Al Jazeera’nin baş siyaset uzmanı Marwan Bishara’nın Al Jazeera Türk’teki analizi…
Bundan yirmi beş yıl önceydi. Amerika Birleşik Devletleri, Soğuk Savaş’ın galibi olmuş, Sovyetler Birliği dağılmıştı. Avrupa ülkeleri, büyük bir hevesle ortak bir siyasi birlik çatısı altına girip, ortak para birimine geçti. NATO, hangileri ittifaka katılır diye gözünü eski Doğu Bloğu ülkelerine çevirdi. ABD’nin serbest ticaret ve liberal demokrasi vizyonu, küreselleşmenin alamet-i farikası haline geldi. Yarım yüzyıllık bir çatışma mutlu sonla bitmişti. Ya da işin görünen yüzü öyleydi.
Bugünse her şey birden bire hız kesmiş, daha da kötüsü tersine dönüyor gibi bir tablo ile karşı karşıyayız. [İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden çıkması yönünde sonuçlanan] Brexit referandumu, daha açık ve birlik içinde bir dünya fikrinden uzaklaşıp milliyetçiliğe dönüşün açık bir göstergesi. Fransa’daki ön seçimler, İtalya ve Avusturya’dan çıkan seçim sonuçları da benzer milliyetçi duyguları işaret ediyor. [20 Ocak’ta göreve başlayacak yeni ABD Başkanı] Donald Trump’ın – elbette diğerlerinden daha yüksek sesle – seçim kampanyasının merkezine göçmen karşıtlığı, serbest ticaret karşıtlığı ve küreselleşme karşıtlığını koyması da zaten her şeyi anlatıyor.
Tüm bunlar ve ilaveten Trump’ın Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e olan hayranlığı, Batı’nın büyük ideallerinin ciddi biçimde yıprandığı ve sistemin gözlerimizin önünde çözüldüğü izlenimini veriyor.
Peki yanlış giden neydi? Amerikan yüzyılının sonu mu geldi?
Buna ilk tepkim, durup “hemen sonuca varma” demek. Sonuçlar bariz olsa bile…
“Doğrusunu söylemek gerekirse, dünya gitgide İsrail’in Filistin işgalinin küçük bir modeli gibi olmaya başladı. Bir tarafta hakim ve müreffeh, ancak giderek yabancı düşmanı ve endişeli hale gelen güçler; diğer tarafta ise savaş yüzünden harabeye dönmüş, yoksul ve başkaldıran az gelişmiş ülkeler… Her ikisi de siyasi ve teolojik aşırılıklara doğru kayan ve asimetrik çatışma içerisinde iki taraf…”
Batı daima kriz ve rekabetten beslendi. Avrupa, aralıksız şok tedavisi ile kendini yenileyip genişledi. İngiltere aslında hiçbir zaman Avrupalı olmak istemedi. İtalya’da hükümet düştü, evet, ama İtalyan hükümetlerinin olayı bu zaten. Ülkede 70 yılda 65 kez hükümet değişti. Fransız liderler arasındaki farklar da aslında ancak Fransızların fark edebileceği bir şey. ABD ise kendini yeniden keşfetme işinde Hollywood ile yarışır.
Ama yine de tedirginlik geçmiyor. Görünen o ki, gerçekten daha derin bir kriz söz konusu. İngiltere, ABD ve Fransa’daki seçimlere ilk elden tanıklık etmiş biri olarak, ortada derin bir öfke, hiddet ve hatta ihanet duygusu var. Sanki Batılılar yolun sonuna gelmiş, bir dağın tepesinden aşağı düşüyor gibi… Galipler bile çoğu zaman kızgın görünüyor.
Böylesini bırakın öngörmeyi, kim hayal edebilirdi?
Aslına bakılırsa pek çok kimse… Bunlar Moskova’da, Pekin’de, Budapeşte’de, Kahire’de, Sao Paolo’da, Nairobi’de zaten dillendiriliyordu. Washington ve Londra’nın kendi kendilerini takdir etmesi, dünyanın diğer yerlerinde küstahlık olarak görülüyordu.
Peki ama tren ne zaman ve nerede raydan çıktı?
Her şey 1991’de başladı. Kök nedenleri iki ana başlık altında özetlemek mümkün.
Stratejik küstahlık
ABD’nin dünyanın “tek” süper gücü olduğu inancıyla coşan, tarihin sonunun geldiğine, demokrasi ve kapitalizmin nihayet uygulanabilir ve makul tek ideoloji olarak kabul gördüğüne, diğer tüm ideolojilere galip geldiğine ve yerini asla başka ideolojilerin alamayacağına kanaat getiren lider güç, bunu ispat etmek, bununla gösteriş yapmak, dünyanın geri kalanına zaferini göstermek için büyük bir olay istiyordu. Berlin Duvarı’nın çöküşü gibi, ama ondan daha büyük ve tantanalı bir şey…
Diğer yandan, onlarca yıldır sınırsız miktarda askeri araç ve gereç geliştiriyor, imal ediyor ve stokluyorlardı. Bunlar kullanılmaya hazır vaziyette bekliyordu. Ancak Sovyetler Birliği çökünce kullanılmaz olmuşlardı.
Tam da bu noktada sahneye, İran’la yapılan sekiz yıllık yıkıcı savaşın ardından Kuveyt’i işgal ve ilhak etmeye karar veren, Irak lideri Saddam Hüseyin girdi. Onun bu çılgınca hamlesi, Batı’ya kusursuz bir gerekçe sağlamış oldu. Ne de olsa kimse Amerika’nın gözetimi altındaki petrol zengini Körfez ülkeleri ile uğraşamazdı.
Washington ve Londra, diplomasi taleplerini reddetti. Hayret verici uluslararası bir koalisyon kurarak haftalar içerisinde yarım milyondan fazla askeri Körfez’e konuşlandırdılar. İki ay süren hava saldırıları ve çarpışmaların ardından, Saddam’a bağlı kuvvetler iki günde Kuveyt topraklarından çıkarıldı. Her açıdan kârlı bir savaş olmuştu.
Fakat savaş başka araçlarla, uçuşa yasak bölgelerle, yaptırımlarla, önleyici hamlelerle – hatta hem Irak hem de İran’a yönelik “çifte önlemlerle” sürdü.
ABD, aynı yıl uluslararası bir barış konferansı topladı. Amaç, İsrail merkezli bir “Yeni Ortadoğu Düzeni” kurmaktı. Tıpkı Batı’nın “Yeni Dünya Düzeni”nin merkezi haline gelmesi gibi… Fakat ABD, İsrail’in barışa karşılık Filistin’deki işgale son vermesini sağlamanın derdinde olmadı veya bunu başaramadı. Çatışmayla birlikte de şiddet de devam etti.
Batı’nın bu üstünlük gösterisi, 11 Eylül saldırıları ile paramparça oldu. Amerikan askerlerinin 1991’de Suudi Arabistan’a konuşlandırılmasını El Kaide’nin çıkış şiarı olarak kullanan Usame bin Ladin, çok sayıda masum insanı öldürerek “Büyük Şeytan”ı kalbinden vurdu: Zafiyet, kafa karışıklığı, küçük düşme, kötümserlik.
Bin Ladin henüz kaçak durumdayken, ABD, İngiltere ve “gönüllüler koalisyonu” Afganistan’daki rejimi değiştirme amacıyla – ki bu amaca henüz ulaşılamadığı gibi asla da tam manasıyla ulaşılamayacak – Irak’ta yeni bir savaşa girişti. Önceki Irak savaşının aksine, bu kez yaptıklarına meşruiyet kazandırmak için Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararı peşinde de koşmadılar.
Ancak bu ikinci savaş, Batı’nın hakimiyetini değil, gücünün sınırlarının en son noktasını ortaya koydu. Trilyonlar harcandı, binlerce insan öldü, geride bir kaos ortamı oluştu ve yine de hiçbir şey elde edilemedi. Zaman içerisinde ise “teröre karşı savaş”a dönüşerek İslam dünyasının her yerine yayıldı.
Batı’nın stratejik sınırlarını en son Libya’daki askeri müdahalede, Suriye meselesindeki hareketsiz tutumda ve son üç yılda Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) ile mücadelede tamamen yetersiz kalınmasında gördük. Tüm bu krizler, yüz binlerce insanın ölümüne, milyonlarcasının mülteci durumuna düşmesine neden oldu. Üstelik o mültecilerin birçoğu, Avrupa kıyılarına dayandı.
Doğrusunu söylemek gerekirse, dünya gitgide İsrail’in Filistin işgalinin küçük bir modeli gibi olmaya başladı. Bir tarafta hakim ve müreffeh, ancak giderek yabancı düşmanı ve endişeli hale gelen güçler; diğer tarafta ise savaş yüzünden harabeye dönmüş, yoksul ve başkaldıran az gelişmiş ülkeler… Her ikisi de siyasi ve teolojik aşırılıklara doğru kayan ve asimetrik çatışma içerisinde iki taraf…
Ekonomik küstahlık
Buraya kadar bahsettiklerimiz siyasi felaketlerdi. Sonrasında ise, zincirlerinden kurtulan kapitalizmin kusurları ani bir şekilde kendini gösterdi. Silah üreticileri ve petrol şirketleri nasıl Ortadoğu’da dış siyaseti bozduysa, bankalar ve finans sektörü de ekonomiyi mahvetti.
Sonunda Batı’nın en büyük bankaları önce yalpalamaya, ardından da düşmeye başladı. Altında yatan sebep ise aynıydı: Küstahlık. Batı’nın inancına göre, kendilerinin “ideal”i öylesine mükemmel ve harikaydı ki, kapitalizm adına yapılan her şey, doğası gereği doğru olmalı ve herkesi mutlu etmeliydi.
Açgözlülüğü, ahbap-çavuş kapitalizmini, gerçeğe aykırı beyanatı ve hatta dolandırıcılığı dizginlemeye gerek yoktu. Giderek artan gelir eşitsizliği, disiplinden, gayretten ve bilhassa eğitimden yeterince nasibini almamış, “daha az eşitler” diye tabir edilen kesimin suçu olmalıydı. Servetin açgözlü kodamanların elinde toplanması ise meziyetlerinin bir ödülüydü. Herkes bunu anlayıp tasdik edecekti. Ancak bunun hiçbir doğru yanı olmayan, her açıdan yanlış bir düşünce olduğu anlaşıldı.
“İki ihtimal var: Ya bir yeniden uyanış yaşanarak Batılı idealler tazelenip yeniden keşfedilecek ya da yeni liderler, ülkelerini büyük yapan kurumları hırpalayıp ittifakları zayıflatacak ve Batı’nın ve Soğuk Savaş sonrası dünya düzeninin çöküşüne neden olacak.”
Asya ve Latin Amerika’nın ucuz işgücü ve giderek yükselen çalışan, orta sınıfları ile rekabet etmek için ulusal ekonomilerine yeniden yatırım yapma ve kendi ülkelerindeki emekçi sınıfını güçlendirme yoluna gitmeyen Batılı büyük şirketler, böylelikle vatanseverliğin yanından bile geçemediklerini göstermiş oldular. Nitekim, bu çok uluslu şirketler, her zaman ucuz iş gücünün ve vergiden kaçınmanın peşindedir.
Amerikalılar “değişim” istiyordu! Hatta bunu o kadar çok istiyorlardı ki, tarihlerinde ilk kez hayal bile edilemeyecek bir şey yapıp siyah bir ismi Başkan seçmeye hazırlardı.
O isim “değişim”i vadediyordu. Irak savaşına ve mali krize yol açan zihniyeti değiştirme sözü veriyordu. Fakat ABD demokrasiden uzaklaşıp oligarşiye doğru ilerlemeye devam ederken, “baş hatibin” tek başarabildiği birkaç ince ayar yapmak oldu. Batmayacak kadar büyük olan bankalar daha da büyüdü ve Amerika artık yeniden Irak’a geri döndü.
İki senaryo
Bir sonraki “değişim” çığlığı ise popülizme dönüş şeklinde oldu. Trump’ın Başkan seçilmesi ve Putin hayranlığı, bunun ne denli kısır bir tercih olduğunu gösterecektir. Mayıs ayı gelip sandık başına gidildiğinde Fransa’da benzer gelişmeler olması muhtemel.
Ancak tüm bu kusur ve şikayetlere rağmen, Batı hâlâ dünyanın diğer yerlerine göre daha güçlü, müreffeh ve uyumlu. Avrupa krizde olabilir ve halkının büyük bölümünün yeni Avrupalı kimlikleri konusundaki fikirleri değişiyor, ama AB’yi övmek için henüz erken.
İki ihtimal var: Ya bir yeniden uyanış yaşanarak Batılı idealler tazelenip yeniden keşfedilecek ya da yeni liderler, ülkelerini büyük yapan kurumları hırpalayıp ittifakları zayıflatacak ve Batı’nın ve Soğuk Savaş sonrası dünya düzeninin çöküşüne neden olacak.
Marwan Bishara, Al Jazeera’nin baş siyaset uzmanı. ‘The Invisible Arab: The Promise and Peril of the Arab Revolutions’ (2012), ‘Palestine/Israel: Peace or Apartheid: Occupation, Terrorism and the Future’ (2003) ve ‘Palestine/Israel: Peace or Apartheid: Prospects for Resolving the Conflict’ (2001) kitaplarının yazarı.