İlm-i İlâhî’nin bir nevi olan “Kader” konusunda; Rabbimiz’in, bizim gelecekte yapacağımız bir davranışı, önceden (bizden önce) bilmesinin; bizde, o davranışı yapma zorunluluğu doğurduğu şeklinde; yanlış bir düşünce, yanlış bir inanç var.
Bu inanç, şu yanlış akıl yürütmeden kaynaklanıyor: “Allah’ın bilmesi, bizim bilmemiz gibi değildir ve olamaz. Çünkü: O, bilgisinde yanılamaz ve yanlış bilemez. O hâlde; biz, O’nun bilgisine zıt hareket edemeyiz. Demek ki: O’nun, bizim yapacaklarımızı önceden bilmesi; bizde, o eylemi yapma zorunluluğu doğuruyor. Bu da, irademizin özgür olmadığı anlamına gelir. O hâlde; cüz’i irade ve bu irademizin özgür olduğu, sadece bir illüzyon ve bir yanılsama!”
Evvelâ: “Zamansız ve mekânsız, ezelî ve ebedî” olan Rabbimiz’in, bizim bağlı olduğumuz “uzay – zaman” şeridine ve o şeritteki “şimdiki zaman / ân / mekân” kare / pozlarına bağlı ve bağımlı olmadığı için; “olmuş – olan – olacak herşeyi bilmesi” ve “bilmek”ten öte; “işitip – görmesi”, gayet ma’kûl ve mantıklı. Çünkü: Biz, zaman ve mekâna bağ(ım)lı olduğumuz için; “geçmiş – şimdi – gelecek” ayrımları, bizim için var. Zamansız ve mekânsız, ayrıca ezelî ve ebedî olan Rabbimiz için, böyle bir ayrım ve görecelik yok.
Bize göre ise; henüz “gelecek”te olduğu için, “yaratılmamış” birşeyin; yaratılmadan önce “bilinmesi”, hele “görülmesi” mümkün ve mantıklı değil. Mantıklı gelmemesinin nedeni ise; “sonsuzluk ve zamansızlık” ve “zaman – mekâna bağ(ım)lı olmama”nın, nasıl birşey olduğunu bil(e)mememiz; hattâ bunu tahayyül ve tasavvur bile edemememiz. Bu acziyetimizden dolayı; “an’lık fizikî vücud ve mevcudiyetimiz”in bulunduğu “şimdiki zaman / ân / mekân”ı, “asıl ve mevcud”; bu “şimdiki ân”ımızın dışında kalan, “geçmiş ve gelecek zaman / ân / mekânları”, “gayri mevcud ve yok”; yani “yaratılmamış” kabul ediyoruz.
Halbuki, sınırlı zihnimizin yonttuğu, bu antropomorfik (insana benzeyen), eksik ve yanlış Tanrı tasavvurumuza iman etmek yerine; zaman ve mekân gibi sınırlardan münezzeh, sonsuz ve mutlak olan, gerçek “Allah”a (C.C.) iman etmek için; O’nunla ilgili konulara, hele “Kader – Kaza – İrade” gibi konulara, kendi mahlûkiyet açı ve sınırlı vasıflarımızdan bakmak yerine; O’nun, üzerinden “zaman” ve “öncelik – sonralık” geçmeyen “Zât”ı ve “isim ve sıfatları” açısından bakmak gerekiyor.
Bu kısa açıklamadan sonra, konumuza dönersek: “Kader”; yani Rabbimiz’in “herşeyi bilmesi” (yani olmuş – olan – olacak herşeyi bilmesi); irademizin özgürlüğüne engel teşkil etmez. Yani: O’nun, benim “özgür iradem’le yapacaklarımı”, önceden bilmesi; irademin “olmadığını” veya bu irademin “özgür olmadığını” göstermez.
Çünkü: Yukarıdaki tanım / ta’rife dikkat ederseniz: O, “özgür iradem’le ne yapacağımı” biliyor. Yani: Eğer bu önceden bilmesi; bende, gelecekte o eylemi yapma zorunluluğu doğursaydı; o zaman bu, başta dediğimiz “özgür iradem’le ne yapacağımı biliyor” olmasıyla çelişirdi. O zaman, baştaki bu argümanın; “özgür olmayan irademle ne yapacağımı biliyor”a dönmesi gerekirdi! Ki, bu da; “delil”in, “sonuç”la çelişmesi ve ikisinin, birbirini geçersiz kılması, kısırdöngüsüne sebep olur.
Buradaki; “sonuç”un, sonuca ulaşmakta kullanılan basamak ve öncülleri (mukaddeme ve delilleri) yanlışlaması ve geçersiz kılması; mantıklı düşünmenin kurallarına aykırıdır. Yani hem “özgür irademle ne yapacağımı bilmesi” ve hem de bu “bilmesinin, benim özgür irademi geçersiz kılması ve engellemesi”; çelişkili ve birbirini yalanlayan, zıt bir durum olup; bu durum, O’nun, zaten baştan beri, “özgür irademle, ne yapacağımı bilmemesi”ne döner! Veya: “Özgür olmayan irademle, ne yapacağımı bilmesi”ne döner!
“İlm-i İlâhî + Özgür İrade = Zorunluluk (Özgür olmayan İrade)” denklemiyle özetlenebilecek, bu; irademizin, baştan “özgür”, Rabbimiz bilince de “özgür olmama” kısır döngüsü, şu yanlış akıl yürütmeden kaynaklanıyor:
O, özgür irademizle ne yapacağımızı, önceden bilir. → Bu bilmesi, bizim eylemimizde zorunluluk doğurur. Çünkü O yanılamaz. → O hâlde; biz, baskıyla, yani “özgür olmayan irademizle”, o eylemi yapmış / yapacağız demektir. → O zaman; Allah, zaten en başından beri, “özgür irademizle” ne yapacağımızı bilmiyordu! → O zaman; baştan beri O’nun asıl bildiği: “Özgür olmayan irademizle” ne yapacağımızdı! → Ama başta demiştik ki: O, özgür irademizle ne yapacağımızı, önceden biliyor!
Görüldüğü gibi: Bu düşünme biçiminde; sonucun, bu sonuca ulaşmakta kullanılan delil ve öncülleri, yanlışlaması ve geçersiz kılması durumu var. Yani: Sonuç’un, bindiği dalı kesmesi durumu!
Halbuki, bu akıl yürütmeyle elde ettiğimiz “sonuç”; kendisine ulaşmak için, delil ve basamak olarak kullanılan argüman ve önermeleri yanlışlıyor ve geçersiz kılıyorsa; o hâlde, bu “yanlış önermeler”e dayanan “sonuç”ta yanlış demektir! Sonuç “yanlışsa;” üzerine kurulduğu delil ve önermeler zaten yanlış demektir. Yok, eğer sonuç “doğruysa;” delil ve önermeler gene yanlış demektir!
Yani, bu düşünme biçimindeki yanlışlık; “Ben, şu ânda yalan söylüyorum” cümlesine benzeyen, bir paradoksa düşmemizden de anlaşılabilir. Yani bu durum; “Yalan söylüyorum” ifadesinin; “doğru söylüyorsa, yalan söylüyor; yalan söylüyorsa, doğru söylüyor” şeklinde; “kendi kendini yalanlayan” bir kısır döngü ve çelişki üretmesine benzer.
Esasen: Mantıksal açıdan yanlış bir akıl yürütmeyle ve kategori yanlışı yaparak; yani O’nun bilmesi ve bu bilgisinde yanlış ve yanılmasının mümkün olmaması üzerinden; irademizin özgür olmayabileceği, yanlış sonucuna sıçramak; aslında bizim, O’nun herşeyi bil(e)meyebileceği; en azından, yanılması mümkün olmayacak şekilde, kat’î bilemeyebileceğine, ihtimâl verdiğimizi gösterir! Ne demek istiyorum?:
Şunu demek istiyorum: Rabbimiz’in, “bilme/bilgisinde yanılıyor olamaması”ndan, “irademizin, bu bilgisi yönünde kısıtlanacağı ve zorlanacağı” sonucu, mantıksal açıdan çıkmaz. Çünkü: O’nun “bilmesinde yanılamaz” olması ile “irademizin, bu bilgisine zorlanacağı” arasında bir telâzum ve zorundalık ve neden – sonuç ilişkisi yok. Neden yok?:
Şundan yok: O’nun, önceden bilmesinin; irademizi, bu bilgisine uymak yönünde zorlaması için; (farz-ı muhâl) önce, bu ilminde, yanılma ve yanlış bilgi olması, sonra da Rabbimiz’in, (haşa) bu bilgisindeki eksik ve cehalet ve hatayı gidermek için, irade ve davranışlarımızı, bu yanlış bilgiye göre zorlaması ve uydurması gerekirdi! Ki, işte ancak o zaman; irademizin, zorlama ve baskı altına alındığından; böyle bir baskının, imkân ve vukuundan bahsetmemiz anlamlı olurdu.
Yani: İrademizin zorlanma olasılığı, ancak O’nun yanılıyor olması ile mümkün. Ama madem, sorumuzun başında; O’nun yanılma ve yanlış bilmesinin, mümkün olmadığını söylüyoruz; bilâkis, bunu muhâl ve mümteni’ görüyoruz. O hâlde; O’nun, geleceğimizi bilmesinden; bizim irademizi, bilgisine zorladığı ve uydurduğu sonucu, mantıksal açıdan çıkmaz. Yanılması mümkün olupta, yanlış bilseydi; asıl o zaman çıkabilirdi!
Fakat, ne ilginçtir ki: Soru sahipleri, sorularını dizayn ederken, başta “O’nun yanlış bilmesi mümkün değil” diyerek; “irademizin zorlanması” olasılığını, zaten başta reddetmiş oluyorlar. Ama sonra, sorularının devamını, “O’nun yanılma ihtimâli var(mış)” gibi neticelendiriyorlar!
Önceden bilmek; Neden midir, yoksa Sonuç mudur?
Rabbimiz ve Kader konusunu, eksik ve yanlış bilmekten kaynaklanan: “Rabbimiz’in önceden bilmesi; irademizi, bu bilgisi yönünde zorlar mı?” şeklindeki yanlış soruya; yukarıdaki gibi hiç “Mantık, Felsefe”ye girip, yolu uzatmadan veya “Relâtivite’ye göre, zaten uzay – zaman göreceli… Yani: Herkese göre aynı akan, mutlak ve evrensel bir ‘şimdiki zaman’ zaten yok… Işık hızına yaklaştıkça; zamanımız genleşip, yavaşlamaya başlar…” gibilerinden, “Fizik”in engebeli yollarına sapmadan; şu klâsik cevabı da verebilirdik: Meteorolojinin, yarın yağmur yağacağını söylemesi ve diyelim, bu bilgi ve tahmininin, farzı muhâl, Rabbimiz’in bilmesi gibi, kesin ve kat’î olması, şeklinde bir zihin deneyi tasarlasak ve bu kurguda, gerçekten, meterolojinin dediği gibi, yarın yağmur yağsa…
Biz bu duruma bakarak, şimdi desek: “Meteoroloji, yağmurun yağacağını kesin bildiği ve bu bilgisinde yanılması mümkün olmadığı için; yağmur, bugün yağmak zorundaydı ve bu zorundalıktan dolayı yağdı!”, ne kadar saçma olur. İşte, “Kader – İrade” konusunda da; soru sahiplerinin, sorularının yanlışlığı; yani, yanlış neden – sonuç ve zorundalık ilişkisi kurdukları ve yanlış illiyet bağlantısı tasarladıkları, bu örnekten anlaşılabilir.
Örneği detaylandırırsak: Bu “düşünce deneyinde;” meteoroloji, yarın yağmur yağacağını, yanılması mümkün olmayacak kesinlikte, önceden bildiği için mi; yarın yağmur yağdı? Yoksa; yarın yağmur yağacağı için mi, meteoroloji bunu kesin ve kat’î olarak, önceden keşfedip, bildi ve bildirdi? Sadeleştirirsek: Yarın yağmur yağacağı için mi, meteoroloji bildi; yoksa, bildiği için mi, yarın yağmur yağdı? Daha da kısaltırsak: Yağacağı için mi bildi; bildiği için mi yağdı? Daha da: Hangisi sebep, hangisi sonuç? Daha da: Zorunlu tutan hangisi?
Buradan da anlaşılacağı gibi: Meteorolojinin, yarın yağmur yağacağını, bugünden bilmesi ve bunu kesin bilmesi; “gelecekte yağmurun yağması” üzerinde, herhangi bir yaptırım ve zorunluluk ve nedensellik doğurmaz. Zaten “bilgi / bilmek” denilen, zihnî ve soyut bir kavramın, somut eşya ve olaylar üzerinde, zorunluluk doğuracak bir etkisi; yani yaptırım enerjisi ve kuvveti yoktur. Yani: Birşeyi önceden “bilmek” ile o şeyin sonradan “olması”, farklı ve ayrı kategoriler.
İşte bu örnek olaydaki gibi; Rabbimiz de, geleceği, “olacağı için biliyor”; “bildiği için olmuyor ve zorunlu hâle gelmiyor.” Eğer burada ille bir zorunluluktan bahsedeceksek, o zaman; o olayın “gelecekte olması/olacağı”ndan, Rabbimiz’in bunu, öyle bilmesine doğru, bir neden – sonuç bağlantısından sözetmemiz anlamlı olur. Çünkü: Rabbimiz’in bilgisi, bilinene göre olur. Çünkü: Bilgi/bilmek, bilinene tâbidir.
Sorudaki mantık hatasından, Çok daha Büyük Hata!
Yukarıda yazdığımız cevapların ötesinde, asıl verilmesi gereken cevabı yazmadık henüz. Bu kısımda, bunu anlatacağız.
Rabbimiz’in herşeyi bilmesi ve yanılmasının mümkün olmaması ve buradan, irademizin özgür olup–olmadığı sonuç ve sorusuna sıçramaktan; çok daha büyük bir yanlış var, bu düşünme biçiminde.
Sorudaki mantıksal yanlıştan çok daha büyük, asıl yanlış şu: Rabbimiz’in “bilgi / bilmesi”ni, bizim “bilgi / bilmemiz” gibi olduğunu zannediyoruz! “Rabbimiz’in önceden bilmesinin, irademizin özgürlüğünü kısıtlayıp – kısıtlamayacağı” sorusu da, bu yanlış zandan ve bu yanlışın farkında olmamaktan kaynaklanıyor zaten. “O’nun önceden bilmesinin, bizde zorunluluk doğurup – doğurmadığı” sorusundaki, mantık hatası ve çelişkiye de, bu sebepten düşüyoruz.
Burada olduğu gibi; “Kader – İrade” bağlamında, kendi içine dönen, yani kendi kendini yalanlayan, paradoksal sorulara düşmemizin ana nedeni: Rabbimiz’in “bilgi / bilmesi”ni, bizim “bilgi / bilmemiz” gibi olduğunu zannetmemiz. Bunun da nedeni: Zaman ve mekâna bağlı ve bağımlı olmamanın ve “sonsuzluk ve mutlaklık”ın, nasıl birşey olduğunu tasavvur ve tahayyül edemememiz. Yani: Ma’rifetullah eksikliği, yani Tevhid’deki sığlığımız; kısaca, Rabbimiz’i tanımamamız. Bunun sonucu olarak: O’nu, kendimiz gibi zannetmemiz; yani O’na, (haşa!) insansı, mahlûkiyet sıfatları eklememiz; yani kendi gözlüklerimizin renginde görmemiz!
Halbuki, bu düşünce metodumuzdaki eksik, yanlışlarımızın farkına varsak; “O bizim ne yapacağımızı, önceden biliyorsa; biz nasıl özgür olabiliriz?” sorusundaki yanlışı da görmüş oluruz; hattâ böyle bir soru aklımıza bile gelmez. Nasıl ki; az önceki “meteoroloji” örneğinde; “meteoroloji önceden kesin olarak, yağmurun yağacağını bildiği ve bu bilgisinde yanılması mümkün olmadığı için, bugün yağmur yağmak zorundaydı ve bu zorunluluktan, bugün yağmur yağdı” demek, aklımıza bile gelmedi, gelmezdi.
Öyle ya; meselâ, nasıl ki “Balıkların kaç tekerleği vardır?” sorusu aklımıza bile gelmez; çünkü balıkları bilen biri için, bu sorunun yanlışlığı bedihî. Öyle de; zaman ve mekânı yaratıp, bu yarattığı şeylerin kayıt ve sınırlamalarından münezzeh olan Rabbimiz’i tanıyan; tanımasa bile “bilen;” bilmese bile, hiç değilse “zaman ve mekânı Yaratan’ın; zaten, o yarattığı zaman-mekânla kısıtlanmasının muhâl olduğunu” akledip, tahmin edebilen birisi için; “O biliyorsa, biz nasıl özgür olabiliriz!?” sorusunun yanlışlığı da açık ve bedihîdir.
Ama soru sahipleri için bu, açık ve bedihî değil. Çünkü: Onlar, her ne kadar: “Allah’ın bilmesi, bizim bilmemiz gibi değildir ve olamaz. Çünkü: O yanılamaz ve yanlış bilemez” deseler de; sorularından, “O’nun bilmesi”nin, “bizim bilgi / bilmemiz” gibi olduğunu zannettikleri aşikâr.
Halbuki gerçekten iddia ettikleri gibi: O’nun “bilgi/bilmesi”nin”, bizim “bilgi/bilmemiz”den” farklı ve ayrı olduğunu idrak edip, anlasalar; Rabbimiz’in bilmesinin, irademizin özgürlüğünü kısıtlamadığını, bilâkis desteklediğini ve hattâ, mahlûkiyet sınırlarımızın ötesinde ve iktidarımızın fevkinde, özgürlük alanı açtığını anlayacaklar. Neden?
Çünkü: O’nun irade ve kudreti zaten, bizim irademizin var olmasının ve bu irademizin özgür ve serbest olmasının, tek nedeni ve tek imkânı!…
O’nun bilgi/bilmesi, Bizim bilgi/bilmemize Benzemez
O’nun bilmesi; uzak “geçmişte” bulunarak ve oradan bakarak, bizim “gelecek” zamanda yapacağımız o eylemi, o uzak “geçmiş” veya “kendi şimdisi”nden bakarak; oradan tahmin etmesi veya bir takım işaret ve alâmetlerden çıkarsaması veya o geleceği, kurgulayıp – inşa etmesi, şeklinde değildir. Veya: Bizim, yarın güneşin doğacağını, bugünden bilmemiz veya bugünden, gelecekte birgün, muhakkak öleceğimizi bilmemiz cinsinden değildir.
Biz, “akvaryumdaki balık” veya “sayfadaki resim” gibi, “zaman – mekân” kafesine bağ(ım)lı olduğumuzdan; içinde bulunduğumuz “şimdiki uzay – zaman”ı asıl kabul ediyor ve bu “asıl” üzerinden, “olmuş – olan – olacak” ayrımları yapıyoruz. Esasen, bu ayrımda, bir problem yok. Problem: Biz mahlûkat için geçerli olan bu ayrımların; Rabbimiz için de geçerli olduğunu/olabileceğini, düşünmekle başlıyor. Yani: O’nu da, bizim gibi “zaman ve mekân”a bağlı ve bağımlı olduğunu zannetmekle başlıyor. Halbuki O, bizi; “Geçmiş – Şimdi – Gelecek Uzay / Zaman” ayrım ve farklılıklarıyla görmüyorki!
Tabiri caizse, O’nun “bilgi/bilme”si; yatay boyutta akan tüm “geçmiş – şimdi – gelecek zaman ve mekânların”, dikey boyutta hepsini kapsayan ve gören, bir “Zamansız ve Mekânsız, Sonsuz ve Mutlak Şimdisi”nde; sanki bir “film şeridi/negatifinin,” beyaz perdeye “yansımış – yansıyan ve yansıyacak (geçmiş – şimdi – gelecek)” olan tüm kare ve pozlarını; “görme ve işitmesi, …’si ve bilmesi” şeklinde oluyor. (Bu cümleye, “…” eklememin nedeni: Rabbimiz’in, bizim gibi 5 duyuyla sınırlı olmadığına, işaret etmektir.)
Kendi yarattığı uzay ve zamana bağlı ve kayıtlı olması düşünülemeyen Rabbimiz için, “geçmiş – şimdi – gelecek” gibi zamansal ve mekânsal kural ve sınırların olamayacağı aşikâr ve alenî. O’nun, “geçmiş – şimdi – gelecek” ayrım ve sınırları olmadan, tüm varlığı görmesi; bizim, aynı/bitişik uzay-zamanı paylaşıp, yüzyüze sohbet ettiğimiz bir şahsın, “göz rengini ve davranışlarını,” aynı ânda (şimdiki zaman/mekânda) görmemize benzer. O kişiyle, aynı mekânda karşılıklı oturduğumuz için; o kişinin göz rengi ve hareketlerini, aynelyakîn müşahede etmemize benzer.
Bu durumda, bize denilse: “Sen bu şahsın göz renginin elâ olduğunu görüyorsun; bunu bizzat görerek bildin ve öğrendin. Senin bu bilginde yanılman mümkün değil. O hâlde, madem yanılman mümkün değil; o zaman bu adamın göz renginin, elâdan başka olması mümkün değil.”
Yani nasıl ki bu örnekte, benim “yanılıyor olamamamın” nedeni: “Biliyor olmam, bunun bilgisine sahip olmam” değil; o durumu, bizzat kendimin, şimdiki zamanda, aynen görmem; o duruma bizzat şahid olmam.
İşte bu örnek gibi: Rabbimizin de, “bilgi/bilmesinde, yanılıyor olamamasının” nedeni: O olayı, “zamandışı ve mutlak, ezelî ve ebedî, sonsuz şimdisi”nde; o olay “olmadan önce – olurken ve olduktan sonra”; yani o olayın, “tüm geçmiş – şimdi – geleceğiyle” birarada, hepsini, kendi “sonsuz şimdisi”nden “görmesi ve işitmesi, …’si ve bilmesi”, şeklinde olmasından kaynaklanıyor. Yaratılmamış ve gerçekleşmemiş bir olayı, “zamansal geçmiş”ten bakarak veya “kısıtlı şimdi”den bakarak; yani o olay “yaratılmadan önce,” nazarî ve teorik olarak bilmesi şeklinde değil yani…
Veya: Şu ânki, alâmet ve delillerden veya geçmişten – geleceğe evrendeki tüm nedenlerin etkisini hesaplayarak, geleceğe projeksiyon yapması ve tahminlerde bulunması, tarzında da değil.
Zaten, O’nun “bilgi/bilmesi”nde cehalet ve yanılgının mümkün ol(a)mamasının nedeni de bu. Herhangi bir olayı, tüm zamanlarıyla; hem zamanüstü ve hem tüm zaman-mekânları kapsayan “Mutlak Zâtı’nın Sonsuz Şimdisi”nde, birden ve birarada görmek. Yani, bilmesinde hata ve yanılma ol(a)mamasının nedeni: Bunu, bizzat “olmuş – olan – olacak” her hâl ve durumlarıyla (faraza, sanki üstüste binmiş ân’lık resim karelerine bakar gibi); “görerek bilmesi!”
Elhasıl: Rabbimiz’in, gelecekte olacak herşeyi (fakat bize göre, gelecekte olacak herşeyi) önceden bilmesi (fakat, bize göre önceden bilmesi); bizim, yarın güneş doğacağını, “görmeden” bilmemize benzemez. Veya; bizim, gelecekte birgün muhakkak öleceğimizi, “bugünden” bilmemize benzemez. Veya; “havadaki yağmur bulutları, gökgürültüsü, basınç, nem, rüzgârın hız ve yönü” gibi gözlemlerden; birkaç dakika veya saat sonra yağmur yağacağını % 100’e yakın olasılıkta bilmemize benzemez. Bir takım “gözlem ve delillerden, bunu hesaplama veya alâmet ve işaret, neden ve sonuçlardan” bunu öngörme ve tahmin etme ve teorik olarak bilmemize benzemez.
Çünkü: O’nun “bilgi/bilmesi”; bizim, o eylemi, “gelecekte yaparkenki hâlimizi”, “Zaman/Mekandışı Sonsuz ve Mutlak Şimdisi”nden, “görmesi”ni de içeriyor. Çünkü: O, herşeyi; “Uzay–Zaman Film Şeridi”nin akışından ve boyutlarından bağımsız; zaman geçmeyen ve “öncelik – sonralık” olmayan ve tüm “zaman – zamansızlık / mekân – mekânsızlıkları” da ihata eden, “Sonsuz Mutlak Ân”ından görüyor ve işitiyor ve …
Tabiri caizse, bir benzetmeyle: 90 dakikalık bir filmde, 2 boyutlu resim insanlar olarak yaşayan ve zaten var olabilmeleri, bu boyutlara bağlı ve bağımlı insanlar farzedelim. Onlar da, tıpkı biz reel evrende yaşayan insanlar gibi; “1 ân geçmiş” ve “1 ân gelecek zaman”a yolculuk yapamayıp; Sinema Perdesinin hep o “1 ân/mekân/film karesinde” ancak, fizikî ve maddî vücudları var ve var olabiliyor. Yani: “Şimdiki Ân/Zaman-Uzay/Mekân”a benzeyen “Sinema Beyaz Perdesi”nde; süre geçmeyen “ân”da, ân’lık fizikî ve somut varlıkları var ve görülebiliyorlar.
Şimdi, o film karelerinin Sinema Perdesine (veya bilgisayar ekranına) ‘geliş/yansıma hızı’ olan (yani ân’ların peşpeşe geliş süresi olan) “zaman” ve perde veya film şeridinin “kendisi’ olan “uzay/mekân”a bağlı ve bağımlı ve mecbur olan bu insanları; o “film ve perde ve hız” zaman/mekân/boyut ve sınırlılıklarına bağ(ım)lı olmayan birisinin; 3. Boyut olan “yukarıdan,” yani “kendi boyutunun şimdisi”nden bakarak, o filmin “oynamış – oynayan – oynayacak” tüm karelerinin hepsini gördüğünü ve işittiğini ve izlediğini varsayalım.
İşte, bu 2 boyutlu film uzay-zamanına bağ(ım)lı olmayan ve dışarıdaki bir yükseklik ve 3. boyutta bulunan kendi “şimdisi”nden; aşağıdaki “geçmiş – şimdi – gelecek” olayları görebilen o insan; o film boyutunda yaşayan resim insanların, mecbur ve mahkûm olduğu “Şimdiki Zaman/Ân/Mekân”ı gösteren Sinema Beyaz Perdesi”ne ve orada yansıyan ve yaratılıp, vücuda gelen “ânlık görüntü”lere, mecbur ve mahkûm değil. Onun algı ve görüş alanı, film şeridindeki “şimdiki zaman/mekân”la, sınırlı değil.
Bu örnekte; film içindeki insanların, “şimdiki zaman / mekân / ân”ı temsil eden “Sinema Beyaz Perdesi”ne gelmeden, bir olayı (yani o resim insanlara göre, “gelecek zaman”da olacak bir olayı); şimdiden “bilmelerine”, hele “görmelerine” hiç imkân yok; hattâ bu, mantıksal açıdan imkânsız. Fakat film dışındaki insan için, böyle bir zamansal ayrım ve imkânsızlık yok. İşte, verdiğimiz bu misâl, reelin eksik bir temsili olsa da; tüm boyut ve sınırlılıklardan bağımsız Rabbimiz’e karşı, bizim durumumuz, bu film içerisindeki “resim insanlar”a benzer.
Peki, verdiğimiz örnekteki, “sinema filmi”nin içinden çıkmak gibi, reel evrenimizin de, uzay – zaman ağ ve bağlarından çıkmak mümkün mü? Bunun, aklen muhâl olduğu gösterilemediği müddetçe, mümkün diyebiliriz. Zaten “Mi’rac Hâdisesi” bize, başka bir yönden, bunun imkânını gösterir. Bir de, kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in, Rahman Suresi 33. Âyeti’nde geçen; “Sultan (güç)” kavramı var ki, o da araştırılmaya değer bence…
Ayrıca: Kâinatta, “en – boy – yükseklik” olarak bildiğimiz 3 boyuttan başka; 7 veya 11, 12 boyutlu olduğu söylenen başka evrenlerin de olduğu; hattâ bizim evrenimizin de, bu evrenlerin yansıması ve açılmasıyla, “holografik” olarak zuhur edip, varlığa çıktığı şeklinde, bazı varsayım veya hipotezler de var…
Elhasıl: Rabbimiz, herhangi bir boyut ve boyutsuzluğa bağlı ve sınırlı ve kayıtlı olmadığından; “geçmiş – şimdi – gelecek; burası – şurası – orası; küçük – orta – büyük” gibi; “yer ve yön, boyut ve uzam, zaman ve süre, hız ve ivme” gibi, mahlûkiyet özellik ve sıfatlarından bağımsız olarak, varlığı ihata ediyor. “Film negatifi, negatifin içindeki resimler, yansıyan beyaz perde ve monitör, ışık ve filmin yansıma süresi, film karelerinin akış hızı” ve “yaratılmanın öncesi – şimdisi – sonrası” gibi limitleri yok…
Benim, içinde bulunduğum “zaman ve mekân”la sınırlı ve “nokta” kadar küçücük “ân’lık fizikî” şimdiki uzay/zamanıma göre; O’nun, üzerinden süre ve zaman geçmeyen; yani tüm zaman ve zamansızlık, mekân ve mekânsızlıkları ihata eden, “sonsuz ve sınırsız şimdiki ân”ı, mukayese bile edilemez.
Gerçek/liğin Farklı Yansımaları
Biz yaratılmışların bile, yükselip, ihata ve görüş alanı genişledikçe; “şimdiki uzay – zaman”ı da genişler ve diğer, aşağımızda kalan mahlûkatın, “geçmiş – şimdi – gelecek zaman ve mekânlarını” da içine almaya başlar.
Meselâ: Ma’lûmunuz; Güneş’in ışıkları, dünyamıza ortalama 8 dakikada ulaşır. Şimdi, birisi Güneş’e seyahât edip; Güneş’e, biz dünyadaki insanlardan çok daha yakın olsa. Ve diyelim, Güneş birden sönse veya yörüngesinden çıksa. Güneş’in yakınında olan o kişi, Dünyadakiler’den 8 dakika önce görecek bu olayı. Hem de bu olay, dünyadakilere göre henüz “yaratılmamış” ama güneşin yakınında olan için “yaratılmış” olacak! Bu kişi ve dünyadakiler, bağlı bulundukları “kendi şimdiki uzay – zamanları”nda, aynı “Güneş”in, farklı yaratılmış hâl ve durumlarını görecekler!
Yani: Dünya’dakiler, hâlen Güneş’ten 8 dakika önce çıkan ışıkları gördüklerinden; Güneş’i, gökteki aynı yerinde ve ışıldıyor görecekler. Güneş’in ışıkları gelmemeye başlayan 8 dakika sonra, Güneş’in söndüğünü görebilecekler. Çünkü: Güneş’in sönme veya yörüngesinden çıkmasının, Dünya’ya etkileri; Güneş’in ışığı ve çekim dalgalarının, 8 dakika sonra artık gelmemeye başlamasıyla, görülmeye başlayacak.
Örneğimizde; Güneş’in yakınında olan kişi, söndüğünü, dünyadakilere ışıktan hızlı iletmenin bir yolunu bulsaydı ve haber verseydi. Dünyadakiler, herhâlde: “Sana mı inanalım, gözlerimizin gördüğüne mi!?” diyeceklerdi veya “Gelecekte olacağını söylediğin bir olayı, daha gerçekleşmemişken nasıl bilebilirsin!? Hadi bilmeni geçtik; o olay daha gerçekleşmemiş ve yaratılmamışken, bir de ‘gördüğünü’ iddia ediyorsun!” diyeceklerdi. Elhasıl: Algılayıp – bildikleriyle elde ettikleri sınırlı gözlem verileri ve bunları işleyerek, inşa ettikleri Mantık Kuralları; bu haberi kabul etmeyecek, üstelik reddedecekti. (Kabul etmemekte; “bilmiyorum; olabilir de – olmayabilir de” diyerek, herhangi bir hüküm vermemek, bu konuda cehalet ve acziyetini kabul etmek vardır. Ama reddetmekte; “biliyorum; olması mümkün değil, kesinlikle olamaz” şeklinde bir hüküm vardır.)
Bu örnekten görüldüğü gibi; biz yaratılmışların bile, yükselip, ihata ve görüş alanı genişledikçe; kapsayıp – gördükleri “yer/mekân” ve “şimdiki zaman” genişler ve diğer, aşağıda kalan varlıkların, “geçmiş – şimdi – gelecek zaman ve mekânlarını” da içine almaya başlar.
“Uzay ve Zaman ve Hız”daki bu ilişki ve göreceliği ve zaten, Rabbimiz’den başka hiçbirşeyin “sabit” ve “mutlak” ve “değişmez” olmadığını, izah ve akla yaklaştırma bâbında; Üstad Bedi’üzzaman Said Nursî Hazretleri de, “ayna” ve “saat” metaforlarını verir.
Verdiği örneği biraz değiştirerek, meselâ: Elimizde tuttuğumuz büyükçe bir aynayı, dağın tepesine çıkartıp ve sonra da dağdan ayrılıp, daha da yükseğe çıkardıkça; aynanın “şimdiki zaman/mekânı”, aşağıda seyreden arabaların, “geçmiş – şimdi – gelecek zaman ve mekânlarını” da, içine almaya ve göstermeye başlar. Yani: Yüksekliğe bağlı olarak, aynada “genişleyen şimdiki zaman/mekân”, aşağıdaki arabaların “daracık geçmiş – şimdi ve gelecek zaman ve mekânları”nı da gösterir ve kapsar ve ihata eder.
Bu aynayı tutan kişi, aşağıdaki kişinin geleceğinde yaratılacak, yani o kişi için henüz gerçekleşmemiş ve yaratılmamış, “gaybî” bir olayı; o olay yaratılmadan (yani Âlem-i Şehâdet’e çıkmadan), “görerek” bilir. Meselâ: “Kırmızı renkte, falan marka, filân plâkada bir araç, şu arabanın 620 metre arkasında ve ona hızla yaklaşıyor, 5 dakika sonra, onu sollayacak…” gibi.
Bedi’üzzaman Hazretleri (R. Â.), başka bir vesileyle verdiği “saat” örneğinde de; uzay – zamanın izafîliğini, şöyle akla yaklaştırır: O; saatin; saatleri sayan, dakikaları sayan, saniye ve saliseleri sayan yelkovan/ibreleri üzerinde, ayrı ayrı bulunan insanların; o ibrelerin farklı hız ve devir süreleri ve seyredip – ihata ettikleri çapların, uzunluk-genişliği üzerinden; farklı sayı ve şekil ve çeşitte olay ve uzay – zamanları göreceklerini söyler.
Meselâ: Saniyeleri sayan ibre, daha 60 saniyeyi ölçüp, 1 dakikayı tamamlamadan; saliseleri sayan ibre 3600 defa tur atmış olur. Buna bir de; saliseleri sayan ibrenin, saniyeleri sayandan, daha uzun ve dolayısıyle, daha geniş bir alan/çap, uzay/mekânı tarayıp – devrettiğini de ekler.
Bitirirken; bu yazımız için; gereksiz tekrar ve uzatmalar olduğu, lüzumsuz ayrıntılara girildiği söylenebilir, doğrudur. Fakat, konuya yabancı olanlar için, bu geçerli olmayabilir.