Din referanslı radikalleşmenin kaynakları

Fikir
Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Uyesi Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ün Star Açıkgörüş’teki yazısı… 4 Şubat 2015 tarihinde İstanbul Aydın Üniversitesi Toplumsal Araştırmalar Uygulama ...
EMOJİLE

Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Uyesi Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ün Star Açıkgörüş’teki yazısı…

4 Şubat 2015 tarihinde İstanbul Aydın Üniversitesi Toplumsal Araştırmalar Uygulama ve Araştırma Merkezi tarafından “Bölgede Dinî Cereyanlar” (İslâmî Mezhepler ve Radikalleşme) konulu bir çalıştay düzenlendi ve bu çalıştaya üniversitenin mütevelli heyet başkanı Dr. Mustafa Aydın, Prof. Dr. M. Saim Yeprem, Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, Prof. Dr. Yasin Aktay, Prof. Dr. Talip Küçükcan, Prof. Dr. Kenan Gürsoy, Prof. Dr. M. Ali Büyükkara, Prof. Dr. Mehmet Evkuran, Dr. Necdet Subaşı, Ayşe Böhürler, Mehmet Akif Ersoy ve Turan Kışlakçı gibi tanınmış birçok isim iştirak etti.

Star gazetesinin 8 Şubat 2015 tarihli nüshasında da haber olarak yer alan çalıştayın iki oturumunda şu tür sorular ve sorunlar hakkında konuşuldu: İslam dünyasındaki yüksek gerilimin sebepleri nelerdir? Bu gerilimin düşürülmesi için neler yapılması gerekir? Radikalleşme eğilimleri hangi kaynaklardan besleniyor? Bölgesel düzeyde etkin radikal dinî hareketlerin Türkiye’yi etkileme potansiyelleri nedir? İslamofobinin yükselişi ile mezhebî gerilimler arasında ne tür bir ilişki ve etkileşimden söz edilebilir? Müslüman kardeşini önce tekfir, ardından katledecek bir ruh haline sahip olmanın psiko-sosyal temelleri nedir? Sanal network cemaatlerinin bütün bu olumsuz gelişmelere katkısı nedir? Mezhepçiliği kırmak için mezhepliliğe yaklaşım tarzı nasıl olabilir? Tedhişçi Selefi yayılmacılığın tesiri nasıl azaltılabilir? Sufilik ve tasavvufa ön açmanın radikalleşme sorununu çözme kapasitesi ne olabilir?

Motivasyon ve angajman

Bütün bu sorular ve sorunlarla ilgili tespitler/teşhisler bağlamında ilkin çağdaş dinî hareketlerdeki radikalleşmenin bizatihi dinden veya temel dinî metinlerden kaynaklanıp kaynaklanmadığı meselesine değinmek gerekir. Kanımca radikalleşme olgusunda kaynaktan ziyade motivasyonlar, küresel ve emperyal angajmanlar daha belirleyici faktörlerdir; bizatihi din ve dinî metinler ise araç mesabesindedir. Hatta denilebilir ki din mevcut toplumsal ve siyasal duruma göre dirlik ve düzeni pekiştirme veya kaosu körükleme gibi farklı işlevler kazanan ve daha ziyade meşrulaştırma aracı gibi kullanılan bir şeydir.  

Daha açıkçası, İslam dünyasında güçlü bir siyasi düzen, nizam ve üst otorite bulunduğunda, din mevcut düzen ve nizamı pekiştirici bir çimento işlevi görebilir.

Ama diğer yandan da tıpkı bugün tanık olunduğu gibi, İslam dünyasının farklı coğrafyalarında kargaşa ve kaos hüküm sürerken din çatışma, ayrışma ve aynı zamanda manipülasyon aracına dönüşebilir. Bu durum mezhepler için de geçerlidir. Güçlü bir siyasi ve toplumsal istikrar ikliminde mezhepler İslam âlemi için zenginlik olabilirken veya en azından böyle algılanmaya müsaitken aksi durumda farklı mezhebi kimlikler ve aidiyetlere sahip müslüman grupların geriye dönük hesaplaşma ve çatışmasının başat unsurlarından biri olarak manipüle edilebilir.

Osmanlı’dan sonra

Gerek din referanslı radikalliğe savrulmaların, gerekse farklı mezhep ve meşreplere sahip müslüman gruplar arasındaki ihtilaf ve çatışmaların daha ziyade Ortadoğu merkezli olması din ve mezhep olgusunun siyasi kaosun hüküm sürdüğü vasatlarda ayrışma, çatışma ve aynı zamanda meşrulaştırma aracına dönüştüğünü tescilleyen bir gerçekliktir. İslam ve müslümanların dünya üzerindeki en son ve büyük siyasi gücü olan Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekildiği günden bu yana devam eden Ortadoğu merkezli kaosta emperyal angajmanların çok önemli rol oynadığı şüphesizdir. Ancak müslümanların bu angajmanlara açık ve kolayca ayartılmaya teşne olmasının genel anlamda bütün ümmetin ruh sağlığının bozulmasıyla yakından ilgili olduğu da belirtilmelidir. Bununla birlikte din referanslı radikalleşme ve şiddetin İslam dünyasında daha ziyade kimlikleri reddedilen, yaşam alanından itilip güçsüzleştirilen ve bu yüzden hem kimliğini ispat hem de kendine güç ve nüfuz alanı açma hedefine odaklamış çevrelerce başvurulan bir yol olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Zira meşru yoldan hedefe ulaşmanın hem daha maliyetli hem de daha fazla mesai gerektirdiği malumdur.

Genelde İslam dünyasında, özelde Türkiye sathında dinî radikalleşmenin temel faktörlerinden biri tek hakikatçi söylemin giderek güç kazanması ve çokça taraftar bulmasıdır. Şiî dünyasında siyasetle içiçelik arz eden ruhanî hiyerarşinin dinî bilgide tek hakikatçiliği topluma empoze ederek farklı görüş ve yorum kültürünü ortadan kaldırdığı söylenebilir. Ancak bu tespit sadece Şiî dünya için geçerli değildir. Zira bugün Sünnî muhitte ve Türkiye’de de dinî alanda tek hakikatçi anlayışı benimseyen, geniş kitlelerde dindarlık ayrışması veya ölçümüyle ilgili tartışmaları körükleyen dinî-siyasî hareketler ve sekter üsluplu vaiz tipolojilerinin hiç de az sayıda olmadığı aşikâr bir gerçektir.

Tek hakikatçilik söylemi 

Tek hakikatçilik aynı dinin müntesiplerini birbirine düşürmenin yanında hâkim dinî görüş ve kabulün temsilcilerine durumdan vazife çıkarıp kendilerine dinî bir ödev yükleme fikri de aşılıyor. Hâliyle din dili sivil, hoşgörülü ve farklılıklara tahammüllü karakterini kaybediyor. Ali Bardakoğlu’nın tespitiyle, İslâm dünyasında teoride kısmen, pratikte daha belirgin biçimde ortaya çıkan ve hayat tarzı haline gelen, her biri “tek hakikatçi” söyleme sahip katı gelenekçilik (Şiî ve Sünnî formlarıyla), siyasal İslâm, Selefilik, modernizm ve laiklik gibi birbirinden hayli farklı söylemlere sahip akımlar giderek güçleniyor. Sadece Afrika, Afganistan ve Pakistan’da değil, her bir İslâm ülkesinde şahit olunduğu üzere dinî alanda görüş farklılaşması çoğulcu bir perspektifle zenginlik olarak algılanmıyor; aksine tam bir çekişme, kavga ve birbirini yok etme gerekçesi olarak kullanılıyor.

Bütün bu kötü gidişata rağmen, dinî referanslarla şiddet ve terör üreten Işid gibi hareketlerin günümüz Türkiye’sinde niçin geniş taban bulmadığı merak konusu olabilir ve bu bağlamda Türkiye’nin siyasi otorite ve nizam açısından istikrarlı bir ülke olması, Türk halkının “devlet”i baba gibi algılaması, ayrıca Diyanet kurumunun dinî alanda bir regülatör işlevine sahip bulunması gibi tespitler yapılabilir. Bu arada Türkiye’nin siyasi istikrardan ihraz ettiği inisiyatif imkânını bütün bir İslam dünyasına yansıtıp ümmetin dağılmış koyunlarına çobanlık yapmasının imkân dâhilinde olup olmadığı meselesine de kısaca değinmek gerekir.    

İttihad-ı İslam fikri

Bir bakış açısına göre 20. yüzyılın başlarında sıkça konuşulup tartışılan “İttihad-ı İslam” fikrinin bugün yeniden gündeme taşınması ve siyasi/seküler anlamda halifeliğin ihyası İslam dünyasındaki kaosa son verecek bir üst otoritenin tesisine yönelik ciddi bir tekliftir. Ancak başka bir bakış açısına göre bu teklif son derece romantiktir. Zira her şeyden önce İslam dünyasında hilafet veya siyasi liderliği temsil rolünü hangi ülkenin üstleneceği belli değildir. Üstelik hilafet kurumunun hâlen T.B.M.M. bünyesinde mündemiç bulunduğunu söylemenin reel düzlemde hiçbir anlamlı karşılığı yoktur. Türkiye’nin genelde İslam dünyasına, özelde Arap âlemine din üzerinden konuşarak veya dinî mesajlar yollayarak liderlik yapması da söz konusu değildir.  

Türkiye’nin mezhepler üstü ve son derece kuşatıcı bir din diliyle konuşsa dahi böyle bir liderliği deruhte etmesi pek mümkün görünmemektedir. Zira Arap ve Acem (Şiî) dünyası mezhep konusunda bizden çok daha tutucu ve daha mahirdir. Kaldı ki bütün bir İslam dünyasının hâl-i hazırdaki kahir ekseriyetini temsil eden Ehl-i Sünnet ve Sünnîlik bugünkü Türkiye özelinde dahi tam bir heyula hüviyetinde olup gerçekte neye atıfta bulunduğu pek bilinmeyen ve hatta fiilî mezhepsizlik durumunu imleyen bir olgudur. Denilebilir ki bilhassa Araplar nezdinde Türkiye İslam nokta-i nazarından hemen hiçbir kıymet ifade etmemektedir. Çünkü Araplar için İslam tabir caizse bir ecdat yadigârı olarak kendi yerli mallarıdır. Bu sebeple, Türkiye’nin İslam dünyasına öncülük rolü ancak yumuşak gücünü artırması ve siyasi, ekonomik alanlarda daha fazla söz sahibi olup inisiyatif alması ile mümkün olabilir.

Dinî hareketlerde radikalleşme eğilimlerini en azından kısıtlama ve yayılma hızını azaltma hususunda tasavvuf kültürünün imkân ve kabiliyetinin ne olduğu meselesine gelince, en azından modern Türkiye gerçekliğinde tasavvuf beklentileri karşılayacak ve bize ümit aşılayacak bir durumda görünmemektedir. Çünkü bugünkü hâkim tasavvuf geleneği entelektüel derinlik ve irfânî incelikten yoksun olan, çok kere de mistik hezeyanlara mahal oluşturan bir karaktere sahiptir. Bunun başlıca sebeplerinden biri, tasavvufun derinlikli ve gizemli birikiminin avam üzerinde manevi otorite kurma vasıtası olarak görülmesi ve aynı zamanda birçok cemaatin/tarikatın hâli hazırda sosyo-politik angajmanlara çok açık hale gelmesidir. Dinî referansların ve din alanında konuşma imkânlarının hayli yoğun olduğu günümüz Türkiye’sinde cemaatlerin mevcut imkân ve nüfuzlarından bir türlü tatmin olmaması ve sürekli biçimde daha fazla nüfuz, imtiyaz taleplerinde bulunması “sivil” alanın sınırlarını aşarak sosyo-politik projelere iştirakçi olma arzusuyla ilgilidir.

Paralel yapı gösterdi ki

Hâl böyleyken, bu ülkede cemaatler ve tarikatlar yıllar yılı sivil karakterli yapılar olarak algılandı; ancak Gülen hareketi ve paralel yapı hadisesi gösterdi ki bu çok büyük bir algı yanılgısıydı. Paralel yapı vakasına bakarak sivil ceketimizdeki düğmelerden sadece birinin yanlış iliklendiğini zannetmek de hâl-i hazırda gözlemlenen bir diğer büyük yanılgı olarak not edilmelidir. Zira Türkiye’nin sivil toplum müesseseleri olarak kabul edilen ve çok kere kendi hallerinde, kendi sivil dünyalarında sırf hayırlı hizmetler verdikleri düşünülen birçok cemaat ve tarikat aslında yanlış iliklenmiş düğmeler mesabesindedir. Burada anlatılmak istenen husus, dinî cemaatler ve tarikatlar yok etmek değil, gerçek hüviyetleri ve aslî işlevlerini doğru tespit etmek ve bu yapıları ait oldukları sivil alanın sınırlarına çekmektir.

Sonuç olarak, İslam âleminde giderek ivme kazanan dinî hareketlerdeki radikalleşme trendi bir yönüyle İslâm dünyasının aile içi sorunları denebilecek ve tarihî kökleri Hz. Peygamber’in vefatına kadar götürülebilecek ihtilaf dinamikleriyle, diğer bir yönüyle de dini ideoloji gibi algılama ve dinî metinleri bilerek isteyerek tek ve mutlak hakikatçi nazarla tarih ve gelenekteki çoğulculuktan sarf-ı nazar ederek anakronik tarzda okuma ve anlama eğilimiyle ilgilidir. Müslümanlar arasındaki kadim ihtilafların kaşınması ve eski savaş baltalarının tarihin derinliklerinden bir kez daha çıkarılması ise küresel aktörlerin özellikle Ortadoğu merkezli angajmanlarına bağlı olarak neredeyse bütün bir İslam âleminin aynı delikten defalarca ısırıldığı halde aklını başına toplamamasının, dolayısıyla bu büyük zilletten hala ders çıkarmamasının çok acı bir göstergesidir.