Doğu’nun modernliği ve özgüven paradoksu

Fikir
Bülent Ecevit Üniversitesi ‘nden  Ali Osman Sezer’in Star Açıkgörüş’te; Karlofça anlaşması sonucu ortaya çıkan özgüven kaybı,doğu- batı ilişkileri,modernleşme çabaları ve  günümüz...
EMOJİLE

Bülent Ecevit Üniversitesi ‘nden  Ali Osman Sezer’in Star Açıkgörüş’te; Karlofça anlaşması sonucu ortaya çıkan özgüven kaybı,doğu- batı ilişkileri,modernleşme çabaları ve  günümüz olaylarını irdelediği yazısı..

Karlofça Antlaşması, Doğu’nun merkez ülkesi Osmanlı’nın Batı’ya karşı ilk toprak kaybı ile birlikte merkezi otoritesinin ve bu merkeze bağlı tüm çevrenin özgüven kaybına yol açan bir süreci de başlatmış oldu. Coğrafi sahipliğe dayalı doğrudan egemenlik gücünün azalması, siyasi ve kültürel egemenlik alanına da sirayet edip Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ideolojisinin şekillenmesinde belirgin bir görünüm kazandı. Osmanlı’nın son dönemlerinden başlayan Batılı gibi olmanın iyi gelen psikolojisi böylece özgüvenin meşruiyeti olarak merkeze alınmış oldu.

Bu süreç Karlofça ile somutlaşan bir başlangıç gibi görünse de aslında gelinen nokta Batı’nın kendi içindeki Hıristiyanlığa evrilmiş Doğu’dan gelene karşı başlattığı ve yönünü İslami Doğu’ya çevirmiş yeni doğan modern algının içeriğini barındırıyor.

Coğrafi keşiflerle sömürgeci bir döneme giren Avrupa kısa süre içinde bu sömürgelerden elde ettiği serveti tarihte eşine rastlanmayacak bir sürede kıtaya yığmıştı bile. 1699’a gelindiğinde Amerika’nın keşfinin üzerinden iki yüz yıl geçmiş, benzer süreç Afrika ve Asya’nın bir kısmında da sürmekteydi. Doğu ile verdiği uzun mücadele sürecinde, savaş gücü gelişmiş olan Batı bu coğrafyalarda savunmasız sayılabilecek toplumlarla mücadelesinde o güne kadar elde edemediği özgüvene de kavuşuyordu.

Bu mücadelede Batı hem o toplumları insanlaştıran hem de sahip olduklarıyla birlikte onlara da sahip çıkan hümanist bir tanrısallığa evrilmenin zevkini tadıyordu. Böyle bir hazzın tadına varıp ondan vazgeçmek ve o güne kadarki sistemin içinde kalmak elbette mümkün olmadı. İşte Batı’yı kendi içinde dönüştürüp meşruiyet anlayışını yeniden inşa eden süreç böylece başladı. Rönesans, Reform, Aydınlanma, Sanayi Devrimiyle başlayan süreçler Batı’nın yeni meşruiyet zeminini, kendini sınırlayan kutsala karşı tahkim ettiği alanlar olarak tüm dünyayı modernleştirmeye odaklanmış olarak devam ediyor. Bundan böyle yeni algının ürettiği dünyanın yeni öznesi ise amaca ulaşmak için hiçbir sınır tanımayan modern insandır. Modernliğin bu makbul insanı Rönesansla yontulmuş, Reformun üflediği ruhla sahip olduğu kadar kutsal kılınıp can verilmiş, Aydınlanma ile sahip olmanın gücü peşinde düşünüp konuşmaya başlamış ve Sanayi Devrimiyle sahaya inmiş, amacına ulaşmak için her yolu mubah kılan bir meşruiyet icat edip, her şeyin ölçüsü benim diyen hümanist bir tanrıdır.  

Kiliseye karşı Makyavel

Makyavelist algıyla maddi zenginliğin üzerinde şekillenen modern inanç önce kendi içinde ve doğudan gelen kutsalın gücüyle girdiği çatışmada kendi kutsallığını da pekiştirebileceği Protestan itikadı tahkim etmiş oldu. Bu açıdan Protestanlığın oluşumu modernlikle paralellik gösterir. Kilisenin gücüne karşı kralı tahkim edecek bir yöntem olarak her yolu mubah sayan Makyavel farkında olmasa da modernliğin ihtiyacı olan kutsalla savaş aracını da icat etmiş oldu. Bu, değerler sistemine bağlı olan ve bu değerlerle kendini sınırlayan ile buna bağlı olmadan amaçlarını değer kılıp onun için her şeyi yapabilecek tarafların mücadelesi olarak devam eden bir sürecin başlangıcıdır.

Hıristiyan inancın insana karşı sorumluluğunu, Amerika ve Afrika yerlilerinin insanlığını tartışma konusu yaparak aşmış bu anlayış bugün de Modern inancın insani sorumluluğuna demokrasi kriteri ile yönelmiş görünüyor. Bugün doğunun demokratikleşemeyeceği tezinin savunuculuğu, aslında onların insanlaşamayacağı, bu yüzden de insana layık olan özeni hak etmeyecekleri fetvasını veren modernizmin rahiplerini oldukça popüler kılmaya yetiyor. Böylece hiç kimsenin insan olarak kalamayacağı bir zemini, insanlığı tartışmaya açıp kendisine benzemeyeni bu çizginin dışına atarak mümkün kılmaya çalışan anlayış aslında kendisinin ne olduğunu çok iyi biliyor. Özünde insan olamamanın bu biliş hali, gücün özgüvenine yaslanmış tüm saldırganlığı ile ötekileştirdiğini insanlık dairesinin dışına iterek var olmaya devam ediyor.

Oysa o gün insanlıkları tartışılan Amerika ve Afrika yerlileri ne kadar insandıysa, bugün demokratik olup olamayacağı üzerinden insan oluşu tartışma konusu yapılan doğunun halkı o kadar demokrat ve insandır. Bugün Orta Doğu’dan yükselen alevler, halktan gelen gerçek demokrasi talebi ile ne oldukları ortaya çıkacak demokrasi tüccarlarının taşıdığı odunlarla yanıyor. Doğunun halkı bugün demokrasi olarak tarifi yapılanın gerçeğini yaklaşık bin beş yüz yıldır çok iyi biliyor. İşte o günden bu güne ona karşı verilen mücadele bu bilineninin açığa çıkmasından duyulan korkudur. Bir toplumun hak bildiği meşruiyet zemininde kendisini gerçekleştirebilmesine dayalı bu algı bu coğrafyanın hakkaniyet algısıdır. Burada zulüm, halkın bu anlayışın dışında kabullenmediği bir meşruiyetin ona dayatılması ile anlam bulur. Bugün Mısır, Suriye ve neredeyse tüm Ortadoğu’da olan biten bunun en açık örneğidir. Ancak batının demokrasi tanrıları, buralara atadıkları rehberlere tutunmadıkça hiç kimseyi demokrat dolayısı ile insan saymayacaklarını her demokratik girişimde tekrar tekrar ifade ediyorlar. Israrla her bölgeye uygun bilimsel çabalarla tanımlanmış bir demokratik çizginin dışına çıkılmasının yakıcı sonuçları lütufla öğretilmiş olduğundan, bu çizginin dışına çıkanlar modernizmin kaderci anlayışında başlarına geleni de hak etmiş oluyor. Yapabilecekleri konusunda kendini sınırlamayan böyle bir varlığın karşısında durabilmek hiç kolay değil.             

Dizayn edici olarak Batı

Batının kendi içindeki, doğudan gelen kutsala karşı açtığı savaş sonucu elde edilmiş bu modern insan modern dünyanın makbul insanı olarak tedavüldedir. Uzun zamandır özgüvenden yoksun, batıyla karşı karşıya kalmış, demokratikleşebilirliği tartışılan doğunun özgüvene hasret talipleri de tedavüle çıkabilmek arzusuyla doğunun kutsallarını eğip büküyor. Sahip oldukları ile birlikte yeni sahiplerinin sahiplik halkasına eklenmiş, Mesih’e imanla elde edilmiş kurtuluş duygusuna benzer özgüvenle, kendini batılı gibi hissederek vecde gelmeyi başarmış olanlar,  Batı’nın yamaçlarından Doğu yakasına seslenip kurtuluşa çağırıyor. Sürekli çatışma alanı olarak dizayn edilen doğu manzarası da bu çağrının gerekçesi ve cazibesini diri tutabiliyor. Bu anlamda özgür bir irade ile empati yapması önerilen Doğulu, çatışmalarla çalkalanan doğulunun yerine kendisini koyduğunda ancak acıma duygusu ile oradan kaçınma refleksi gösterirken batılı ile empati yapıp onun yerine kendisini koyduğunda orada kalmayı tercih eder hale gelmiştir. Kendisini, kendi yerine koyacağı zeminin çatışma alanı olarak ihtimal dışına çıkartılma çabası karşısında Batının empatik üstünlüğü doğuyu, kendini batılı gibi hissetme payesi ile güvende olma umudunun tek seçenekli olasılık hesabına zorluyor.

Doğu ve ‘bataklık’ imgesi

Yaklaşık yüz yıldır merkezini kaybeden doğu, değerleri etrafında yakınlaşma ve yoğunlaşmanın önlenmesi için çatışma rejimleri ile yönetilen bir coğrafya olarak dizayn edilmiştir. Oysa bir merkezin varlığı etrafında birbiri ile anlam bulmuş doğulu tüm bu değerlerin, buradan ayrı ve kendinden başkasını öteleyen bir iddiayla var olabilmeleri mümkün değildir. Çünkü bu değerler, diğerleriyle bir aradaki uyumları ölçüsünde değerler sistemini kurabilir. Yoksa her birinin tek başına kendinden menkul çıkışları bölgedeki çatışmanın yakıtı olmaktan öteye hiç geçememiştir. Tıpkı ayrı ayrı ele alındığında biri yanıcı diğeri patlayıcı olan oksijen ve hidrojenin uyumlu bağ kurması halinde yaşam kaynağı suyu oluşturmaları gibi, Doğunun değerleri de ancak bir arada ideal bir yaşamı gerçekleştirebilir. Ayrıştığında ise bölgeyi ateşe vermekten başka bir işe yaramazlar.

Bir aradaki uyumla bölgenin değerler sistemini oluşturan yapılar, karşı karşıya geldiklerinde her biri kendini inkar eden çatışmaya malzeme olmaktan kurtulamaz. Arap Baharı olarak anılan süreç bölge halkının bu olayların bilincinde olduğunu ve bu durumu ateşleyen kutup başlarını yerinden söküp normalleşmeyi istediklerini gösterdi. Ancak bir kısmı sökülse de bu düzeneği kuranlar derhal bunu tamir edip ya da yeni yeni kutup başları üreterek bölgeyi ateşe verecek çatışmaları tazelemeyi ihmal etmediler. Özellikle Türkiye’nin son on yıldaki bölge politikaları tüm bölgeyi umutlandıran Türkiye merkezli bir yoğunlaşmaya dönüştü. Bölge ülkeleri ve özellikle komşularla ortaya çıkan iyi ilişkiler öyle bir tedirginlik yarattı ki, bunun önünü kesmek için bugün neredeyse Türkiye’nin güneydoğu sınırı boyunca diyalog kurulabilecek devletler ortadan kaldırıldı. Bölge halkının birlik ve yakınlık duygusunun yarattığı tedirginlik üzerine Türkiye’nin güneydoğu sınırı boyunca devletsizleştirilmiş, karanlık bir fay hattının oluştuğunu görüyoruz. Suriye’de Esed rejiminin her şeye rağmen korunmasında ve hatta Türkiye sınırının devletsizleştirilmesinde buranın Türkiye’ye komşu olduğunun önemi görmezden gelinemez. Çünkü hemen yanı başında normalleşmiş bir Suriye ile Türkiye’nin birlikte tüm Ortadoğu için nasıl bir süreci tetikleyecekleri anlaşılmış görünüyor. Bu süreçte bölgenin normalleşme unsurunun bölge halkı olduğu ve buradaki tüm şiddetin de bu yüzden halka yönelik olduğu açıkça anlaşılıyor. Eğer süreç doğru yönetilebilirse Türkiye’nin bölge halkını korumaya dönük çabaları bugün ve gelecekte önemli oluşumların temeli olacağa benziyor.

Doğu’da kendini Batılı gibi hissetme payesi verilmiş olanların Ortadoğu’yu bataklık olarak tarif eden ve buradan kaçınmayı telkin eden tavırları, yönümüzü Batıya dönüp orayla empatik ilişkiler kurmanın müjdesini, ikna edilmiş bir özgüvenle haykırmayı sürdürüyor. Böylece ateşe verilmiş Ortadoğu resmine karşı, Batılı gibi olunamasa da kendini onun gibi hissedebilmeyi vaadeden matriks kurgusu benzeri söylem, modern ve özüyle örtüşmeyen özgüven dolu temalar içeriyor.