Denizin Salyasından Düzenin Salyasına.. Müsilaj ve Sedat Peker!

Fikir
Mevcut düzen değişmediği sürece, haklının güçlü olduğu bir dünya kurulmadığı sürece, gücü elinde bulunduranlar her şeyin sahibi olmak isteyecek, güçsüz olanlar her şeyini kaybetmiş olacak, kontrolsüz ...
EMOJİLE

Çevre sorunlarının her geçen gün hayatımızda yeni bir boyut kazandığı dünyamızda mayıs ayının başından itibaren, İstanbul’un güney sahillerinde başlayan ve Marmara sahillerine yayılan deniz salyası (müsilaj), giderek neredeyse Marmara Denizi’nin tümünü kaplayacak duruma geldi. Müsilajın sebebi yeterli arıtma yapılmadan denize boşaltılan sanayi atıkları ve evsel atıklardır. Yaşadıklarımız kontrolsüz şehirleşmenin beton yığınlarına dönüştürdüğü kıyılar, sahillerdeki fabrikalar, kurallara uymayıp rüşvetle işini götürenler, azgın kâr hırsı, çıkar için her şeyin mubah olduğu neoliberal bir anlayışın sonucudur. İnsanoğlunun sınırsız ihtiras ve bitmek bilmeyen talepleri tabiatta önüne gelen her şey tahrip etmektedir. İnsana, taşa, toprağa, bitkiye, böceğe her şeye zarar veren rantçı zihniyetin, üst yapıya, gökdelenlere, kentlerin makyajına kocaman bütçeler ayırırken altyapıyı ihmal etmesinin sonucudur bu yaşananlar.

Marmara Denizi’nin yaşadığı salya felaketi, vahşi kapitalist sistemin bütün yıkıcılığı ile uygulandığı Türkiye’nin bu anlayıştan kurtarılması gerektiğini haykıran bir imdat çığlığı gibidir. Türkiye sanayisinin yarısından fazlası, ülke nüfusunun ise 1/3’i bu denizin etrafında kümelenmiştir. İstanbul’un nüfus artışı engellenmeyip, aksine teşvik edilerek, 7 milyondan 18 milyona çıkartılmıştır. İmar rantı ile her yerin betonlaştırılması, yeşil alanların korunamaması, nüfus artışı, İstanbul’u ve Marmaray’ı kaldıramayacağı bir kirletme yükü ile karşı karşıya bırakmıştır. Gözümüzün önünde can çekişen bir deniz var. Fosseptik çukuruna döndürülen Marmara feryat ediyor. Bu olaydan ibret almak zorundayız. Başkan Erdoğan İstanbul için, “Bu şehrin kıymetini bilemedik. İhanet ettik. Hâlâ da ihanet ediyoruz. Ben de bundan sorumluyum!” (21 Ekim 2017) demişti. Yakın zamanda da Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı Tahir Büyükakın “Biz Marmara’yı fosseptik gibi kullanmışız.” (05.06.2021) dedi.

Çevreyi koruma, çevre kirliliğini önleme gibi çabaların amacı, insanların rahat ve sağlıklı bir çevrede yaşamalarını sağlamaktır. Ancak insanlık çevreyi iyi ve doğru kullanmadığı gibi, yeryüzünü emanet gibi görmüyor, adeta yağmalıyor. Doğayı hiçe sayan anlayış ve uygulamalar nedeniyle çevre dengesi alt üst oluyor, dönüyor dolaşıyor ve sonunda insanın kendisini vuruyor.

Her konuda olduğu gibi ne yazık ki Kanal İstanbul’u da şu an siyasi kamplar hâlinde, aklı ve bilimi bir kenara koymuş vaziyette tartışıyoruz, Kanal İstanbul’un müsilaj da dâhil Marmara Denizi’ni nasıl etkileyeceğine dair elimizde bir model, bir veri yok. Karadeniz ile Marmara arasındaki alt ve üst akıntılar belli, kanalın debisi ve derinliği belli. Bu alanda çalışan bilim insanlarının bu ve benzeri parametrelere göre simülasyon yapması ve elde edilen sonuçlara göre karar verilmesi gerekirken, mesele yine ya bendensin ya da karşımdasın ayrışması şeklinde tartışılmaya devam ediyor.

 

DÜZEN SALYA KUSUYOR!

Türkiye’de yoksulluk, işsizlik, enflasyon, eğitim ve sağlık gibi birçok problem yaşanırken son günlerde Sedat Peker’in YouTube üzerinden yaptığı ifşaatlar gündeme oturdu. Öyle bir oturdu ki, adeta devletin bağırsakları kusuyor. Her videoda “yeni olaylar, yeni isimler, işlenen birçok suç ve bu suça karışan eski-yeni bürokratlar, siyasiler” ülkenin gündemine girdi. Söylenen iddialar göz ardı edilecek şeyler değil. Türkiye’de yaşanan karanlık vakalar, devlet kurumlarının illegal yapılarla münasebetleri, siyaset-mafya-bürokrasi üçgenindeki kirli menfaat ilişkileri, ortaya saçılan vahim ifşaat ve suçlamalar âdeta bir lağım patlaması gibi. Batı basınında da yer bulan, dünya gündemine giren bu kirli ilişkiler Türkiye için iyi bir görüntü vermemektedir. Sedat Peker’in bu ülkedeki kiri, kusuru, günahı faş eden deşifreleri ve buna karşı devlet-yargı cephesindeki suskunluk yine her zamanki gibi bu vaka da örtbas edilecek mi endişesini doğuruyor.

Sedat Peker’in “Biz hepimiz bir aileyiz, her suçta beraberiz” sözünü doğrularcasına, geçmişten bugüne suç örgütlerinin bürokrasi ve siyaset ile ilişkileri hiç değişmemiştir. Bu şebekeler, siyasiler ve güvenlik bürokrasisi tarafından hep kullanılmıştır. Ne zaman ki, çok fazla bilgiye sahip olduklarından dolayı tehlike arz ederlerse ya da aralarında menfaat paylaşımı nedeniyle çatışma yaşanırsa ve ipin ucu siyasete ve bürokrasiye uzanırsa, bunlardan kurtulmak istenir. Birden operasyonların yönü değişir ve birkaç torbacı, aracı derdest edilerek konu bir şekilde kapatılır. Ya da ateş topuna dönen bu kullanışlı adamlar Peker örneğinde olduğu gibi dönüp sahiplerini vururlar.

Bu uluslararası uyuşturucu baronları, silah kaçakçıları ve ihale mafyaları kamuoyunda genellikle hatırlı iş adamları olarak tanıtılırlar. Kapitalist soygun düzeninin türevi olan bu aparatlar, görünüşte hayır hasenatta hayli cömerttirler. Cami, okul ve yurtların açılış törenlerinde devlet adamları tarafından kendilerine plaketler verilir, kurdeleyi birlikte keserler. Normal vatandaşın hiçbir zaman elde edemeyeceği polis ya da istihbaratçı kimliği, sahte pasaport, polis koruması, çakarlı araba gibi imkânların organize suç örgütlerinin liderlerine tahsis edildiği her daim söylenmektedir. Terör ortamları bunlar için çok kazançlı pazarlardır. 1 Mayıs 1977 Taksim katliamını, 12 Eylül öncesi sağsol kavgasında katledilen 5 bin kişiyi, Maraş ve Çorum hadiselerini, Güneydoğu’yu 90’lı yıllarda kasıp kavuran Yeşil’i, 17 bin faili meçhul cinayeti, Yüksekova Çetesini, helikopterlerle taşınan uyuşturucuları, Madımak’ı, Gazi Mahallesi’ni, Susurluk’u, Ankara patlamalarını, hendek kazanlara, halkın evlerini işgal edip patlayıcı ve silah depolayanlara “ilişmeyin” talimatlarını ve daha neler neleri düşünüyor insan. Milletin canını yakan bu olaylara kim sebep oldu, kimler göz yumdu, hangi amaçla yapıldı ve kimler faydalandı soruları peş peşe insanın aklına geliyor.

Bu ülkede provokatif eylemler hiç bitmedi. Son olarak İzmir HDP binasında işlenen cinayet, bu olaydan sonra AK Parti binalarına yapılan saldırılar ve Sedat Peker’in açıklamaları yan yana koyulduğunda sanki bir yerlerden düğmeye basılmış gibi. İhanet ve tuzağın bini bir para. Nasıl Rıza Zarrab’ı Amerika’nın kucağına verdilerse şimdi de Sezgin Baran Korkmaz’ı Amerika’ya kaptırıyorlar. Bu adamı da aynen Rıza Zarrab davasında olduğu gibi Türkiye’ye karşı bir tehdit ve şantaj unsuru olarak kullanacaktır. Bu adamın mal varlıkları üzerindeki tedbirleri ve yurt dışına çıkma yasaklarını kim kaldırdı? Sezgin Baran Korkmaz, sahibi olduğu Paramount otelinde kimleri ağırlamamış ki, gazeteciler, yargı mensupları, siyasetçiler, bürokratlar. Bu iki şahsın Türkiye dışına nasıl çıkarıldığı, kimlerin buna hangi amaç ve menfaat karşılığı göz yumduğu araştırılmalıdır. Sezgin Baran Korkmaz’ın da Zarrab gibi ABD ile anlaştığı ve Türkiye aleyhinde itiraflarda bulunacağı anlaşılıyor. Görüldüğü üzere birkaç açgözlü muhteris görevli yüzünden koca ülkeye tehdit ve şantajla boyun eğdirilmeye çalışılıyor.

Türkiye bu noktaya getirilerken kafa karıştıran bazı noktalar dikkatlerden kaçmıyor. Bildiğiniz gibi, Cumhurbaşkanı Hükümet Sistemine geçiş MHP’nin desteğiyle gerçekleşebilmişti. Anayasa değişikliği gerektiren bu husus milletvekili sayısı yeterli olmadığı için AK Parti tarafından tek başına yapılamıyordu. 15 Temmuz Darbe girişiminden önce başkanlık sistemine ve AK Parti lideri Tayyip Erdoğan’a şiddetle karşı olduğu bilinen ve Erdoğan için “En az PKK kadar tehdittir” gibi çok sert açıklamalar yapan Devlet Bahçeli şaşırtıcı bir şekilde bir anda elini uzatıvermiş, ittifak ortağı olmuştu. Artık biliyoruz ki, AK Parti MHP desteğiyle iktidardadır. Erdoğan ancak MHP desteğiyle cumhurbaşkanı seçilebiliyor. Eski sistemde %35 oyla bile iktidar olabilmek mümkün iken yeni sistem %50+1 oy almak zorunlu ve bu yüzden AK Parti, MHP’nin desteğine muhtaç durumdadır. Ve bu nedenle AK Parti, ilişkinin devam edebilmesi için siyasi tercihlerinde MHP’nin çizdiği sınırlar içerisinde hareket etmek zorunda kalmaktadır.

Ancak anketler, bu birliktelik nedeniyle AK Parti oylarında bir erime yaşandığını gösteriyor. Çünkü Cumhur İttifak’ının yaptığı her yanlışın faturası AK Parti’ye kesilip, ona oy kaybettiriyor. Bahçeli’nin Alaattin Çakıcı’yı cezaevinde ziyaret etmesi ve Çakıcı’nın ceza süresi bitmeden erken tahliye edilmesinin arkasından Sedat Peker videolarının ülke siyasetine bomba gibi düşmesi insanı düşündürmektedir. Sedat Peker’in “ifşaatları” hangi partiye zarar vermektedir? Bu ifşaların MHP’ye dokunan bir yanını gören var mı? Hükûmete bakan vermeyip sorumluluğu paylaşmayan MHP, “kâra ortak ama zarardan uzak” gibi imtiyazlı bir davranış sergiliyor.

Devlet Bahçeli, partisinin gurup konuşmasında, siyasi etik yasasının daha fazla gecikmeden çıkarılması gerektiğini söyledi. Hatırlanacağı üzere, söz konusu kanun teklifi daha önce 2015 yılında siyasetin finansmanında şeffaflık paketiyle beraber gündeme gelmişti. TBMM’de grubu bulunan siyasi partilerin grup başkanvekilleri, genel merkez yöneticileri, il ve ilçe başkanlarına mal bildiriminde bulunma zorunluluğu getirilmesini öngören şeffaflık paketini Erdoğan eleştirmiş, “Böyle giderse görev alacak il ve ilçe başkanı bulamazsınız!” sözleriyle tepkisini dile getirmişti. Bu paket ile belki birçok şaibeli işin önüne geçilebilecekti ama ‘siyasette adam kalmaz’ denilerek izin verilmedi.

Siyasi parti farkı gözetmeksizin belediyelerdeki yolsuzluklar, yandaş kayırmaları ayyuka çıkmış durumdadır. Belediyeler ile ilgili Sayıştay Raporlarına bakın çürümüşlüğü göreceksiniz. Devletin muhtelif birimlerinden çeşitli adlar altında alınan 2-3-4 hatta beşinci maaşlardan bahsediliyor. Rakamlar dudak uçuklatıyor. Bazı bürokratların aylık 50-60- 70 bin hatta 150 bin liralık gelirlerinden bahsediliyor. Sedat Peker’in, siyasetçilerin araçlarına çantalar dolusu para konulduğuna dair iddiaları var. Peker’in ayda 10.000 dolar ödediği siyasetçiler olduğunu İçişleri Bakanı söyledi. Görüldüğü üzere sadece çevre felaketiyle değil, başta siyaset olmak üzere sistemik bir ahlak felaketiyle de karşı karşıyayız.

 

SONUÇTA BAKIN NE OLUYOR?

Gençler dindar görünümlü büyüklere bakıyor. Onların adaletsizliğini, haksızlığını, kul hakkı yediğini, harama el uzattığını, yolsuzluk yaptığını, rüşvet yediğini görüyor. Yolsuzluk iddialarının araştırılmaması, yargılamaya konu olmaması, onlarda umutsuzluğa ve yılgınlığa yol açıyor. Yoksulluk ve açlık sınırındaki yığınlardan toplanan vergilerin israf edilmesi, devlete, hukuka ve adalete duyulan güvenlerini sarsıyor. Siyasi tartışmalar onları ilgilendirmiyor. Onlar, fakirin derme çatma evi haksız imar uygulamaları ile yıkılırken, güçlü ve zenginlerin sahillerde, yeşil alanlarda ve dahi tarım arazilerinde imar kanunlarını delerek yükselttikleri gökdelenleri gördükçe isyan ediyorlar. Onlar bu kirlilik neden diye soruyorlar. Sonra ne oluyor; her üç gençten ikisi Türkiye’yi terk etmek istiyor. Çünkü eğitim ile istihdam arasındaki bağ koptuğu için genç kesimdeki işsizlik had safhadadır. 5 milyon gencin KYK borcu vardır. İşsizlik nedeniyle KYK’ye borcunu ödeyemeyen 300 bin genç hakkında e-haciz işlemi uygulanmıştır. Birleşmiş Milletler’in 149 ülke arasında yaptığı değerlendirmeyle belirlediği Dünya Mutluluk Raporu’nda Türkiye 104. sıradadır.

Bazı Müslümanlar zenginleştikçe ve iktidar sahibi oldukça kapitalist kültürle bütünleşip bu dönüşümün parçası hâline geliyorlar. Maddi zenginleşme ve iktidar gücü arttıkça çürüme de artmaya başlıyor. Bu kesim dinî değerlerimizi yok sayan bir sistemin muhibbi ve aşığı olmak yolunda ilerliyor. Maneviyat kaybı ile birlikte elitistleşme, zenginlik ve gücü gösteriye dönüştürme şımarıklığı başlıyor. Din zahiri olana, görüntüye ve gösterinin içine hapsediliyor. Özünde bilgi, çalışma, üretme, dürüstlük, ahlak ve vicdan gibi değerler olan din yalnızca dış görünüşe indirgeniyor. Bahsi edilen dönüşüm tam da Büyük Sıfırlama (Great Reset) sürecinin tasarımcılarının hedeflediği yeni düzen kurgusuna tekabül etmektedir. Plan işliyor yani.

Yetkililerin kamuoyunu sarsan yolsuzluk iddiaları karşısında duyarlı olması, meclis soruşturması mekanizmasını harekete geçirmesi gerekirdi. Ne yazık ki, kamuoyunun önemli bir kesimini rahatsız eden yolsuzluk iddialarını açığa çıkarmak yerine suskun kalmak tercih edilmiştir. CHP milletvekillerinin Ruhsar Pekcan hakkında ortaya atılan iddiaların araştırılması için verdikleri önerge, AK Parti ve MHP oylarıyla reddedilmiştir. Sedat Peker’in yayınladığı videolardaki “yolsuzluk iddiaları” hakkında meclis araştırması yapılması için HDP’nin verdiği araştırma önergesi de yine AK Parti ve MHP oylarıyla reddedilmiştir. Bu gibi davranışlar kamu vicdanını derinden yaralamaktadır.

Milyonlarca insanın açlık ve yoksulluk sınırı altında yaşadığı bir toplumda insanların gözüne sokulurcasına gösterilen haksız kazanç ve zenginlik imajları kamu vicdanını yaralamaktadır. Müslüman olarak görünüp Müslümanca yaşamayan, iman ettiği hâlde gereğini yerine getirmeyen, hakkı, hakkaniyeti gereğince dillendirmeyen, yaşantısıyla inancı biribirine uymayan ama buna rağmen en iyi Müslüman olduğunu söyleyen bir taifenin varlığı gençleri üzmekte, dinden uzaklaştırmaktadır. Milli eğitim müfredatının ve politikasının amaca uygun olmaması, eğitimin yetersizliği, din dilinin gençlerin kalplerini açamaması, gördüklerinin kafaları ile uyuşamaması nedeniyle meydana gelen boşluk uyuşturucu, deizm, ateizm ile doldurulmaktadır.

 

YAŞANAN KİRLİLİK KİŞİSEL DEĞİL SİSTEMİKTİR

Toplumumuz 19. yüzyılın ortalarından itibaren Batı tipi bir modernleşmeye sürüklenmiştir. Ama bu modernleşme, hem modernleşmeyi yürüten aktörleri tatmin etmemiş hem de modernleşme ameliyesine tabi tutulan geleneksel kesim tarafından tam benimsenmemiştir. Sonucunda ucube bir toplum düzeni ortaya çıkmıştır. Bugün içinde yaşadığımız sıkıntılar Batı tipi modernleşmenin bir deli gömleği gibi zorla bu topluma giydirilmesi, buna karşılık Müslümanların kendine özgü bir alternatif oluşturamamasından dolayıdır. Türkiye’nin bugün yaşadığı sorunların temelinde, bir anda bir halkın dilini, kültürünü, ideolojisini değiştirmek yatıyor. Türkiye şimdi bunun bedelini ağır bir şekilde ödüyor.

Dünyada da insanlığın liberal kapitalist sistemle gidebileceği bir yer bulunmuyor. Demokrasi kılıfı altında tam bir aldatma, sömürü ve soygun düzeninin meşrulaştırılması üzerine bina edilen bu sistem insanlığı mutlu etmemiş ve yarı yolda bırakmıştır. İnsanı ailesine, çevreye, tabiata yabancılaştıran bu sistemde hayat insan odaklı değil, benmerkezci, materyalist sanal bir dünyaya doğru hızla ilerliyor. Bu sistemde oyuncular, büyük çoğunluğu borsa, finansal kâğıt oyunları, türev finansal ürünlerle sanal bir kapital oluşturarak bunu ekonomiye dâhil etme ve soygun yoluyla daha çok para kazanmaya çalışmaktadır. İnsan emeğini sömürüyor, doğa katliamı yapıyor, haksız kazanç elde ediyorlar. Dünyada bugün en büyük sorun; bu adaletsiz soygun sisteminin hükümetler tarafından desteklenmesi, bu talancıların çevreyi kirleterek, ekilebilir toprakları, ormanları yok ederek talanlarına devam etmeleridir.

Mevcut düzen değişmediği sürece, haklının güçlü olduğu bir dünya kurulmadığı sürece, gücü elinde bulunduranlar her şeyin sahibi olmak isteyecek, güçsüz olanlar her şeyini kaybetmiş olacak, kontrolsüz ve denetimsiz iktidarlar devam ettiği sürece istenen huzur ve refah ortamı bir türlü tesis edilmeyecektir.

Bizim gibi medeniyet kodları ve değerler sistemi Batı’dan farklı toplumların, izzet ve şerefi İslâm’da aramak yerine, zulümden başka bir şey getirmeyen batı toplumunu kurtarıcı gibi görmesi zihinsel olarak ne kadar çökmüş olduğumuzu göstermektedir. Kendi ütopyalarımızı kurmaktan ziyade, başkalarının ütopyaları içinde bir yer edinmeye çalışan bir aydın ve siyasetçi tipi ile karşı karşıyayız. Bunun en güzel örneği Avrupa Birliği ve ABD ile ilişkilerde ortaya çıkmaktadır. Millete rağmen kurulmuş bu yozlaşmış düzenin artık dikişleri sökülmektedir. “Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d,11) ayeti mucibince bilinçli bir Müslüman olarak bu düzene direnmenin zamanıdır.

“Keşke dindarları ve âlimleri onların çirkin söz söylemlerine, haram yemelerine engel olmaya çalışsalardı” (Mâide, 63) diye buyuran Rabbimizin emri ortada iken sisteme karşı gelmek yerine, makul ve uyumlu görünmek gibi bir gayret var çoğu insanda. Sisteme sınır çizmenin gerekli olduğu yerde bu sınırları çizmemek düzene teslimiyet ile sonuçlanır. Bugüne baktığımızda maalesef çoğu Müslümanın düzenle irtibatlarında hem işbirlikçi hem de teslimiyetçi olduğunu üzülerek görüyoruz. Tüm dünyalık tutkulara, heva ve heveslere itinayla İslâmî kılıflar üretme konusunda büyük maharetler kazanıldı zaman içerisinde. Yeni bir toplum inşa etmek için çalışmak yerine düzen muhafızlığına soyunanlar, Batı medeniyetinin önümüze koyduğu bu seküler kapitalist Kemalist düzen karşısında diz çökmüşler demektir. Çoklu organ yetmezliği yaşayan bu sisteme, savunulur tarafı kalmamış olan bu düzene bir itirazımız yoksa ya akletmiyoruz ya da köle ruhluyuz demektir. Sistemin temel felsefesine, ilkelerine, dogmalarına, putlarına dokunamıyorsanız, değiştiremiyorsanız, o zaman siz orada cari sistemin bekçisisiniz. Değirmen onların değirmeni ve siz ona sürekli buğday taşıyan, arızasız çalışmasını sağlayan memurlarısınız.

“Neden bu hâle geldik, ne oldu bize, bu işte payımız nedir?” diye kendimizi sorgulamamız ve bu vurdumduymaz tavrımızdan vazgeçmemiz gerekiyor. Bu toplumun bir ahlak sorgulamasına ihtiyacı vardır. Merhum Nurettin Topçu, bir Müslümanda “mesuliyet ahlakı” ve “isyân ahlakı” olması gerektiğini söylüyor. İşini doğru ve güzel yapacak; her zaman hem mesuliyet ahlakı ile hesap vermesini hem de isyân ahlakı ile hesap sormasını da bilecektir. Ama ne yazık ki bunu yapacak insan pek azdır.

 

TÜRKİYE YENİ BİR İHYA HAREKETİNE MUHTAÇTIR…

Dünyanın çevre sorunları başta olmak üzere Covid-19 salgını ve ekonomik kriz gibi büyük sorunlarla boğuştuğu, Korona salgınının oluşturduğu kaos ortamında büyük sıfırlamaya start verildiği, güç haritalarının yeniden oluştuğu gelişmelerin arkasında yeni bir dünya düzeni planı yatmaktadır. 1929 Büyük Buhranı sonrasında olduğu gibi iktisadi düzenin yeniden inşa edildiği, insani ilişkiler ve toplumsal düzenin yeniden tanımlandığı, yeni değer sistemlerinin kurgulandığı yeni bir dünyaya doğru ilerliyoruz. O nedenle, yeniden kurgulanan ve adım adım inşa edilen günümüz dünyasında kavga çok büyük!

Böyle bir ortamda, Türkiye’nin sağlam bir gelecek inşa edebilmesi için her şeyden önce kendisini iyi tanıması, bugün bulunduğu yerin muhasebesini yapması ve sahip olduğu değerleri doğru tespit etmesi gerekmektedir. Başkaları kendi programlarına ve gelecek planlarına göre gündemi tespit ederken, biz onları takip etmekten, onların oluşturdukları sorunlara cevap bulmaya çalışmaktan kendi gündemimizi ve programımızı bir türlü oluşturamıyoruz. Öncelikle yapılması gereken şey, inisiyatifi ele alıp kendi geleceğimizi belirleyecek gündemi kendimizin oluşturmasını sağlamaktır. Daha güçlü olabilmek ve insanlığa huzur ve adalet getirebilmek için dünyadaki yerimizi, birikimlerimizi ve değerlerimizi korumamız ve geliştirmemiz gerekmektedir. Bunun önündeki en büyük engel ise özgüvenden mahrum ve değer merkezli olmayan zihni yapımızdır. Gelecek tasarımları önce zihinlerde ortaya çıkar, belli bir süreçten geçtikten sonra hayat ve gerçeklik kazanır. Siyaset ve sermayenin aydınlar ve fikirler üzerinde baskı kurup söz sahibi oldukları toplumlarda, aydınlar sermayedar ve siyasetçilerin sözcüsü hâline gelirler. Günlük politikanın kuyruğuna takılanlar ideallerinden sapanları eleştirmek yerine, meşrulaştırmak için çalışırlar. Hâlbuki namuslu aydının görevi, kendi değer ve idealleri ışığında sosyal eleştiride bulunmak ve gidişatı sorgulayıp, sorumlular maşeri vicdanda hesaba çekmek olmalıdır.

Uzun yıllar kendi tezlerini üretmek yerine sadece reaksiyoner tavır sergileme ve antitez pozisyonda kalmak toplumda etkili olmuş ve bunun maliyeti de çok ağır olmuştur. Şimdi de sorgusuz-sualsiz itaat etmenin peşindeyiz. Bu millet bir lideri kutsamaktan çok çekti. Meselenin halledilmesi, insani adil bir düzenin kurulması için her alanda kararlı, inisiyatif sahibi, hakkı ve adaleti gözeten, birikimli güçlü aydınlara/kadrolara ihtiyaç vardır. Yanlışlara itiraz edenlere ve ardından yol gösterenlere “Şimdi sırası mı?” diye çıkışıp tepkileri erteleyerek bugünlere geldik. Şu ölümlü dünyadan göçüp gitmeden, hesap günü gelip çatmadan, “Şimdi değilse ne zaman” konuşup amel edeceğiz?

 

Metin Alpaslan / Umran Dergisi 323. Sayı