Dolara Değil Vicdan Yoksunlarına Endekslenmiş Fiyatlar / Metin ALPASLAN

Fikir
Metin Alpaslan , Umran dergisinin 2022 Ocak sayısında ”EKONOMİK KRİZ VE AHLAKİ EROZYON – Bir Sistem Değişikliğine İhtiyaç Var –” başlıklı bir yazı kaleme aldı. EKONOMİK KRİZ VE AHLAKİ EROZYON &#...
EMOJİLE

Metin Alpaslan , Umran dergisinin 2022 Ocak sayısında ”EKONOMİK KRİZ VE AHLAKİ EROZYON – Bir Sistem Değişikliğine İhtiyaç Var –” başlıklı bir yazı kaleme aldı.

EKONOMİK KRİZ VE AHLAKİ EROZYON

– Bir Sistem Değişikliğine İhtiyaç Var –

Dünyanın önde gelen ekonomileri şu sıralarda daha önce hiç karşılaşmadıkları sorunlarla baş etmeye çalışıyorlar. Zor bir dönemden geçen ülkeler, çıkış yolları arıyorlar. Bazı ülkelerde benzin kuyrukları oluşmakta, büyük marketlerin rafları boşalmakta, mal tedarikinde zorlanıldığı görülmektedir. Ekonomileri kırılgan, sanayi ve teknolojileri daha az gelişmiş ülkeler bu süreçte daha çok güçlükler yaşıyorlar. Kuraklık, petrol, gaz ve elektrik gibi enerji fiyatlarındaki yükseliş, ekonominin açılmasıyla artan talep, arz ve tedarik sorunları ülkelerde enflasyonu yükseltmeye devam ediyor.

Enflasyon, Euro Bölgesi’nde Kasım’da yüzde 4,9 ile 1991’den bu yana en yüksek seviyeyi gördü. Almanya’da yıllık enflasyon, enerji fiyatları ve salgının etkisiyle Kasım ayında yüzde 5,2’ye yükselerek son 29 yılın en yüksek seviyesine ulaştı. ABD’de Kasım ayına ilişkin enflasyon verilerine göre yıllık enflasyon yüzde 6,8 oldu. Bu rakam, ülkede 1982’den bu yana kayda geçen en yüksek enflasyon oranı oldu.

Gelir dağılımında küresel eşitsizlik zirve yapmış durumdadır. Paris merkezli Inequality Lab tarafından yayımlanan Dünya Eşitsizlik Raporu’na göre[2], küresel milyarder sayısı 2021’de rekor kırdı. Milyarderlerin toplam serveti bir yıl öncesine göre yüzde 75 arttı. Rapor; “Covid-19 krizi, çok zenginler ile nüfusun geri kalanı arasındaki eşitsizlikleri derinleştirdi.” diyor. Dünyada en tepedeki yüzde 1, 1990’dan bu yana biriken tüm ek servetin yüzde 38’ini; en alttaki yüzde 50 ise bu birikimin sadece yüzde 2’sini aldı. Ülkeler arasındaki uçurum da giderek açılmaktadır. Dünyanın en zengin yüzde 10 ülkesi küresel toplam gelirin yüzde 52’sini kazanıyorken, en yoksul yüzde 50 ise bu gelirin sadece yüzde 8’ini kazanabiliyor. En zengin yüzde 10 yıllık ortalama 122 bin 100 dolar kazanırken, en yoksul yüzde 50 ortalama 3 bin 920 dolar kazanıyor.

Rapor, özel sektör zenginleşirken hükûmetlerin fakirleştiğini belirtiyor. Zengin ülkelerde kamu kurumlarının elindeki servetin payının sıfıra yakın veya negatif olduğunun altını çiziyor. Başka bir ifadeyle bu ülkelerde servetin tamamı özel aktörler tarafından kontrol ediliyor. Özel servetteki artış da ülkeler içinde ve dünya düzeyinde eşit bir durumda değil. Küresel milyonerler son birkaç yılda küresel servetin büyük payını orantısız bir şekilde ele geçirdiler.

İngiltere merkezli uluslararası yardım kuruluşu Oxfam, dünyanın en zengin 2 bin 153 kişinin elinde bulunan servetin, 4,6 milyar kişinin toplam servetinden fazla olduğunu belirtiyor. Dünya servetinin yüzde 60’ı 2 bin 153 kişinin elinde bulunuyor. Dünyadaki en zengin 42 kişinin mal varlığı, dünya nüfusunun yarısına tekabül eden 3,7 milyar insana eşittir.

Türkiye’deki Durum

Son zamanlarda Türkiye ekonomisinin yaşamaya başladığı ciddi bir buhran söz konusu. Son iki yıl içinde üç T.C. Merkez Bankası (TCMB) Başkanı, iki Hazine ve Maliye Bakanı değişti. Türk lirasının sert bir şekilde değer kaybetmesi herkesi tedirgin etti. Yaşananlar gündelik hayatı olumsuz yönde etkiledi. Naci Ağbal’ın 20 Mart 2021 tarihinde TCMB Başkanlığı görevinden alınmasından bu yana TL’nin değer kaybının ve piyasalardaki volatilitenin önüne geçilemedi. TCMB, dünya teamüllerinde görülmemiş bir şekilde, 6 ay içerisinde 3 defa enflasyon hedefini değiştirdi. Naci Ağbal, atacağı adımları önceden net, tereddüde yer bırakmaksızın, anlaşılır bir şekilde dile getirerek tansiyonu düşürmüş, bir güven oluşturmuştu. Mart ayından bu yana Türkiye’den yabancı sermaye çıkışı hızlandı. Bütçe açığının rezervler ile karşılanması sonucunda rezervler bitince oluşan döviz muhtaçlığı TL’den kaçışı hızlandırdı. Naci Ağbal’ın görevden alınmasında Berat Albayrak zamanında rezervlerde 128 milyar dolarlık kayba neden olan döviz satışlarıyla ilgili inceleme başlatmasının rol oynadığı iddia edilmişti.

TCMB’nin Eylül, Ekim ve Kasım aylarında piyasaların beklentisinin aksine üç ayda toplamda 400 baz puan faiz indirimine gitmesi TL’deki değer kaybını hızlandırdı. Resmî enflasyon yüzde 20’nin üzerinde olmasına rağmen, TCMB’nin faizleri yüzde 14 seviyesine çekmesi, TL üzerindeki baskıyı artırdı. TL’nin yaklaşık iki ay aşırı değer kaybetmesi, analistlerin Türkiye’nin bir kur krizi içinde olduğu yorumunu yapmasına neden oldu. TL’deki bu hızlı değer kaybının ekonomiye olan etkileri ise; enflasyonun artması, alım gücünün düşmesi, ülkenin fakirleşmesi, ekonominin yavaşlaması ve şirketlerin borç krizini tetiklemesi şeklinde tezahür etti. TÜİK yüzde 20 enflasyon açıklarken, bağımsız kuruluşlar yıllık enflasyonu yüzde 44 olarak ifade ediyorlardı. Gıdada ise bu oran daha da yüksekti. Ücretiyle geçinen herkes yılın son aylarında vergi dilimine girdiği için ücretler iyiden iyiye eriyor. Türkiye’de resmî veriler ve hissedilen gerçek enflasyon arasındaki fark arttıkça, halk giderek yoksullaşmakta ve gıdaya erişim ciddi bir mesele hâline gelmektedir.  Gerçek enflasyon yüzde 50’ler civarında ise ve resmî veriler bunu yüzde 21 olarak lanse ediyorsa, aradaki fark kadar sizin gelirinizde erime, diğer adıyla fakirleşme olacaktır. Bugün Türkiye’de hissedilen gerçek gıda enflasyonunun resmî oranın çok üzerinde olduğu biliniyor.

Türkiye’de yaşanan kriz, iç sorunların yanında, aynı zamanda küresel olarak yaşanan sistemik krizin de bir yansımasıdır.  Küresel salgınla birlikte artan lojistik ve enerji maliyetleri, iklim değişikliği sebebiyle azalan verim, yaşanan şiddetli kuraklık tarımsal üretimi vurdu. İklim değişikliği ekseninde her geçen gün tarım ve gıda ürünlerinde artan problemler nedeniyle önümüzdeki günlerin daha iyi olacağına dair bir emare yok. Kuraklık suya dayalı enerji üretimini azalttı. HES’ler doğru dürüst çalışamıyor. Elektrik üretimi kömüre ve daha çok doğal gaza doğru yöneldi. Elektrik ve doğal gaz fiyatları dünyada ve Türkiye’de hızla artıyor.  En son Kasım ayında doğalgaza sanayi için yüzde 48,40, elektrik üretim santralleri için yüzde 46,82 oranında zam yapıldı.

2008 Mortgage krizi sonrasında dünyada para bolluğu olduğu için Türkiye’ye de dışarıdan sıcak para aktı. Dolar bolluğu üzerinden olumlu bir konjonktür yakalandı ve iktidarın başarısında büyük bir rol oynadı. Likidite bolluğunu açık büfe olarak değerlendirirsek, herkes bu büfeye saldırdı. Likidite sarhoşluğu ile herkes obezleşti. O dönemde cari işlemler açığı rekor seviyelere yükselen Türkiye, habire sipariş edip yiyor, hesap ödemek aklına gelmiyordu. Türkiye 2003 yılından 2020 sonuna kadar 611,2 milyar dolar cari açık verdi. Cari açık yurt dışına kaynak çıkışı olduğu için servet kaybı ve yoksullaşma demekti. Bolluk bittikten sonra Türkiye’nin ne pişireceğine dair bir fikri de yoktu. Çünkü bu fonlar, değer üreten yatırımlara harcanmak yerine, birçok sektörde talebi geçici olarak canlandıran ölü müteahhitlik yatırımlarına harcandı. Katma değerli üretime dayalı bir ekonomi geliştirmek yerine inşaat sektörüne, kredileri ve borçları artıran bir modele dönüştü. İnşaat ve gayrimenkul sektörünü büyüten bir ekonomi modeli benimsendi. Ucuz kredi ve borçlanmaya dayanan ekonomik modelin sonucunda imar ve gayrimenkul rantları üzerinden dış finansmana bağlı bir büyüme meydana geldi.

Bu yüzden Türkiye’de üretim hâlen ithalata dayalı bulunmakta, bu da ekonomiyi kurdaki oynaklıklara karşı kırılgan duruma dönüştürmektedir. Özellikle enerjide, gıdada, ara malı ve sermaye mallarında ithalata bağımlı olmamız dolayısıyla dolardaki oynaklık büyük baskı meydana getiriyor. Türkiye’yi işte bu yumuşak karnından vurmaya çalışıyorlar. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu süreç sonunda ülkenin kaynaklarının küresel sermayeye aktarıldığını, ekonominin dışa bağımlı hâle geldiğini itiraf ediyordu.[3] Ne yazık ki teşhiste gecikilmiş, bunun maliyeti ise burnuna kadar borç içinde bir ekonomi, yüksek enflasyon ve yüksek döviz kuru olmuştu. Bizim paramız saçıp savrularak pul edilirken elin parası bir yatırım aracı olmuştu.

Türkiye Planlı Bir Tarım Politikasına Geçmek Zorundadır

Türkiye’nin tarım politikalarındaki plansızlık, yanlış ithalat politikaları, kuraklık ve düşen alım gücü, girdi maliyetleriyle baş edemeyen çiftçiyi üretimden uzaklaştırmaktadır. Son bir yıl içinde altı kat artan gübre fiyatlarını karşılayamayan çiftçinin gübresiz üretim yapması sonucu tarladaki verim azalmakta, dolayısıyla çiftçinin geliri düşmektedir. Çiftçiler sadece gübre fiyatlarından değil, yıldan yıla artan mazot, tohum, elektrik, su ve tarım aleti fiyatlarından da şikâyet ediyorlar. Türkiye’nin tarım üretimi azaldığından, gıda fiyatları artmaktadır. Döviz kuruna bağlı olarak artan tarımsal girdi maliyetleri ve enerji fiyatları temel gıda fiyatlarını uçurmuş vaziyettedir.  Yaz aylarında bile meyve-sebze fiyatları düşmesi gerekirken arttı. Çiftçi yüksek girdilerle elde ettiği ürünü neredeyse aynı fiyattan satıp zarar ettiği için üretimden vazgeçmektedir. SGK verilerine göre, Türkiye’de 2009 yılında 1 milyon 16 bin 692 çiftçi varken, bu sayı 2021’in haziran ayı itibarıyla 541 bin 346’ya düştü.

Kendi çiftçimize yeterli destek vermediğimiz için dolayısıyla karşılığını alamadığı için çiftçi üretimden çekiliyor, buğday ekili alanları azalıyor. Son 10 yıl içerisinde 9 milyon hektar buğday ekili alanın şu an itibariyle 6,8 milyon hektara kadar gerilediği belirtiliyor. Normalde yıllık 20 milyon ton buğday üretimi olan Türkiye’de, bu yıl buğday rekoltesi, yüzde 13 azalarak yıllık 17,5 milyon ton seviyesinde gerçekleşti. Türkiye’nin buğdayda kendi kendine yeterlilik seviyesi yüzde 80’lere doğru iniyor. Un ve ekmeğe yapılan zamların temel nedenlerinden biri, Türkiye’nin bu yılki buğday üretiminin ciddi seviyede azalmış olmasıdır. Bu nedenle ithalat yapmak zorunda kalıyor. Döviz kuruna bağlı olarak buğday fiyatları artıyor.

Küçük çiftçiler artık pazara değil kendi ihtiyacı kadar üretim yapıyor. Türkiye, giderek boşalan köyler ve tarımdan uzaklaşan çiftçiler yüzünden birkaç yıl içerisinde ithalatla bile çözülemeyecek bir gıda kriziyle karşı karşıya kalabilir! Ülkenin nüfus artışı, millî güvenlik, afet gibi muhtemel gelişmeleri dikkate alınarak ürün bazında ihtiyaçlar tespit edilmelidir. Gıda maddelerinin arzıyla talebi arasında ülke ihtiyacını karşılayacak bir denge kurmak gerekiyor. Çiftçinin buna göre üretime yönlendirilmesi gerekmektedir. Türkiye de bazı ürünlerin fazlası varken, bazı ürünlerin sıkıntısı yaşanmaktadır. Bir yıl soğan ve patates çok pahalı ve piyasada bulunmazken, diğer yıl neredeyse alıcı bulamayacak kadar çok üretilmektedir. Çiftçi üretim için fiyata bakmaktadır. İyi kazanacağını anladığı takdirde kimsenin sözüne kulak vermeden ürün tercihini yapmaktadır.

Çiftçiler tarımsal faaliyetlerini finanse etmek için borçlanmakta, belleri bükülmektedir. Geçen yıla göre, banka kredisi kullanma oranı %35’den %49’a, Tarım Kredi Kooperatifi kredisi kullananların oranı %17’den %25’e yükselmiştir. Borcu borçla kapatma ya da sezonu geçmiş ekipmanlarını satarak borçlarını ödeme yoluna gitmektedirler. Kredi borcu olmayan çiftçi yok gibi. BDDK verilerine göre, Temmuz 2021 itibariyle çiftçinin özel ve kamu bankalarına 147 milyar TL borcu var.

Bir ürün piyasada bulunmadığında ve fiyatı arttığında hemen ithalat ile tehdit ediliyor. Yapısal tedbir almak yerine hemen ithalata başvurulması uzun vadede ters bir etkiye sebep olacaktır. Diğer taraftan, fiyatı artan bir ürüne iç piyasada ihtiyaç varken dışarıya ihraç edilmektedir.

Nasıl Büyüdük?

TÜİK verine göre 2021 yılının ikinci çeyreğinde Türkiye ekonomisi bir önceki yılın aynı çeyreğine göre yüzde 21,7 büyüyerek rekor kırdı. Ekonomi büyürken herkesin daha fazla gelir elde etmesi, alım gücünün yükselmesi, bu büyümenin vatandaşa doğrudan yansıması gerekiyordu ama öyle olmadığı pazara marketlere yansıyan zamlarda görülebiliyor. İkinci çeyrek büyümede baz etkisi yüksek oldu. Geçen yılın aynı döneminde küresel salgın nedeniyle her yer kapanınca Türkiye ekonomisi yüzde 10,4 küçülmüştü. Eğer 2020 ikinci çeyreğinde büyüme oranı eksi 10,4 olmayıp da sıfır olsaydı, bu sene ikinci çeyrek büyüme yüzde 9,7 olacaktı. Başka bir ifadeyle istatistiğin illüzyon gücüyle yüzde 21,7 büyüdük.

TÜİK Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması, 2020 verilerine baktığımızda[4]; Türkiye’nin yoksullaştığını ve zengin ile fakir arasındaki farkın açıldığını, gelir dağılımın önemli ölçüde bozulduğunu görüyoruz. Yüksek gelir grubunda olanların gelirden aldıkları payın gittikçe arttığı ama ücretlilerinkinin ciddi şekilde düştüğü görülüyor. Şöyle ki;

1)  Nüfusun en fakir kısmını oluşturan yüzde 20’lik kesimin GSYH’den aldığı pay 2005 yılında yüzde 6,1 iken, 2020 yılında yüzde 5,9’a geriledi. Yani yoksulluk arttı.

2) Nüfusun en zengin yüzde 20’lik kesiminin GSYH’den aldığı pay, 2005 yılında yüzde 44,4 iken, 2020 yılında yüzde 47,5’e yükseldi. Yani zengin daha zengin oldu.

3) Nüfusun en zengin yüzde 20’lik kısmının geliri 2005 yılında en fakir yüzde 20’lik kısmının gelirinin 7,3 katı iken, 2019 yılında 8 katına çıktı. Yani zengin-fakir farkı açıldı.

4) En zengin yüzde 10, tüm gelirin yüzde 54,5’ini alırken, en yoksul yüzde 50’nin payı sadece yüzde 12.

Bir ülkede ekonomide temel amaç; vatandaşın refah içinde yaşamasını sağlamaktır. Vatandaşın refahı ise kişi başı gelirle ölçülür. Bizde kişi başına millî gelir yıllardır artmak bir yana gerileme eğiliminde. Aslında vatandaş kişi başına gelirle pek de ilgilenmez. Onun baktığı, cebine giren paranın iyi bir hayat sürmesine yetip yetmediğidir. Ücretle çalışanların neredeyse yarısının asgari ücretli olduğu bir ülkede refahtan söz edilebilir mi? İşsizlik, enflasyon, faiz oranı ve milli gelir gibi ekonomik göstergelerin esas alınarak hesaplandığı Dünya Sefalet Endeksi’nde Türkiye 156 ülke içinde 41,2 puan ile 21. sırada yer aldı. Avrupa ülkeleri içinde sefalet endeksinin en yüksek olduğu ülke ise ne yazık ki Türkiye’dir.

Normalde bu kadar yüksek büyümenin istihdamda da patlama oluşturması gerekirdi. Ama işsizlik rakamları ortadadır. Olsa olsa, ithalat cenneti hâline getirdiğimiz ülkemize girdi ithal ettiğimiz ülkelerin istihdamını artırmış olabiliriz. Çünkü Türkiye’nin toplam ithalatının yüzde 90’ı ara malı ve sermaye malından oluşmaktadır. Kriz de yaşasak, ihracatı da patlatsak üretmediğimiz takdirde hep aynı seviyede ithalat yapmak zorundayız. İthalata o kadar bağlıyız ki tüketimimiz, yatırımımız, faizimiz ve bütün parasal dengelerimiz ithalata bağlı. Bu ise bir enflasyon problemi olarak sürekli karşımıza çıkmaktadır.

Büyüme kaliteli-nitelikli bir büyüme olmalıdır. Mevcut büyümenin vatandaşın borçlanarak yaptığı tüketim ile gerçekleştiğini biliyoruz. Üretim ile beslenmeyen, katma değeri düşük bir büyüme gerçek ve istikrarlı bir nitelik arz etmiyor. İhraç ettiğimiz ürünleri ithalat yapmadan üretemiyoruz. Türkiye’nin en önemli ihraç kalemi olan otomobilde üretimin üçte ikisi ithal girdiye dayalıdır. İhracatta sorunumuz, yüksek oranda (%70) ithal girdi kullanıyor olmamızdadır. O nedenle büyümemiz gerçek ihracat odaklı bir büyüme değildir. Döviz kuru rekabetçiliği üzerinden ihracat hedefi, özü itibarıyla yoksullaştıran bir büyümedir. Değersiz TL ile iç talebi boğup ihracatı artırmayı hedeflemek, eve aldığınız pastayı çocuklarınızın önünden çekip misafirlere saklamaya benziyor!

Son alınan kararlarla ekonomide Mart 2021’den bu yana yaşanan türbülansta yeni bir eşiğe gelindi. Son aylarda Türkiye ihracatta bir başarı elde etti. Ağustos ayından bu yana yükselme trendinde olan cari fazla veriyoruz. Bu iyi bir gelişme. Bunun önemli sebeplerinden bazıları şunlar: Küresel salgın her yerde ihtiyaçları artırdı. Dünyada talep yükseldi. Türkiye tedarik merkezi olarak öne çıkmaya başladı. Navlun ve kalite avantajından dolayı Çin’in boşluğunu dolduruyoruz. Yokuşu zor da olsa çıkıyoruz. Şimdi sırada o zorlanarak tırmandığımız tepedeki meyveyi yemek var. Ama bunun için dövizin bollaşması, fiyatların gerilemesi gerekiyor. İhracata dayalı gerçek bir büyümenin gerçekleştirilmesi için eğitime, teknolojiye ve sanayiye yatırım yapılması gerekiyor.

Ayrıca, ekonominin sadece ihracata dayalı olması ekonomi için her zaman sağlıklı bir görünüm ortaya çıkarmayabilir. Bir ekonomi ne kadar ihracata ve dış tüketime odaklı olursa, küresel siyasi gelişmelerden o kadar çok etkilenir. Dünya ekonomisindeki gelgitler karşısında bir o kadar kırılgan olur. Çin’in küresel salgından en çok etkilenen ülkelerden biri olmasının en büyük sebeplerinden biri budur. Sadece ihracatı büyütmeye odaklanmak güçlü bir yerel ekonomi oluşturmanın altını oyabilir. Yapılması gereken, artan kur ve enflasyon altında ezilen ülke insanını koruyacak, yoksulluğun önünü kesecek, fiyat istikrarı olan, kapsayıcı, sürdürülebilir ve dengeli bir büyümeyi gerçekleştirmektir. Yani hem pastayı büyütecek hem de adil dağılımını sağlayacak politikalar geliştirilmelidir.

Faize Dayalı Sistem

Kredi temeline ve faize dayalı bir finansal sisteme sahip olan Türkiye’de bir süredir faiz oranlarının seyri ve bunun enflasyon ile döviz kuru üzerindeki etkilerine dair tartışmalar yapılıyor. Ekonomik davranışların ana konusu olan insan unsuru dışlanarak, ekonominin kuralları matematiksel formüllerle belirlenen mekanik bir yapı gibi benimsetiliyor. Bu yapının içinde faizsiz bir ilişki biçiminin sanki imkânsız olduğu ezberletiliyor. Ekonominin teknik kuralları çerçevesinde ne hayırseverliğe bir yer kaldı, ne merhamete, ne fedakârlığa, ne kendisinin yerine başkasını düşünmeye (diğerkâmlığa) yer bırakıldı. Erdemden, ahlaktan, kısacası aslında insandan yoksun bırakılmış, temelinde haksız kazanç yatan vahşi kapitalizm eseri bir ekonomi anlayışı hâkim toplumda.

Eğer faize karşıysak, helalden haramdan, “Nas”tan söz ediyorsak, neden yabancı tefecilere 16 yılda 3 trilyon faiz ödedik? 2022 bütçesinde faiz giderlerine ayrılan para 240 milyar TL. Buna karşılık eğitime ayrılan ödenek 189 milyar, sağlığa ayrılan ödenek ise 116 milyar TL. Faize ayrılan para eğitimden veya sağlıktan daha yüksek. 2022’de bütçe açığının 278,4 milyar TL olarak öngörüldüğü açıklandı. Bu açık nereden karşılanacak. Tabii ki yine yüksek faizlerle borçlanılarak karşılanacak. Kredi kartı faizleriyle insanların kanı emiliyor. Borçlandırılmış milyonlarca üretici, esnaf, emekçi bankaların ve tefecilerin faiz cenderesi altında inliyor. Ekonomi, faiz ve tefecilik üzerinden döner hâle gelmiş.

Faiz yüzde 14’e indirildiği hâlde, neden devlet borcunu ödeyemeyen vatandaştan yıllık %19,2 gecikme faizi alıyor?  Neden yüzde 22 faizle devlet tahvili borçlanması yapıyor?! KYK borcu nedeniyle devlet neden öğrencilerden, hâlâ iş bulamamış mezunlardan faiz alıyor?! Neden faizi külliyen kaldırmak için hiçbir şey yapılmıyor?!…

Kazanç İslâm’da emeğe dayanır. Sermaye ancak emekle birleşirse meşrudur. Paranın para olarak kazanç getirmesi yasaktır. Kapitalist yapının derin etkisi, Müslüman iş adamlarının da iş hayatında kapitalizmin enstrümanlarını kullanmasına sebep oluyor. “Rakiplerimiz büyürken, neden biz yerimizde sayalım?” deyip mezheplerini genişletiyorlar! Hâlbuki İslâm faizi ve fahiş kârı yasaklamıştır. İslâm’da gelir ya bir emek ya da bir risk karşılığında elde edilmelidir. Bu sistemde ise kahir ekseriyet faize çalışıyor. Faiz artık insanların damarlarında akan kan gibi olmuştur. Yaşadığımız her anda faiz ödüyoruz.

Ahlaki Erozyonu Önleyecek Yeni Bir Sistem Gerek

Dolar yükselirken dolarla ilgi olsun olmasın ürünlerine zam üstüne zam yapan firmalar dolar düşerken indirime yanaşmıyorlar. Demek ki fiyatlar dolara değil bu ahlak/vicdan yoksunlarına endekslenmiş. Dolar yükseldikçe iktidar zora giriyor diye sevinen, ülke sıkıntıya girerken coşkuyla göbek atanlar hangi ülkenin ve kimin çocuklarıydı? Bankalardan yüklü TL kredisi çekip Dolar alanlar kimlerdi? Numan Kurtulmuş, “Devletin verdiği Türk Lirası’nı dövize yatırmak ahlaksızlıktır.” demiş. El hak doğru demiş.  Peki, o zaman soralım; vatandaştan köprü, otoyol ve şehir hastanelerinde Türk Lirası tahsil edip, şirketlere dövizle garanti vermek neyin nesidir?

Cumhurbaşkanı Erdoğan, kurdaki artışlar nedeniyle stok yapanları uyararak, “Stokçulara bu ülkeyi mezar edeceğiz.” dedi. Reisin eline diline sağlık, bu konuda arkasındayız. Ancak, uzmanlar, polisiye tedbirlerin enflasyonun “nedenlerine değil sonuçlarına” odaklandığını ve piyasada karaborsa ihtimali doğurduğunu söylüyor. Haksız fiyat artışını önlemek için, önce açgözlülerin bu yola başvurmasına neden olan sebepleri ortadan kaldırmak gerekiyor. Bunu daha tarlada dengelemek gerekirken biz, mal darlığı ya da fiyat artışları ortaya çıktıktan sonra denetime başlıyoruz. İş işten geçmiş oluyor.

Küresel tefecilerin reçetesine uymayacak, faiz soygununa dur diyecek, öz kaynaklarla gelişecek bir ekonomik yapı kurmak gerekiyor. Kamu harcamalarında tasarruf edeceksiniz. Devlet malını har vurup savurmayacak, israftan kaçınacaksınız. Sadece dışarıdan dolar çekmenin peşine düşmekle sorunları çözemeyiz. Türkiye’nin dış kaynağa bağımlılığının çok daha önceden azaltılması gerekiyordu. Alınan tedbirler eğer tek başına bir finansal operasyon olarak kalırsa, yapısal reformlar ile desteklenmezse beklenen netice alınamaz. Tarımda, odaklanılmış sektörlerde, eğitimde üretim bazlı yapısal dönüşümler gerekmektedir.

Tüm sektörel dengelerin faiz esasına dayalı finansal piyasalar lehine çalıştırıldığı bu kısır döngünün, bir gün tıkanma ve patlama noktasına geleceği belliydi. Üretemeyen, paradan para kazanılan bu sistem yerine, reel sektörle bağları güçlü, faiz sömürüsüne dayanmayan bir mali sistemin inşa edilmesi gerekmektedir. Doğal kaynak zengini olmayan ülkemizde sanayi sektörü geliştirilmelidir. 200 milyar dolarlık sanayi hacmi 400 milyar dolarlara çıkarılmalıdır. Türkiye, teknoloji ile sanayiyi bir araya getirmek, bürokrasi sorununu aşmak ve istihdamı artırmak zorundadır.

Türkiye’yi sosyal eşitsizlik alanında Latin Amerika ülkeleri liginden çıkarmak için, gelir dağılımı adaleti konusunda tedbirler alınmalıdır. Aksi hâlde tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de zenginler daha zengin, yoksullar daha yoksul olmaya devam edecektir. Bu çağın mutluları vardır, ne varki onlar milyarlarca insanın yoksulluğu ve mutsuzluğu üzerinden elde ettikleri rant ile semirip beslenmektedirler. Aşırı servet, adil işlemeyen bir ekonomik sistemin emaresidir. İnsanlığın, zengin ve fakir kesimler arasındaki uçurumu kapatacak radikal politikalara, bir sistem değişikliğine ihtiyacı vardır.

[1] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-59564178

[2] https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-59564178

[3] https://www.tccb.gov.tr/haberler/410/133699/cumhurbaskani-erdogan-trt-ortak-yayinina-katildi

[4] https://data.tuik.gov.tr/Bulten/Index?p=Income-and-Living-Conditions-Survey-2020-37404