Doğru bildiğimiz, yanlışlar ve eksik bildiğimiz, doğrular var. Ki bence bunun en büyük nedeni: İnsanların; ‘bildiklerini”, tekrar öğrenmeye ihtiyaç hissetmemesidir. Bunu gereksiz bulmaları; hattâ, bunu saçma ve gereksiz bir vakit kaybı olarak görmeleridir.
Öyle ya; insan, “doğru olduğuna inandığı bilgiler”i; (o bilgiler, sanki yanlışmış gibi; sanki yanlış biliyormuş gibi!); tekrar, sıfırdan öğrenmeye neden kalksın, neden kendini yorsunki!?
Acaba öyle mi? İşte bu yazının konusu; durumun, hiç de öyle olmadığına sizi ikna etmek; hiç değilse, bir “acaba” uyandırmak. Eğer amacımıza ulaşırsak; yazının sonuç cümlesi de şu olacak: İnsan; her gün türlü türlü kitaplar okuyup, türlü türlü şeyler öğrenip, bilgisini arttırmaya çalışmaktan önce; şu anâ kadar öğrendiği bilgilerin, doğru ve eksiksiz olup olmadığını araştırmalı. Yani: Tekrar, baştan başlamalı; yeniden öğrenmeli!
Çünkü: Kişinin, geçmişinde öğrenip, “doğru olduğuna inandığı, bu bilgiler”, yanlış veya eksikse (yani tam bilmiyorsa); “doğrusunu, bildiğine inandığı” bu malûmatların üzerine öğreneceği, dikeceği, yeni bilgilerin de; bu eksik – yanlışlardan menfî yönde etkilenme ihtimâli vardır ve bu ihtimâl çok kavidir.
Çünkü: Temel ve zemin sağlam değilse, üzerine eklenen bu yeni bilgilerin, bundan etkilenmemesi, pek mümkün görünmüyor. Çünkü: Zayıf zemin üzerine inşa edilen bu yeni bilgilerden, (hattâ bu yeni bilgiler, doğru ve eksiksiz olarak öğrenilmiş olsa bile!), elde edilecek anlam ve çıkarılacak sonuçlar da, eksik ve / veya yanlış olacaktır.
Bu da bizi, anakonumuz olan “İslâmî B/ilim” yazılarımızda, devamlı tekrar ettiğimiz şu söze getirir: “Ne bildiğimiz değil, bildiğimizden ne anladığımız önemlidir!” Ama bu konuya girmeyeceğiz.
Eksik ve yanlış bilgiler üzerine bağlanıp, inşa edilen veya bağlanamadığı için, “inşa” da edilemeyip; “yığın” hâlinde; zihnimizde, küçük küçük adacıklar gibi dolaşan bu yeni öğrendiğimiz bilgilerden elde edeceğimiz faydanın düşük olması; belki bir nebze tolere edilebilir ama bundan çok daha büyük bir risk ve zarar bekliyor bizi!
O da şu: Yeni bilgiler öğrenirken; seçeceğimiz kitap, dinleyeceğimiz kişileri; hep, zihnimizdeki bu eksik – yanlış bilgileri doğrulayıcı; en azından, onlarla çelişmeyen ve yanlışlamayan kaynaklardan seçmeye meyilli ve istekli oluruz! Çünkü: Bizi, bildiklerimizi, sadece doğrulayan ve destekleyen o kaynakları, güvenilir ve muteber sayarız! Bir ateist veya teistin, hep kendi inançsızlık veya inancını destekleyen kitap ve kişileri seçmesinin sebebi de, zaten budur.
Buraya kadar bir itiraz yoksa, konumuza başlayabiliriz. Ama şimdiden söyleyeyim: Bu yazının gayesi; size, yeni bilgi ve cevaplar kazandırmak değil! Eğer başarırsak, gayemiz: Yeni sorular kazandırmaktır! Bu yazı bittiğinde; inşâallah, kucağınızda nurtopu gibi yeni “sorularınız” olacak!
Peki neymiş, bu, doğru bildiğimiz yanlış ve eksik bildiğimiz doğrular?
Bildiklerimizin, doğru olduğunu; ‘Biliyor muyuz’, yoksa ‘İnanıyor muyuz’?
Meselâ: Ben hep merak etmişimdir ama halâ net cevabını bulmuş değilim. O soru şu: NŞA’da (normâl şartlar altında); “su; neden 100 santigrat derecede kaynar, kaynamaya başlar?” Hep virgüllü sayılar, hep kesirli büyüklükler olan bu evrende; su, neden tam da 100 derecede kaynar!? Ne bileyim; meselâ, neden 100,32 veya 101,052 veya 99,870 … değil? Size garip gelmiyor mu bu?
Çarşıdan kendi elimizle alıp, tarttığımız 1 kilo elma bile, tam 1 kilo değilken (o elmalar, 1010 gram, 1100 gram…’dır) ve zaten, tam 1 kilo elma almamız, mümkün değilken!… Elimizde tuttuğumuz 1 metrelik cetvel bile, tam olarak 1 metre değilken; yani mikron düzeyinde, tam 1 metre değilken!… [Gereksiz detay bilgi: SI Sistemine göre (Uluslararası Birimler Sistemi); 1 metre: Işığın; boşlukta, yani vakumlu ortamda 1/299,792,458 saniyede aldığı yol olarak ta’rif edilir.] (Acemi okuyuculara: Bu sayıyı ezberlemenize gerek yok!)
Elhasıl: Planck Sabiti (6.626 069 57(29) x 10-34 J.s), ışığın hızı (saniyede 299.792.458 km.), yerçekimi ivmesi, fizikteki diğer evrensel sabiteler vs… Bütün bunlar; tamsayı değil ve hep kesirli – virgüllü sayılar iken; su, neden tam 100 derecede kaynar!?
Sorularımıza devam ediyoruz. Acaba hiç düşündünüz mü, yani aklınıza geldi mi: Rabbimiz’in herşeye gücü yeter ve hiçbirşeye mecbur ve muhtaç değilken; meselâ, niye canları almakla Azrail Âleyhisselâm’ı görevlendirmiş? Ve hakeza, diğer melekler için de geçerli bir soru bu.
Yeri gelmişken, buraya şu soruyu da ekleyelim: Hani klişe bir söz vardır; “Allah ile kul arasında, vasıta ve aracı olmaz. Allah ile kul arasına kimse giremez…” diye. Peki gerçekten öyle mi? Veya her zaman öyle mi?
Yani eğer bu klişe cümle doğruysa; yaratılmışların en üstünü ve Rabbimiz’e en yakın olan ve âlemler bile O’nun hürmetine ve O’nun nurundan yaratılan Hz. Muhammed Efendimiz (S.Â.V.) bile; Rabbimiz’le irtibatında, yani Allahû Teâlâ’dan emir – vahiy alırken; arada, aracı olarak; Cebraîl Âleyhisselâm vardı! Bunu nasıl açıklayacağız!?
Tabiri caizse, “Rabbimiz’in tekellümü”; yani “vahiy”, niye direkt olmadı da; arada, bağlantıyı sağlayan, haberi getiren / taşıyan bir meleğe ihtiyaç duyuldu? Veya ihtiyaçtan değilse; aracı bir meleğin olması, hangi hikmete binaen gerekti?
Ayrıca, dikkatinizi çekerim: “Allah ile kul arasında vasıta olmaz, araya kimse giremez” diyen siz bile; Rabbimiz’in emir – yasaklarını, bir “vasıta ve aracı”, yani Peygamber aracılığıyla öğrendiniz! Direkt Rabbimiz’le siz muhatap olmadınız, size vahiy gelmedi / gelmiyor yani!…
Başta söylediğim gibi: Bu yazımızda, sizi ‘bilgi sahibi’ değil, ‘soru sahibi’ yapmayı amaçladık. Bu sebepten; bu yazıda cevaplar yok, cevapları vermeyeceğiz.
Fakat, bu sorulardan, daha enteresan birşey soracağım size: “Allah ile kul arasında vasıta olmaz” diyen, sizin aklınıza niye gelmedi bu sorular!? Yani: Hem “vasıta olmaz” bilginizle; hem de “Peygamberin bile, vasıtalı olarak vahiy aldığı” bilginiz arasındaki; tezat veya tenakuzu nasıl farketmediniz!? Bu iki çelişkili bilgi, zihninizde karşı karşıya gelip, ‘kimyevî reaksiyona’ girmedi mi, birbirlerine ‘fizikî itme’ uygulamadı mı? Bu iki bilgiyi nasıl telif edip, barıştırdınız?
Veya: “Allahû Teâlâ’nın herşeye kâdir olduğu ve yardımcıya, aracıya, hiçbirşeye muhtaç olmadığı” bilginizle; “Azraîl Âleyhisselâm’ın, canları almakla görevlendirilmesi; Cebraîl Âleyhisselâm’ın, vahiy getirmek / taşımakla görevlendirilmesi” bilgisi arasındaki, boşluğu da mı görmediniz!? Gördüyseniz; nasıl doldurduğunuzu, cidden çok merak ediyorum!
Durun, cevap vermeyin! Benim çevremden gördüğüm şu: Zihin uzayında, bir yere bağlanmadan; herhangi bir yörünge takip etmeden, uzay boşluğunda başı boş dolaşan bu bilgi parçalarını; çoğu kişi, birbirine / bir yere bağlamamış; bu bilgi kümeleriyle, “dört işlem” yapmamış! Bu konuda kabiliyet ve istidatı olanlar bile; bu seyyareleri birleştirip; buradan, yeni sonuçlar çıkarmaya istekli değil; yeni şeyler inşa etmeye, çalışmıyor!… (Herhâlde, bunlar sınavda çıkmaz diyedir!)
Halbuki bilmenin, ilim öğrenmenin gayesi; “bilmek” değilki! Öğrenmenin gayesi; ezberlemek ve hafızaya doldurmak; sonra, soran olunca da, doğru cevabı vermek değilki!…
Yani demem o ki: Şöyle biraz okumaya ara verip de; hızımızı kessek ve hattâ dursak! Hiçbirşey okumasak, dinlemesek ve hattâ görmesek!… Dünyayla online bağlantımızı sağlayan portlarımızı, duyu kanal / kablolarımızı kapatsak! İç uzayımızda biraz gezintiye çıksak! Biliyorum: Beş dakika bile dayanamaz, sıkılırsınız! Niye?: İçimiz bomboş ve ıssız, karanlık ve çorak çünkü! Bunu nereden biliyorum?: Kendimden biliyorum!…
Hergün yeni birşeyler oku, geç; oku, geç! Devamlı oku, devamlı koş! İşe koş, okula koş, markete koş!… Hep bir acele ve geç kalmışlık endişesi, yetişememe korkusu!… Zihnimiz dağınık ve paramparça! Zihnimiz, bu ân / mekânda durmuyor! Sakince oturduğumuz koltukta bile; geçmiş dakika / saat / günde, yaşadıklarımızı düşünüp; 1 dakika / saat / gün sonra, ne yapacağımızı plânlıyoruz. Yani: Beden burada; zihnimiz ise, bir geçmiş, bir gelecekte! Yani: “Şimdi”yi yaşamıyoruz! Şimdi’ye odaklanmıyor, farketmiyoruz bile! Bu ân / mekânı yaşamıyoruz! Yani: Reel ve tek gerçek sermayemiz olan, “hazır şimdi”; elimizden, şimşek hızıyla kayıyor, kaçıyor! Niye?: Mevhum geçmiş ve gelmemiş geleceğe, zihnimizi dağıttığımız için; zihnimizin farlarını buraya tuttuğumuz için!… Birisi birgün; “Hızın zararı, Durmanın fazileti” hakkında bir yazı yazmalı bence. (Bir de: Bir nevi ‘Anti Mi’rac’ olan; Hz. Âdem Âleyhisselâm’ın, dünyaya indirilme olayı hakkında.)
Konu dağıldı! Nerede kalmıştık?… Öğrendiklerimiz üzerinde, biraz yoğunlaşma ve dikkat ve tefekkür, hiç yapmıyoruz diyordum. Bir sürü şey biliyoruz; yani genişlik var ama derinlik yok! Bildiklerimizi eyleme döküp, gereğince amel etmememizin en önemli nedenlerinden biri de, işte bu derinliğin olmayışı bence. Söylem ve eylemlerimiz arasındaki mesafe, bu sebepten kapanmıyor galiba.
Senelerce hafızada, örümcek bağlayıp, paslanmaya başlayan bu “sindirilmemiş bilgiler”, üzerinde, herhangi bir tefekkür ve gereğince amel ve gayret olmayınca da; öyle ‘vahiy’ gibi, gökten, yeni soru ve cevaplar da inmiyor hâliyle!… Her bildiğimiz ve yeni öğrendiğimiz şeyleri; onlar sanki bir ‘rakam’mış gibi; bu veri / bilgilerden, yeni problem ve çözümler üretmeliyiz bence… İnsanın, merak ve soruları yoksa; o soruları canını acıtmıyorsa; o insan, konforunu bozup, yeni birşeyler öğrenmeye gayret etmiyor. (Sınavda çıkacağı için, gayret etmesi hariç.)…
Bu sebepten; okullarda öğretmenin vazifesi, çocuklara birşeyler ‘öğretmek’ olmamalı bence! Zihinlerine, birşeyler ‘yığmak ‘olmamalı. O çocuğa, ‘merak ve motivasyon’ kazandırmak olmalı bence. O merak ve şevki kazandıktan sonra; öğretmenin, o dersi / konuyu öğretmesine gerek bile yok. O çocuk; internetten, kitaplardan, birilerine sorarak, bir yerlerden öğrenir zaten!…
Sınav ve öğretmen zoruyla değil; yani ‘dışarıdan gelen bir zorlama ve itmeyle, mecburiyetle’, değil; ‘içten gelen bir çekim ve istekle’ ve kendi gayretiyle, bu bilgileri öğrenen bu çocuğa; öğretmenin ikinci görevi ise: Bu bilgileri nasıl kullanacağının; bunlarla, zihninde nasıl bina inşa edeceğinin, yollarını göstermek olmalı bence. “Düşünmeyi öğretmek” yani. (Bol bol kullandığım bu ‘bence’leri de, didaktik ve buyurgan bir üslûp olmasın diye; ‘kerhen’ kullanıyorum yani. 🙂
Fakat şu notu da düşeyim: İstidatı olmayan bir insanı da; “İstanbul’u fethedecek yaştasın!” gibilerinden hamasî laflarla, gaz verip, şişirmeye ve gereksiz yere motive etmeye çalışmak da, vakit ve emek israfı olur. Boyunu çok aşan hedeflerle, yüz defa başarısızlık yaşamış o çocuk; birgün size kızıp: “İyi de, onun babası 2. Murad!” diyebilir yani!… (‘İstidatı yok’ derken; her insanın istidatı olduğu meslek, meşreb, meyil ve mizaç, karakter, huyu farklıdır. Yani: Hiçbirşeye kabiliyet ve istidatı olmayan insan, yoktur zannediyorum.)
‘Eğitim şart, işim başı eğitim…’ Klişesi!
İşte, öğrenilmiş hazır cevaplarımızdan birisi de bu!… Beşerî münasebetlerde artan çözülme ve bozulma; dolandırıcılık ve diğer suç oranlarının konuşulduğu her yerde, konuşma ve tartışmaların geldiği son nokta genellikle “eğitim ve öğretim” olur. Herşeyin başının “eğitim” olduğu, bütün bu problemlerin eğitimle çözüleceği ifade edilir. Klişe ifadeyle, “işin başı eğitim.”
Halbuki, işlenen suç oranlarında “eğitimli” ile “eğitimsiz” arasında kayda değer bir fark olmayıp; üstelik eğitimlilerin işlediği suçlar, genelde “nitelikli suçlar” kapsamına girmektedir!… Üstelik bu nitelikli suçları işleyenler, yakalanmamakta da mahirler! Fatura – muhasebeleştirme hileleri, mevzuattaki açıklardan faydalanma, delilleri karartma, suçu başkasının üzerinden işleme veya başkası üzerine yıkma… gibi izledikleri yöntemlerle; bırakın bunları ‘yakalamak,’ suçlu olduklarının bile tespiti zor!
Yani ‘eğitimliler’ suç oranlarını azaltmıyor; bilakis, bir de suçların “kalite” ve “çeşidini” arttırıyor! Üstelik; (argo ifadeyle) onlar, daha çok götürüyorlar! Yani: Mevcut Eğitim – Öğretim Sistemimiz, suçu engelle(ye)miyor; üstelik işlenen suçları “nitelikli” hâle getirip, bir de “çeşit” ve “sayısını” arttırmaya, katkı sağlıyor!
“Eğitimli suçlular” içerisinde, herhangi bir firma veya devlet kademesinde, uzman veya yönetici konumlarında olanlar var ise; bunlar bir de, yüksek miktarda hisse ve sermaye veya insana etki ediyor veya yönetiyorlarsa; bu yetmezmiş gibi, bir de firma – sektör – devlet hakkında, stratejik / kilit bilgilere sahiplerse; bu kişilerin işledikleri suçlarda; çaldıkları miktar ve ‘firma – devlet – vatandaşa’ verdikleri zarar; eğitimsizlerin işledikleri ‘âdi suçlara’ kıyasla, daha fazla olur.
Bir vesileyle, başka bir yazımızda geçtiği gibi: Okuma – yazma öğrenecek kadar bile günümüz eğitim çarkından geçmemiş köydeki Çoban Mehmet’e, yönetmesi için en fazla bir koyun sürüsü emanet edilir. Kimseye farkettirmeden; sürünün bir kısmını çalıp, pazarda satmayı kafasına koyan Çoban Mehmet’in sınırları bellidir. Öyle “koyunları kaç tür, hangi yöntemlerle gaspedebilirim, suçumu nasıl gizlerim, hangi yalanlar inandırıcı olur, pazarda tanınmamak için ne yapabilirim” gibilerinden şeylere de, kafası fazla çalışmaz! Zaten imkânları belli, seçenekleri kısıtlıdır. Elindeki gücü; en fazla, kendisine emanet edilen sürüden birkaç koyunu, pazarda satması olabilir. Ve daha ilk suçunda da, akşam sayımında, yakayı ele verir. Sonuçta kendisine emanet edilen koyun sayısı belli, geri gelen belli ve bunu saklaması da mümkün değil. Ne olur?: Böylelikle bir daha kimse hayvanını Çoban Mehmet’e teslim etmez. Daha ilk hırsızlığında yakalanıp, ismi çevre köylere kadar yayılan Mehmet’in, aynı suçu bir daha işlemesi zordur!…
Sonuç olarak: İşlenen suçlarda; eğitimlilerin, eğitimsizlere oranı konusunda, elimde herhangi bir veri yok. Ama veriden ziyade, emin olduğum birşey var: Eğitimlilerin, işlediği nitelikli suçların; kalite ve nitelik, çeşit ve sayı ve tekrarlanma oranı; ayrıca, zarar verme genişlik ve miktarı ve bu tür suç(lu)ların tespit ve ispat zorluğu… gibi nedenlerle; “eğitimli suçlular,” eğitilmemiş suçlulara göre; kıyas kabul edilmez oranda önde!… İşlenen suç çeşitlerine göre, bu oran değişebilir ve suçun çeşidine göre, bazen “eğitimsiz suçlulular” öne geçebilir ama bu, iddiamızı geçersiz kılmaz. Sadece, istisnaları olduğunu gösterir.
Resmin bütününde görünen genel manzara bu. Demek ki “eğitim, okumak”; suçu engellemiyor, bilâkis suçların nitelik ve kalite, sayı ve çeşidini arttırıyor!… Demek; “eğitim”i çözüm olarak görmeden önce, mevcut “eğitim – öğretim” sistemini, başlıbaşına bir problem olarak görüp, önce bu problemi çözmeli. Yaşadığımız problemlerin bir nedeni de, bu eğitim – öğretim sistemi bence. Eğitimdeki sorunları çözmeden; “eğitim”, başka derde çözüm olmaz. Çünkü: Bu sistem; 1 “niteliksiz suç(u)/luyu” engelliyorsa; 10 tane de “nitelikli suç/lu” üretiyor!…
Haftaya; “İslâmî B/ilim” yazılarımıza gelen, klişe soru ve itirazlara; bunlardaki, ‘doğru bilinen, yanlış ve eksik bilinen, doğrular’a örnekler vereceğiz inşâallah.
Biraz spoiler verelim: “Bilim; inanıp – inanmamaktan bağımsız ve tarafsız ve tüm inanç/sızlık’lara nötrdür…Bilim, sorgulama ve bilgi işi; din, inanç ve teslimiyet işidir… Bilim, neden – nasıla; din, kim – niçine cevap verir… Bilim, bilimdir; İslâmîsi – gayri İslâmîsi olmaz. Meselâ: İslâmî Bilim olunca; müslümanlar, suyun kaynama derecesini farklı mı bulacak / ölçecek!?… Bilim, evrendeki olayların neden ve işleyiş mekanizmalarını söylüyor zaten! Siz; bilim’in, nedenini bulamadığı hangi şeye, ‘Tanrı’yı sıkıştırıyorsunuz!? Meselâ: ‘Bilim; bunun nedenini bulamadı, bilmiyor, zaten bunun nedeni yok; demek ki, bunu Tanrı yapıyor’ mu diyorsunuz!?… İlim – İrade – Kudret sahibi ve devamlı faâl / fail bir Tanrı olmadan; evren, failsiz olarak, neden ve niçin ayakta duramaz ve çalışamaz ve birşey üretemez!?…” gibi, soru ve iddia ve haksız itirazlara dokunacağız.
Orada da görülecek ki; bu gibi itiraz ve soruların nedeni, gene ‘doğru bilinen, yanlış ve eksik bilinen, doğrular.’ Eksik ve / veya yanlış bilgi kaynaklı, bu gibi itiraz ve soruların nedeni: İki tarafın, birbirini anlamaması. Bunun da nedeni: İki tarafın, kendini anlatamaması. Bunun da nedeni: İki tarafın, birbirini dinlememesi. Bunun da nedeni: Bunları konuşmak / tartışmak için; iki tarafın, biraraya gelmemesi. Özetle: İletişim eksikliği!… Keşke, rutin, her akşam olan televizyon programlarında, bu tür konular konuşulsa. Hattâ evdeki seyirciler de, görüntülü sohbetle, konuşmaya dahil olsa…
Ayhan KÜFLÜOĞLU