tarihten parlak örnekler verin, istediğiniz kadar hamaset yapın içinde yaşanılan çağın ahlaki sorgulaması yapılmadığı, Türkiye’nin çarpık düzenine topyekûn bir mantıkla bakılmadığı sürece eğitimde arayışlar, değişmeler, tartışmalar daha uzun yıllar sürüp gidecektir!…
Üniversite ve lise hocalarının katıldığı eğitimle ilgili bir toplantıda; bir üniversite hocası lise hocalarına hitaben “Yahu ne biçim öğrenci gönderiyorsunuz, çoğu dökülüyor!” diyerek sitem ediyor. Buna karşılık kürsüye çıkan lise hocası da “bu öğrencileri yetiştiren öğretmenleri de siz gönderiyorsunuz” diye cevap veriyor. Görüldüğü üzere tavuk-yumurta misali sistem bozuk olunca birbirini olumsuz yönde besliyor. Öğretmen düzelmeden insan kalitemiz asla yükselmez. Sistem düzelmeden de öğretmen düzelmez.
Öğretmen meselesi eğitim sistemi içerisinde yer alan en önemli hususlardan biridir. İnanmış, bunu bir yaşam biçimi olarak benimsemiş bireyler yetiştirme sorumluluğu taşıyan hocaların anlayış ve vasıfları, geleceğin yetişkinleri olan öğrencilerin anlayış ve vasıflarının şekillenmesinde büyük rol oynamaktadır. Öğretmenin davranışlarının öğrencilere yansıdığı ve ahlaki model olarak genellikle öğretmenlerin seçildiği öğrenciler üzerinde müşahede edilmiştir. Bu nedenle, eğitimden sorumlu kimselerin öğrencilere örnek olacak söz ve eylemleriyle tutarlı davranışlar sergilemeleri gerekmektedir.
Batı’dan alınıp gövdemize bir kurt gibi sokulmuş mevcut eğitim sistemi kendi iman ve irfan köklerimizden koparıldığı için, “Artık öğretmenlerin gereken saygıyı görmediği, derslerde olması gereken asgari otoriteyi bile kurmakta zorlandığı ve bunda da bazı velilerin çocukları olumsuz yönde teşvik edici tavırlarının payı olduğu bir vaziyet söz konusu. Öğretmenleri şikâyet etmekle tehdit eden öğrenciler ve her gün, her saat bazı veliler tarafından aranarak âdeta hesap sorulan öğretmenlerimiz var.”[2]
Erdemli, bilgili, ahlaklı, idealist gençler yetiştirmek istiyorsak, öğretmen yetiştirme programlarımızı, eğitim anlayışımızı, eğitim metotlarımızı kendi din, kültür ve medeniyet kodlarımızı göz önünde bulundurarak yapılandırmalıyız. Toplum nezdinde saygınlığı olan muallimler yetiştirmeliyiz.
Tek Tipleştirici İdeolojik Eğitim Sistemi
Birbiri ardına yapılan sistem değişiklikleriyle eğitim sisteminde birtakım iyileştirmeler yapıldığı doğrudur. Ama yanılgıya düşmeyelim ki yapılan değişiklikler teknik değişikliklerdir. Toplumun İslâmi hassasiyetlerini tatmin bakımından Kur’ân, Siyer, Din dersi, Osmanlıca dersi gibi göstermelik bazı dersler müfredata konulmuştur. Ama resmî ideolojinin meşhur 1739 numaralı Millî Eğitim Temel Kanunu ile zapt altına alınan millî eğitimin amaçları değişmiyor.
Kemalist/seküler dayatma varlığını tavizsiz bir şekilde sürdürüyor. Yani öz değişmiyor, sabit kalıyor. Zaten bu derslerin öğrencilerin İslâm dini hakkında genel bilgiler edinmeleri için konulduğu, kitapların yalnızca bilgi amaçlı hazırlandığı, İslâm dinini benimseme ve yaşamaya yönelik nitelikte olmadığı tespit edilmiştir. Bu derslerde öğretilen bilgilerin hayata aktarılması noktasında yeterlilik açısından bazı sorunların olduğu görülmektedir.
Millî Eğitim Temel Kanunu incelendiğinde eğitimin birinci amacının; Atatürk inkılap ve ilkelerine ve Atatürk milliyetçiliğine bağlı, demokratik, laik ve sosyal devletine karşı görev ve sorumluluklarını yerine getiren bir yurttaş yetiştirmek olduğu görülmektedir. Bu ülkede ilkokula başlayan çocuklar daha okuma yazma öğrenmeden Mustafa Kemal’in ilke ve inkılapları öğretilmektedir. Bu defa işi daha ileri bir boyuta taşıdılar.
2019 yılında çeşitli okullardaki 10 Kasım törenlerinde secdeli “Ata Ayini” görüntüleri sosyal medyaya yansıdı. Görüntüler tam bir akıl tutulması, laik yobazlığın tavan yapmasıydı. Çocuklarımızı Kemalist paganizmin köleleri yapma girişimiydi. Çağdaşlık ve muasır medeniyet hedeflerinden bahsedenler, cahiliye dönemi adetleri ile Allah’a şirk koşma girişiminde bulunma cüretini gösterdiler. Sadece Allah’ın huzurunda eğilmesi gereken başlar bir liderin ilahlaştırılması ile laikçi düzenin kulları hâline getirilmektedir. Yaşananlar laikçi sistemin müfredatıyla bir arpa boyu yol alınamadığını göstermektedir.
Eğitim kurumu devletin ideolojik olarak konumlandırılmış bir kurumu olduğundan, öğretim müfredatı, Kemalist ideolojik muhtevayı zihinlere yüklemeye devam ediyor. Okulların duvarları neredeyse boşluk kalmayacak şekilde ulusalcı ve seküler kutsallara ilişkin malzemelerle dolduruluyor. Atatürkçülük konuları, 16 Eylül 2017’de Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikle öğretmenler kurulu ve eğitimi kurumu zümre toplantılarının gündeminden çıkarılmıştı. Buna karşılık Eğitim-İş, Danıştay 8. Daire’de açtığı davayı kazandı.
Anayasa ve Millî Eğitim Temel Kanunu’na dayanan Danıştay kararında şu ifadeler yer aldı: “Türk devletini ve milletini ebediyete kadar yaşatacak, çağdaş uygarlığın ve medeniyetin ortağı ve öncüsü yapacak Türk milletinin bütün fertlerinin Atatürk inkılap ve ilkelerine bağlı olarak yetiştirilmesi millî eğitim sistemimizin temel amacıdır.” Millî Eğitim Bakanlığı 1 Eylül 2018’de Resmî Gazete’de yayımlanan yönetmelik değişiklikleri ile Ortaöğretim Kurumları Yönetmeliği’ne Atatürkçülük konularını, Sosyal Etkinlikler Yönetmeliği’nde yer alan belirli gün ve haftalar çizelgesine de millî bayramları ekledi. Müesses nizam halka şunu söylüyor: “Siz neyi seçerseniz seçin, resmî ideoloji yerli yerindedir. Kültürel alanda ve eğitimde tek parti ideolojisini değiştiremezsiniz. Değirmenler bizim. Sizin iktidarınız bizim değirmenlerimizi işletmekle mükelleftir.”
Kuru bilginin ötesinde iman, ilim, hilm, hürmet, mahabbet, edep ve güzel ahlak gibi haslet ve meziyetleri ifade eden maarif yerine, nesebi belirsiz bir öğretim ile nesillerin kafasına gerekli gereksiz her türlü bilgiyi boca ettiler. Her şeyi yarım yamalak bilen ama kendini bilemeyen, milletini, kültürünü, dinini bilemeyen, kimliksiz, kişiliksiz bir nesil yetiştirdiler.
Dili bozdular. Dünyanın hiçbir yerinde bir dil bu kadar değişikliğe maruz kalmamıştır. Dilin oturmadığı bir ülkede ne düşünce olur ne eğitim. Dilde mutabakat olmayınca düşüncede, fikirde, bilgide mutabakat olmaz. Kısaca ülkede birlik olmaz. Harf inkılabı, kültür devrimleri, eğitim reformları vasıtasıyla toplumun İslâm, bilim, düşünce, kültür birikimiyle temasını kopardılar. Eğitimde kendi klasiklerini tanımayan, okuyamayan köksüz bir nesil ve toplum ortaya çıktı. Bizim okullarda Batı, ulaşılması gereken “muasır medeniyet” diye okutulurken, Batı bizi ezeli rakip olarak çocuklarına “ezeli düşman” olarak anlatmaya devam etti. Müslüman zihinler o kadar çökmüş ki izzeti ve şerefi İslâm’da aramak yerine, bize zulümden başka bir şey getirmemiş Batı toplumunu hâlâ kurtarıcı olarak görmeye devam edilmektedir.
Eğitimin esas meselesi, sayısal değil felsefidir. İlkokuldan başlayarak yüksekokul eğitimine kadar karşılaştığımız en ciddi problem “tek tipleştirici” eğitimdir. Sistemin tasavvurunda bir problem varsa siz ne yaparsanız yapın sonuç alamazsınız. Bu ülkenin çocuğu, rejimin dayattığı “kurucu değerlerimiz” adına deli gömleği misali bir pakete göre eğitim görüyor. Çocuklarımız tek bir kişiyi ilahlaştıran, başarı ve galibiyeti bir kişiye mal eden ders kitaplarını metazori okumak mecburiyetindedir. Herhangi bir konuda ilerlemek, derinleşmek istiyorsa hayır deniyor, ona önce müfredat denilen zorunlu dersler dayatılıyor. Çocukların ufkunu daraltan, onları kalıplara sokan, belirli tanımlarla sınırlayan, sıkıştıran tektipleştirici bir anlayış hâkimdir.
Türkiye’de uygulanan modern/seküler eğitim, yeni bir ahlak düzeninin inşası hususunda başarısız olmuştur. Çünkü insan ruhu (duygusal boyut) ihmal edilmiş, bilgi yüklemesi yapılırken ahlak, ruh ve duygu gelişimi üzerinde aynı önem derecesinde durulmamıştır. Eğitim değil, sadece öğretim yapılmıştır. Ödül ve cezanın ön planda olduğu okullarda öğrenciler hammadde, öğretmenler ise işçi gibi görülmüştür. Nasıl ki fabrikada üretim sonunda tek tip ürün elde ediliyorsa, okul sonunda da tek tip ürün (öğrenci) elde edilmeye, merkezi bir komutla standart insanlar yetiştirmeye çalışılmaktadır. Bu sistemin gerisi öyle boş, öyle tamtakır, öyle felsefeden yoksun, öyle başıboş, öyle amaçsız, ilkesiz, işlevsiz ki meseleye biraz yakından baktığınızda içiniz parça parça olur. Geriden baktığınızda bacası tüten, içine işçilerin girip çıktığı, dışarıdan makine seslerinin işitildiği ama ortaya hiçbir mamul koyamayan, ortaya koyulan mamulün de çarık çürük olduğu, aralarından iyilerin tesadüfen ortaya çıktığı bir fabrikaya benziyor okullarımız.
Türkiye’de rejime bağlılık esastır ve bu birtakım koruma kanunlarıyla sağlanmaktadır. Eğitim de kişisel-manevi gelişim unsuru olmaktan ziyade rejime iyi vatandaş yetiştirmek için kurgulanmıştır. Devletin anayasasında, belli bir dünya görüşüne ve belli ilkelere uymak olmazsa olmaz şartlardandır. Bu ideolojik yönüyle devlet, “yanlı” bir devlettir. Böyle bir devlette beyin özgürlüğü baskı altında olduğu için okullardan da sorgulamayan, eleştirmeyen, tepki göstermeyen robotik nesiller yetişmektedir.
Bizim mahallenin çocuklarının kurduğu muhafazakâr demokrat iktidar, maalesef henüz tüm eğitim müfredatını kapsayacak yeni bir anlatı ortaya koyamamış, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendi ifadesiyle “kültürel iktidar” olamamışlardır.[3] Ders kitaplarının ücretsiz dağıtımından tutun da binlerce yeni dersliklerin açılmasına kadar fiziki şartlar konusunda hiçbir dönemde yapılmayan gelişmeler yaşanmıştır. Fakat ders müfredatının, özgür düşünce, olaylara merhamet, sevgi, saygı, adalet penceresinden bakma kabiliyeti kazandırma ve ahlak eğitimi konularında ne yazık ki aynı başarı gösterilememiştir. Okulların daha çok teorik, bilgi aktarma ve yükleme işlevi gören yerler oldukları görülmektedir.
Okullaşma oranlarının yükseltilmesi, okul, derslik ve öğretmen problemlerinin çözülmesi şeklindeki altyapı konularında önemli ilerlemeler sağlanmasına karşılık eğitim sisteminin kalitesi ve kültürel dönüşüm bakımından yeterli olmadığı görülmektedir. Başarıyı rakamlarda, istatistiklerde aramak bireyi değiştirip olgunlaştıramamakta, fiziki şartlardaki iyileştirmeler istenen insan profilini ortaya çıkartamamaktadır.
Türkiye’de bir asırdır hakikati gasp eden bir merkezî dayatmanın tepeden inme bir anlayışla uyguladığı pozitivist/modern/seküler eğitim sistemi, çocuklarımıza bir ruh, bir medeniyet bilinci ve özgüven duygusu kazandıramamıştır. Aksine bu toplumu ayakta tutacak, nesilden nesile aktarılacak değerleri yok etmiştir. Bu millet tarihinde hiç görmediği şekilde “eğitim” denen aygıtla kanırtıla kanırtıla, kanatıla kanatıla eğilip bükülmüştür. Oysa kendimizi inkâr ederek geleceğe emin adımlarla yürüyebilmemiz mümkün değildir. Tarihte bunun örneği yoktur. İşte bu nedenle duvara tosladık. Nitekim bundan önceki Millî Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, eğitimin “yoğun bakım”da olduğunu söylüyordu.
Kültürel İnkâr Süreci ve Materyalist Eğitim
Fen bilimleri, hayat bilgisi, biyoloji, kimya, fizik, matematik, geometri, astronomi gibi derslerde ateist bir dünya görüşü öğretiliyor. Millî eğitime teslim ettiğimiz bu milletin saf ve tertemiz evlatları yıllar sonra ateist ve deist olarak karşımıza çıkıyor. Millî ve manevi değerleri bir kenara iterek sadece maddi eğitimle ancak bu kadar olur. Daha ziyade eğitimli insanların yurt dışında yaşamak için can atması bu eğitimin sonucudur.
“Pozitivist, sadece olgusal bilgi ve bilim anlayışının etkisinde şekillenen modern eğitim bireyi daha çok bilişsel ve mekanik yönden ele aldığından dolayı ondaki vicdani, ruhi ve manevi boyutu ihmal etmektedir. Böyle bir eğitim sistemi içinde yetişen bireyler karşısındaki insanları da mekanik, duygu boyutu olmayan varlıklar olarak algıladığı için onlara kolayca zarar verebilir hâle gelmiştir. Modern anlamda okul eğitimi temelde bilgi ve beceriyi esas alan bir insan yetiştirme düzeni öngörmektedir. Bu anlayış, yetiştirdiği bireylerin olumlu karakter özellikleri kazanıp kazanmaması ile fazla ilgilenmemekte, başarı ve ilerlemeyi temel ideoloji olarak kabul etmektedir.”
“Türkiye, Batılılar tarafından dışarıdan fiilen sömürgeleştirilemedi ama içeriden zihnen sömürgeleştirildi. Bu kendi kendini sömürgeleştirme traji-komedisi, en kalıcı ve yıkıcı tezahürlerini eğitim alanında gösterdi: Batıcı, seküler, sömürgeci pozitivist bir eğitim sistemi dayatıldı topluma tepeden Jakoben yöntemlerle: Tek-tip adam yetiştirme projesiydi bu. Bir toplumun eğitim sistemi, o toplumun medeniyet birikiminin, ruhunun ve iddialarının ürünü olarak inşa edilmezse, toplumun mezarını kazmaktan başka bir işe yaramaz. Türkiye’de yapılan tam da bu oldu. Batı hayranı seküler insan tipi, medeniyet dinamiklerimizi dinamitleyen, ruh köklerimizi yok eden, ezberci, yetenek öğüten, Batı’ya karşı aşağılık kompleksinin eşiğine sürükleyen üçüncü sınıf pozitivist bir eğitim sistemiyle “inşa edilmeye” çalışıldı. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ifadesiyle bu bir ‘kültürel inkâr’ süreciydi.”[4]
Üniversiteler âdeta bir ideolojik eğitim kampıdır. Hangi bilim dalı olursa olsun, ipin ucu “mutlak hakikat” yerine putlaşmış ideolojilere götürülmektedir.
Türkiye’de İlk Yıktıkları Kale Eğitimdir
İyi yetişmiş insanlar güçlü bir millet oluşturur. Kendi kültürüne uygun insan yetiştiren toplumlar güçlü devlet olurlar. Eğitim, tarih boyunca siyasi, ekonomik, kültürel ve ahlaki değişimleri büyük ölçüde etkilemiştir. O nedenle, emperyalistler öncelikle milletin bekası açısından can damarı olan eğitime saldırır ve o kaleyi yıkarlar. Çünkü ancak eğitimle bir ülkenin zihnini esir alabilirsiniz. Bir nesli ancak eğitimle yozlaştırabilir, bilinçaltını şekillendirir, zihinlerini uyuşturup köleleştirilebilirsiniz. Bunlardan biri 27 Aralık 1949’da Türkiye ve ABD hükûmetleri arasında imzalanan, millî eğitim sistemini altüst eden, Türkiye’yi parçalayacak alt yapıyı oluşturan bir antlaşma olan Fulbright Antlaşması’dır. Truman doktrini ve Marshall planı çerçevesinde Türkiye’ye verilen paraların diyeti olarak Türk Millî Eğitimi ABD’ye teslim edilmiştir.
Antlaşmanın 5. maddesi, Türkiye’de Birleşik Devletler Eğitim komisyonunun kuruluşunu belirlemektedir. “Komisyon; dördü Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, dördü de ABD vatandaşı (ki ikisi mutlak CIA ajanı) olmak üzere sekiz üyeden oluşacaktır. ABD’nin Türkiye’deki diplomatik misyon şefi (yani Amerikan Büyük Elçisi), komisyonun fahri başkanı olacak ve komisyonda oyların eşit olması hâlinde kararı komisyon başkanı verecektir.
Bu komisyon, Türkiye’den devşirilen Amerikan yanlısı kadroların eğitilme biçimini tespit edecek ve bu iş için gerekli giderleri karşılama yöntemlerini belirleyecektir. Belirlemeler aynı zamanda, Amerika’nın Türkiye’ye göndereceği uzman, araştırmacı, öğretim üyesi adı altındaki personel için de yapılacaktır. ABD’yle “iş birliği yapacak, geleceğin “Türk” yöneticilerini yetiştirmek üzere, Amerika’ya götürülecek Türk öğrenci, öğretim üyesi ve kamu görevlilerinin konumları da bu antlaşmayla belirlenmektedir.
Bu antlaşmada, ayrıca Millî Eğitim Bakanlığı’nda çalışmalarını “etkin” bir biçimde sürdüren, personel politikalarından ders programlarına, pek çok konuda stratejik kararlar önerebilen, “Millî Eğitimi Geliştirme” adlı bir komisyonda yer almaktadır. 1994 yılında 60 personeli olan bu komisyonda çalışanların üçte ikisi Amerikalıydı. Bu komisyonun görevi, Türk çocuklarının ilk, orta ve lisede okuyacağı derslerin müfredatını yani programını belirlemekti.
70 yıldır ABD Büyükelçilerinin müfredatta ve eğitim politikalarında etkin rol oynadığı bu antlaşmayla eğitim sistemimiz Amerikan kültürüne hizmet etmektedir. Fulbright’ın ülkemizden sadece 2008, 2009 ve 2010 yıllarında geleceğin liderleri olarak yetiştirilmek üzere seçtiği 100’den fazla isim yer almaktadır.[5]
Bu milletin çocuklarını İslâm’dan uzaklaştırmada batının ilk planı, ulusalcı ve laik bir eğitim sistemi kurarak, harf devrimi gibi kültürel soykırımlar yaparak Kur’ân-ı Kerim ve yerel dil arasındaki bağlantıyı koparmak oldu. Böylece toplum ile İslâm’ı anlamanın arasına, asırların birikimiyle oluşmuş bir kültür ve medeniyet değerlerinin arasına bir perde çektiler. Batı tarzı aldığımız eğitim sayesinde yıllarca kendi kültürümüzden uzak kaldığımız gibi ecdadımızın hayat tarzından da nefret ettirildik. Şapka giymeyi, tesettürü yasaklamayı medeniyet diye gösterdiler.
Batı fiziki işgali bıraktı ama beyinleri esir alan, ilahi olandan koparılmış, din, ahlak ve kişiliği katleden, onlara karşı aşağılık duygusu aşılayan bir eğitimi miras bırakarak gitti.
Eğitim Sistemimizin Hedefi, Vizyonu ve Misyonu Var mıdır?
Millî eğitim sistemiz hangi değerler sistemine dayanmaktadır? Türk eğitim sistemi nasıl bir insan yetiştirmeyi hedeflemektedir? Hedefi, vizyonu ve misyonu toplumun inanç ve değerleriyle örtüşmeyen mevcut eğitim sisteminin yetiştirdiği insan kalitesi ortadadır. TÜİK’in Kasım 2020’de yayınladığı en güncel 2019’a verilerine göre Türkiye’de fuhuş, cinsel istismar, uyuşturucu, gasp, cinayet, hırsızlık, şiddet vb. suçlarda geçmiş dönemlere göre artış olduğu görülmektedir. Aynı verilere göre kişilerin eğitim seviyesi yükseldikçe suç işleme oranın düştüğü anlaşılmaktadır. Demek ki, suç oranları arttığına göre Türkiye’de eğitim seviyesi yükselmemektedir.
Ta baştan gömleğin düğmesi yanlış iliklendiğinden dolayı millî eğitim sisteminin kafası, amaç ve ilkelerinin nasıl bir insan, nasıl bir toplum ve nasıl bir ülke istediği konusunda karışıktır. Yerli ve millî net bir hedef ve strateji yokluğu dolayısıyla, eğitim bürokrasisi günü kurtarmaya çalışmakta, ne aradığını bilmemektedir. Dünyanın en dinamik gençliğine sahip olan Türkiye’de gençleri hedefsiz, ütopyasız bırakmanın bedeli maalesef ağır olmuştur. Başıbozukluk ve yetersiz eğitim çocuklarımızda doyumsuzluğa, bunun sonucunda şiddete yönelmeye sebep olmuştur. Birbirinin gırtlağını sıkan, birbirini bıçaklayan gençler neden bu kadar gergin ve acımasız.
Çocuklarımızı adam olsun diye gönderdiğimiz okullardan bu kadar ruh hâli bozuk insan nasıl çıkabiliyor? Televizyonda (NTV- 2006) şiddet üzerine yapılan bir tartışmada Özcan Köknel nüfusumuzun %60 oranında ruh sağlığı sorunu bulunduğunu belirtmişti. “Günümüz toplumlarında çocuk ve gençler giderek daha fazla oranda şiddet, sosyal problemler ve saygı yoksunluğundan etkilenmektedir. Gençler arasında saldırganlık, hırsızlık, otoriteye saygısızlık, akranlarına karşı gaddarlık, önyargı, kötü dil/argo kullanımı, erken cinsel gelişme ve cinselliğin kötüye kullanımı, ben merkezlilikteki artış ve toplumsal sorumluluktaki düşüş, alkol ve uyuşturucu gibi kendine zarar verici davranışlardaki artışlar dikkat çekmektedir.”[6]
Millî eğitim sisteminin temel sorunları olan fırsat eşitsizliği, bölgeler arasındaki dengesizlikler, standart ve kalite farklılığı, ekonomik ve kültürel imkânları daha fazla olan ailelerin çocuklarının daha avantajlı durumda olması, toplumsal tabakalaşmayı ve eğitimde eşitsizliği derinleştirmektedir.
Erken yaşlarda başlayan sınav odaklı eğitim anlayışı çocukların okul dışı kaynaklara yönelimini artmıştır. Bu sınav odaklı ucube eğitim sistemi çocuklarımızı esir almış, tüm değerlerimizi alıp götürmüştür. Sınav bir amaç hâline getirildi. Son on yıldaki yükseköğretime giriş sınav verileri, liseyi bitiren gençlerin temel bilgi ve becerileri elde etmeden sistemden mezun olduğunu göstermektedir. TYT, AYT sınav performanslarına bakıldığında, sonuçların iç açıcı olmadığı, başta matematik ve fen bilimleri olmak üzere genel olarak tüm testlerde başarı oranı oldukça düşüktür. Hiçbir şey öğrenmeden mezun ettiğimiz çocuklardan binlercesi üniversite sınavlarında sıfır çekiyor.
Sistem o kadar kötü ki hiçbir becerisi ve yetkinliği olmayan, aynı dersleri aynı şekilde ezberlemiş yüzbinlerce genç, bugün ülkemizde vasıfsız eleman kategorisinde değerlendirildiği için iş bulmakta güçlük çekmektedir. Her 100 gençten 27’si bu durumdadır. Artık beklemekten usanmış, küskün ve kırgın gençler ülkemiz için önemli bir sorun oluşturmaktadır. Bir taraftan da sanayi kalifiye eleman bulmakta güçlük çekmektedir. Okullarda öğretilen bilgilerin temel amacı sınavdan geçer not almaya yöneliktir. Türkiye’de millî eğitim, sadece diplomalı okuryazarlığı çoğaltıyor, bilgi hamalı üretiyor. İnsanların hayatını, geleceğini ilgilendiren bir konuyu bir sınava bağlarsanız, çocukları kabiliyetlerine göre tasnif edip ona göre eğitmezseniz, konuyu tercihlere bırakırsanız, sadece diploma odaklı sisteme mahkûm ederseniz işte sonuç böyle olur.
Öncelikle Bir Zihniyet Devrimi Gerekmektedir
Bu “eğitim sistemi” çeşitli ülkelerden alınan parça pürtük yamalı bohça reformlarla düzelmez. Köklü bir değişim gerekiyor. Yaşadığımız dünyaya, içinde bulunduğumuz sisteme şuurlu bir Müslüman olarak direnmenin zamanı gelmiştir. İnanç, kültür ve medeniyet değerlerini benimsemiş bir nesil isteniyorsa, bunun için önce eğitim sisteminden başlanılması gerekmektedir. Eğitim sistemindeki kalite sorunu yanında, esas sorun eğitimin muhtevası ve üzerine oturduğu değerler ve düşünce sistemidir.
Eğitim ve öğretimin amacı, kendi ilim ve düşünce geleneğimiz, kendi kültürümüz ve tarihsel tecrübemiz istikametinde hem kendi milleti hem insanlık için dünyaya söyleyecek sözü olan, yüksek ideal ve inançlara sahip, önder, örnek insanı ortaya çıkarmak olmalıdır. Nurettin Topçu “Bize bir insan mektebi lazım. Bir mektep ki bizi kendi ruhumuza kavuştursun; her hareketimizin ahlaki değeri olduğunu tanıtsın; hayâya hayran gönüller, insanlığı seven temiz yürekler yetiştirsin; her ferdimizi milletimizin tarihi içinde aratsın; vicdanlarımıza her an Allah’ın huzurunda yaşamayı öğretsin.” der.
Kur’ân’ı hayatlarına uygulayan müslümanlar tarihte benzeri görülmemiş bir inkılap gerçekleştirdiler. Müslümanlar, İslâm ahlakının pratik örneği olan Resûlüllah (s.)’i takip ederek örnek bir ahlak toplumu hâline gelmişlerdir. Peygamberimiz (s.) kısa sürede cahil, vahşi, kaba ve zalim bir topluluğu bilgili, medeni, adaletli, nazik, merhametli bir toplum hâline getirdi. Sahabenin İslâm öncesi ve sonrası hayatı incelendiğinde İslâm ahlakının onlar üzerinde nasıl bir değişiklik meydana getirdiği bilinmektedir. Bu sebeple, çocukların ve gençlerin Peygamberimiz’i bir model olarak görmelerini sağlayacak stratejiler geliştirmeye şiddetle ihtiyaç vardır. Kendi medeniyet dinamiklerimizden yola çıkarak çağımızda önümüzü açacak tevhidi bir eğitim modeli oluşturma, ahlaklı bir nesil yetiştirme bizi bekliyor.
[1] Tirmizî, Birr, 33; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV,77
[2]https://www.aksam.com.tr/yazarlar/oguzhan-bilgin/ogretmenler-kimsenin-samar-oglani-degildir/haber-1202294
[3] 28 Mayıs 2017 İstanbul Ensar Vakfı’nın 38. Genel Kurulu
[4] Yusuf Kaplan “Eğitimde, Ava Giderken Avlanmak”, Yeni Şafak, 5 Kas 2018.
[5] http://www.milatgazetesi.com/egitim/egitimi-ciaya-baglayan-anlasmaya-derhal-son-verilmelidir-h124350.html
[6] Rıdvan Demir, “Modern Toplumda Ahlaki Değişim ve Ahlak Eğitimi”, Modernleşme Sürecinde Müslümanlar, Ed. Necmettin Çalışkan, 2018, s.317.