Batı özgürlüklerin sınırına mı dayandı?

Fikir
İhsan Aktaş’ın Star Açıkgörüş’teki yazısı… Avrupa’da demokrasisinin kökleri oldukça derindir. Tarih yazımcılığı ekonomik ve politik gücü elinde bulunduran Avrupa’nın etki alanına girdiği için Av...
EMOJİLE

İhsan Aktaş’ın Star Açıkgörüş’teki yazısı…

Avrupa’da demokrasisinin kökleri oldukça derindir. Tarih yazımcılığı ekonomik ve politik gücü elinde bulunduran Avrupa’nın etki alanına girdiği için Avrupa tarihi gibi Avrupa demokrasi tarihi de insanlığın tek demokrasi hikayesidir. Evrensel olduğu varsayılan ve bütün dünya milletlerinin eğitim müfredatında anlatılan da Avrupa demokrasi tarihidir. 

Resmi Demokrasi tarihinde övgüyle bahsedilen Yunan Demokrasisi denilen demokrasi biçiminin, sadece soylulara söz hakkı tanıyan, halkın büyük kesimini dışarıda bırakan yapısı da bu anlatıda genelde görmezden gelinir.

Bu demokraside kadınların, kölelerin ve yabancıların söz hakkı yoktu. Aslında o ünlü doğrudan demokrasi ancak halk katmanları maaşa bağlanınca gerçekleşti ki, bu durum da halkçı tiranlar aracılığıyla oldu. Bu ünlü demokrasinin miadı

Sokrates’te son buldu.

Orta çağın sonlarında tekrar alevlenen demokrasi talepleri ise Aristokrasi karşısında sıkışan Burjuvazinin (kent soylu) Aristokrasi ile mücadelesinde yeni müttefiklere ihtiyaç duymasının bir sonucu olarak ortaya çıktı. Ancak geniş halk kitlelerinin de desteğiyle iktidarı ele geçiren Burjuvazi iktidara yerleşmesinin ardından kendi sınıfsal çıkarlarını korumak için sistemi bazen halkın rağmına dönüştürdü. Yani Burjuvazi sıkıştığı anlarda demokrasi taleplerini bayraklaştırdı, kendisini güvende hissettiği anlarda ise demokrasi isteklerine kulak tıkayıp kendi âli çıkarları için demokrasi dışı güçlerle bile işbirliği yapmaktan çekinmedi.

Kıta Avrupa’sında demokrasinin en gelişmiş hali ikinci dünya savaşından sonra uygulama alanı bulmuştur. Fransız Devrimi ile Cumhuriyet fikrini bir idea haline getiren Batı, ne yazık ki o büyük sarsıntıya dek insanlığın önüne örnek gösterilebilecek bir demokrasi uygulaması koyamadı. 19. yüzyılın son yarısı ve 20. yüzyılın ilk yarısı Avrupa açısından, faşizmin, diktatörlüklerin, soykırımların, savaş ve acıların tarihidir.

Genel oy hakkının kadınları da kapsamına alması birinci dünya savaşı sonuna kadar çok az ülkede hayata geçirilebildi. Sendikal haklar, genel ifade özgürlüğü, inanç ve ibadet özgürlüğü gibi bir çok konu, refah toplumu denilen ve orta sınıfların yükselişe geçtiği ikinci dünya savaşı sonrası dönemde gündeme gelebilmiştir.

İkinci dünya savaşından sonra Avrupa devletleri bir ütopya olarak görülen demokrasi ve özgürlükleri geliştirdi ve içselleştirdi. Demokrasi ve özgürlükler bütün dünyaya örnek olarak sunulan bir seviyeye ulaştı. Çağdaş batı değerleri dediğimiz özgürlükler, insan  hakları, kadın hakları, işçi hakları hatta hayvan hakları ile ilgili olağanüstü bir seviye yakalandı. 68 kuşağının ve sol kültürün bu gelişmelere olumlu katkıları oldu elbette. Ancak bu gelişmeler Batı dışında kalan dünyada makes bulmadı ya da bulamadı. Zaten Batı’nın kendi çıkarlarına dokunmadığı sürece totaliter sistemlerle bir sorunu yoktu. Hatta totaliter rejimler daha kullanışlı bile olabilirlerdi.

Sosyalizm tehlikesini ancak refahı toplumun geneline yayarak atlatan batı, Demokratik talepler çerçevesinde de demokrasinin sınırlarını oldukça genişletti. Sovyet Bloku’nun çökmesiyle birlikte ise demokrasi yavaş yavaş rafa kalktı ve 11 Eylül ile birlikte yeni bir totaliterlik biçimine dönüştü.

Çok kültürlü olamayış

Sömürgecilik döneminde işgal ettikleri bölgelerde öteki ile karşılaşan batılılar köle ticareti ile beraber kendi şehirlerinde yabancı görmeye başlamışlardır. Ancak öteki ile olan tecrübedeki yetersizlik ya da ötekiyi aynıda eriten batı kültürcülüğü bu konuda da Eski Yunan’a çok şey borçludur. Pers savaşında başarı sağlandıktan sonra Perslere yönelik basbayağı bir ırkçılık dalgası yaratan Batı, daha o zamandan doğuyu içine alamadı. Buna mukabil o aşağıladıkları Pers İmparatorluğu, bünyesinde onlarca yabancı unsuru hiç bir zorluk çekmeden barındırabildi. Özcü suçlamasını göze alarak diyebilirim ki Doğu temelli İmparatorluk kültürü kentçi demokrasiden çok daha açık bir kültür oluşturabildi. Roma’da da bu  ayrımcılığın örneklerini görmek mümkündür. Roma’nın da sınıf temelli bir ayrımcılığın, ötekine karşı açık olmayan bir kültürün geliştiği ve Romalı olmayan herkesi Barbar ilan eden bir anlayışın varlığı inkar edilemez. Batı merkezli siyasal sistemlerin ve pratiklerin kendisi dışındakiyle ilişkisinin ne denli sorunlu olduğu sömürge dönemi uygulamalarında en somut haliyle müşahede edilebilir. Avrupalı olan ve aşağı ırklar kavramsallaştırması o dönemde kilise metinlerinde bile kendisine yer bulabiliyordu.  Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, ünlü “Aydınlanmacılık”, aynı zamanda ırkçılığın da kaynağı olabildi.

Batı ülkelerinin Hıristiyan olmayan dinlerle ilişkisine geçmeden; Orta Çağ ve sonlarındaki batı şehirlerinin kabullenme ve dışlama açısından durumlarına bir göz atalım: Şehirler Batı Şehri ve doğu şehri diye ikiye ayrılır. Batı şehirleri nüfus itibariyle Hristiyan’dır, tekçidir, dışlayıcıdır. Bizim ilahi din diye tasnif ettiğimiz dinlerden Yahudilik Hz. İsa’yı öldüren adamların dinidir.  İslam ise Hıristiyanların nezdinde bir sapma, putperestlik  gibi bir dindir. Eğer bir Hıristiyan İslam’ı din olarak kabul etse zaten kendi dini hükmen ortadan kalkmış olur. Bu sebepten batı şehirleri tarih boyunca yalnızca Yahudileri kentlerine kabul etmek zorunda kalmışlar ancak onları da gettolara kapatmışlardır.

Orta çağ kentlerini Doğu kentlerinden farklı kılan özellik, bu kentlerin kale içinde bir nüfus barındıracak ölçüde küçük olmasıydı. Nüfusları da 10 bin ila 70 bin arasında değişmekteydi. Bu şehirler birer piskoposluk şehriydi. Bu nedenle de “ötekine” açık değillerdi.

İslam şehirleri ise Batı şehirlerinden çok daha gelişmiş ve çok daha kalabalıktı. İslam şehirlerinin nüfusu 50 bin ile 200 bin arasında değişebiliyordu. Doğal olarak kalabalık olan bu şehirlerde çok çeşitli dinlerden ve milletlerden insanlar yaşamaktaydı. Ancak bu şehirlerde Avrupa şehirlerindeki gibi Yahudi ya da Hrıstiyan gettoları mevcut değildi. Ortaçağ dahil İslam kentleri tarih boyunca kozmopolit, çok kültürlü ve kabullenici olmuşlardır. Hıristiyanlar ve Yahudiler İslam şehirlerinde rahatça yaşamışlardır ve kendi kültürlerini rahatlıkla koruyabilmişlerdir. Çünkü İslam dini inanç olarak ilahi dinleri kabullenir. Bir Müslüman için Hz. İsa, Hz. Musa tıpkı peygamberimiz gibi inandığımız peygamberlerdir. Bu yüzden İslam şehirleri kalabalıktır, mamurdur, Hıristiyan ve Yahudi nüfus çoğu zaman Müslümanların nüfusuna denk olmuştur. Bağdat, Kudüs , Kurtuba, İstanbul, Halep, İzmir Saraybosna üç dinin mensuplarının bir arada, huzur içinde yaşadığı  kentlere örnektir.

Birinci dünya savaşından sonra Selanik’ten ayrılmak zorunda kalan bir Yahudi yazar  “Selanik ah Selanik ‘’ adlı kitabında: “Selanik’te ezan sesi kesildiğinde, dünyanın en renkli kenti olan Selanik, tek dinli hatta tek mezhepli bir Hristiyan kentine dönüşmüştü. Kısa zamanda Müslümanlar, Yahudiler kenti terk etmek zorunda kalmışlardı” diye yazar.

Nazi Almanyasında gördüğümüz Yahudi düşmanlığı ve soykırım, sadece sapık bir liderin paranoyasının yansıması değildir. Katliamlar işlendiği esnada yaşanan suskunluk, Kilisenin bu katliamlar karşısında tavrı, aynı zamanda  Avrupalı Hıristiyanların inanç temellerinde bu nefretin ne denli köklü olduğunun da bir göstergesidir. Ortaçağ  Hıristiyan şehirlerinde  bütün hastalıkların ve kötülüklerin Yahudilerden geldiğine inanılırdı. Gettolara kapatılmaları bu yüzdendir. Avrupa’da Anti-Semitizm  yasasının çıkarılması tesadüf olmasa gerek.

Batı devletleri ve şehirleri sömürge döneminde köle olarak tanıştıkları öteki ile, Afrikalı ve Asyalı Müslümanlarla ikinci dünya savaşı ertesinde bir kez daha karşılaştılar. Bu kez, göçmen ve çarklarını döndürmeyi sağlayan işgücü olarak kentlerinin çeperlerine doluşmuştu bu insanlar. Avrupa değerleri bu güne kadar alışık olmadıkları insanlarla bir arada yaşamaya zemin hazırladı ve fırsat verdi. Avrupa refahı ve zenginliği bu süreci destekledi. Çünkü Avrupa’daki Müslüman Afrikalı ve Asyalılar onların refahını tehdit etmiyordu. Hatta bu refahın kaynağıydılar da bir bakıma.

Soğuk savaşın bitmesi, 11 eylül saldırıları, Birleşmiş Milletlerin adalet dağıtma vasfının yok olması, Güvenlik konseyinin keyfi davranışları, Batı’da ekonomik durgunluk ve işsizliğin artması; Avrupa’da ırkçılığın yeniden yükselmesine sebep oldu. Ancak Avrupa demokrasilerinin krizi sadece çok kültürlü bir demokrasi noktasındaki eksikliklerden ibaret değildir. 11 Eylül Avrupa’da giderek aşınmakta olan ünlü liberal demokrasinin sonunu getirmeye yetti ve Avrupa Demokrasiden Faşizme kaz adımları ile ilerler oldu. Bırakın doğrudan demokrasiyi, İtalya’da Yunanistan’da teknokrat hükümetleri kuruldu.

Gözetim ve militarizm

11 Eylül ile birlikte aslında küreselleşen yeni kapitalist dalganın giderek sosyal hakları tırpanlaması ve yönetimin giderek elitler düzeyinde piramidal bir hal alması demokrasinin sınırlarını giderek daraltmaktaydı. Bireylerin kendi mahrem alanlarına çekilmeleri neticesinde, kitlelerin artık siyasete ve kamusal özgürlüklere yönelik ilgisizliği, farklı türden bir totaliterliğin hayata geçmesine neden oldu. ABD’li siyaset bilimci Sheldon Wolin tarafından ifade edilen tersten totalitarizm ve yönetilebilir demokrasi uğruna gerçek sivil özgürlüklerin feda edilmesi ile tanımlanan bu süreç 11 Eylül ile bir polis devletine dönüştü. İşkence, kötü muamele, sistematik ayrımcılık vb. insan hakları artık normalleşmeye başladı.

Nasıl Yunan Demokrasisinin sınırı Sokrates oldu ise, Liberal Batı demokrasinin sınırı da göçmenler oluverdi.

Gelinen noktada, sıkı bir gözetim ve dinleme ağı ile devlet artık sosyal hayatın her boyutunu kontrol atında tutmaktadır. Güvenliğin özelleşmesi, orduların profesyonelleşmesi, ordu-polis arasındaki ayrımların kalkmasına yol açarken, askeri teknolojilerin doğasındaki dönüşüm de gündelik hayatın görünmez bir baskı ağı ile kuşatılmasını beraberinde getirdi. İstihbari bilgi, sıradan bir casusluktan nüfusa ait her şeyin bilgiye dönüşmesine yol açtı. Bireysel mahremiyet ortadan kalktı. Artık mahrem alan devletin olağan bilgi toplama faaliyetinin bir parçası haline geldi. Polis’in makbul vatandaş dışında kalanlara karşı oldukça sert önlemlere başvurması artık sıradanlaştı.

Avrupa’da ötekinin şeytanlaştırıldığı günlere yenden dönüldü. İnsan hakları konusunu bir emperyal istismar faaliyeti kılan Batı’da insan hakları alanında yaşanan derin dönüşümün ve geriye gidişin işaretleri görülmeye başlandı. Bu durum bize tek bir soru sordurur. Avrupa kendi değerlerinin ve özgürlüklerinin sınırına mı geldi?