Alevi-Sünni, Türk-Kürt, Laik-Dindar Gerilimlerini Nasıl Çözeceğiz?
Devletlerin ‘insan’ anlayışında problem var. Çünkü devletler insanı önce ‘vatandaş’ olarak görüyor. Onun için ‘Vatandaş kime denir?’ sorusuna devlet tarafından verilen cevap ne kadar uzunsa, sayılan her özellik, insanı sınırlandırma karakterine sahip olduğu için, problemin boyutu da o denli büyük demektir.
Dünya geneline bakıldığında vatandaşlık tanımlarından kaynaklı problemlerin başında dil, renk, ırk, din, mezhep konuları gelmektedir. Bunlara bağlı olarak sosyal, hukuki ve kültürel pek çok problem zincire eklenmekte, böylece içinden çıkılmaz devlet-vatandaş kavgaları sürüp gitmektedir.
Devletin vatandaşıyla kavgası tehlikeli olsa da, daha tehlikeli olanı, devletin tanımlarla ayırdığı, ‘farklı kimlikler’ üzerinden oluşacak vatandaş-vatandaş kavgalarıdır. Çünkü bu kavgalar, kaos dönemlerinin kapılarını aralama gücüne sahiptir.
Türkiye’nin Devlet-Vatandaş Eksenli Gerilimleri
Yüz yıllık tarihimizde üç ana eksende devlet-vatandaş gerilimi olduğunu görmekteyiz. Bunlar, Alevi-Sünni, Türk-Kürt, Laik-Dindar gerilimleridir. Aklınıza gelebilecek, siyasi, sosyal, kültürel diğer tüm duyarlılıkları, bu üç ana gerilim ekseninin dalga boyları olarak kabul edebiliriz. Duyarlılıkların her birine dair pek çok tarihi sebep saymak mümkün olsa da, gerilimin kronikleşmesi veya güncel kalmasının sebebi, devletimizin ‘vatandaş’ tanımıdır. Bu tanımın çerçevelerini anayasadan, kanunlardan ve yüz yıllık uygulamalara bakarak anlayabiliriz.
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan sonraki süreçte vatandaşını tanımlarken üç kriteri öne çıkardı. Bunlar; Türklük, Sünnilik, Laikliktir. Devlet, bu üç kriteri (Türklük, Sünnilik, Laiklik) ortaya koyarken, tanımlarını da kendi yaptı. Bu bir anlamda ‘Senin istediğin gibi değil devletin istediği şekilde Türk, Sünni ve Laik olacaksın’ anlamına gelmekteydi. Devlet aslında ‘Sünni olabilirsin ama bunu İslam’ın istediği gibi değil benim istediğim şekilde anlayacak ve yaşayacaksın.’ demişti. Benzer cümleleri Türklük ve Laiklik için de kurabiliriz.
Geride kalan yüzyıl boyunca bu tanımlara uymayan kim varsa, devlet tarafından ‘sakıncalı’ sayıldı. Bazen Cem Evi isteyen bir Alevi, bazen başını örten bir Sünni memur veya öğrenci, bazen soydaşlık vurgusu yapan bir Türk Milliyetçisi devlet tarafından ‘Bi dakka dur’ denilerek uygun yöntemlerle uyarıldı. ‘Sakıncalı’ tanımı kimi zaman ‘iç düşman’ tanımına kadar genişletildi. CHP’nin tek parti iktidarlarının baskı dönemleri olarak tarihe geçmesi bu anlayışın eseridir. 1937 yılında 12 binden fazla insanın ölümü ve 12 bin insanın zorunlu göçü ile sonuçlanan Dersim Katliamı ‘iç düşman’ uygulamasının acı örneklerindendir. İstiklal Mahkemeleri de aynı düşman teorisinin üretimlerinden biridir. ‘İç düşman’ avcılığının darbe dönemlerinde ciddi boyutlara ulaştığını hepimiz biliyoruz.
Yüz yıllık tarihimizde devlet tarafından kimin daha çok sakıncalı görüldüğü, yazının çerçevesini aşacağı için bu bahse girmiyorum. İşin aslına bakılırsa ‘devletin istediği kadar Türk, Sünni, Laik bir vatandaş’ tipi hiçbir şeye benzememektedir, böyle bir ‘tip’ gerçekçi, doğal, sahici değildir.
Gerilimlerin Azaltılması ve Mevcut Durum
Alevi-Sünni, Türk-Kürt, Laik-Dindar gerilimleri, asıl itibariyle, devletin vatandaşıyla arasında cereyan eden devlet-vatandaş gerilimleridir. Hatta devletin vatandaşına yaşattığı gerilimler demek daha doğrudur.
Türk-Kürt ve Laik-Dindar gerilimlerinde son yıllarda ümit verici bir iyileşme dönemi yaşadık. Bu iyileşmelerin bir kısmı yasalara da yansıdı. Sözgelimi, AK Parti Hükümeti ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi riskleri umursamayarak başlattığı ‘Çözüm Süreci’ ve farklı dillerle ilgili açılımlar Kürt sorunu merkezli gerilimlerin önemli ölçüde azalmasını ve kalıcı çözüm noktasında mesafeler alınmasını sağladı. Hükümet, Kürt açılımları noktasında tarihi övgüyü hak etmektedir. 2009 ve 2010 yıllarında gerçekleştiği anlaşılan PKK ile MİT arasındaki ‘Oslo Görüşmeleri’nin kamuoyuna yansıması ve Öcalan’ın 2013 Nevruzunda Diyarbakır’da ilan edilen mektubu yeni sürecin başlangıcıydı. Öcalan mektubunda bunu şöyle ilan etmişti. “Artık silahlar sussun, silahlı güçlerimiz sınır dışına çekilsin. Bu bir son değil yeni bir sürecin başlangıcıdır.” Bu eksende, çoğunluğun yönü çözüm yönünde olmakla birlikte derin yaraların varlığı unutulmamalıdır.
Laik-Dindar gerilim hattında da bir yumuşama olduğunu görüyoruz. Bu alandaki duyarlılığın “Laiklik elden gidiyor” veya “Din elden gidiyor” sloganından “Yaşam tarzı” gibi iki tarafın kullanabildiği yeni bir tanım ile ifade ediliyor olması yumuşamanın açık delili. Laik-Dindar hattında, olağanüstü hatalar yapılmadığı sürece, bundan sonra ciddi bir hareketlenme olmayacağını düşünüyorum.
AK Parti Hükümeti geçtiğimiz yıllarda ‘Alevilik’ alanında iyileştirici mesafeler almaya çalıştı. Bir dönem periyodik olarak düzenlenen ‘Alevi Çalıştayı’ dizini bu çalışmaların başında gelmektedir. Pek çok sivil kuruluş, entelektüel, yerel yönetici de Alevilik bahsine dair yüzleşme/anlama/tartışma içerikli faaliyetlerde bulundu. Bunların hepsi övgüye değer çalışmalardır. Türk-Kürt, Laik-Dindar gerilimlerinde ümit verici gelişmeler yaşansa da duyarlılığın halen yüksek seviyede olduğu alan ‘Alevilik’ konusudur.
Gerilim/Kavgaların Toplumsallaşma İhtimali
“Devlet-vatandaş kavgaları tehlikeli olsa da, bundan daha tehlikeli olanı, devletin bir takım tanımlarla ayırdığı, ‘farklı kimlikler’ arasında meydana gelebilecek vatandaş-vatandaş kavgalarıdır.” demiştim. Sevinerek söylememiz gerekir ki, devlet-vatandaş arasındaki bu üç gerilim ekseni, üzücü-dehşetengiz olayların varlığına rağmen, bugüne kadar kalıcı sosyolojik ayrışmaya dönüşmemiştir. Yine de, bu gerilimlerin toplumsallaşma ihtimali taşıdığı açık bir gerçektir. Bunun için, bir taraftan, geçmişte yaşanmış acı olaylarla toplumun sağlıklı şekilde yüzleşmesi sağlanmalı diğer taraftan da kavganın toplumsallaşmasına sebep olabilecek her türlü durumun önüne geçilmeli ve kalıcı çözüm için çalışılmalıdır.
Peki, esasında devlet-vatandaş arasında olan bu kavgalar hangi durumlarda vatandaşların kendi arasında sürekli gerginliğe, kavgaya ve ayrışmaya yol açacak şekilde toplumsallaşır?
Bunları dört maddede özetleyebiliriz. 1. Etnik, dini, mezhebi bir vatandaş grubuna karşı uygulanan ayrımcı politikalara, başka bir vatandaş grubu alkış tutar, destek verir, sahiplenirse, 2. Devletin ayrımcı politikalarına muhatap olan bir vatandaş kitlesi, bu uygulamanın faturasını başka bir etnik veya inanç grubuna fatura ederse, 3. Kitleleri etkileme gücüne sahip kişiler ve medya herhangi bir grubu aşağılar veya bir olayı bu gerilim hatlarına taşıyacak şekilde söz veya fiillerde bulunursa, 4. Devlet, farklı etnik ve inanç gruplarını birbirine düşürecek şekilde hatalar yapar veya bu tip sonuçlar doğuracak kasıtlı planlar uygularsa.
Ülkemizde zaman zaman siyasetçiler, din adamları, kanaat önderleri veya yazarlar maalesef gerilim noktalarının duyarlılığını arttıracak şekilde konuşabiliyorlar, yazabiliyorlar. Bu, bazen kasıt ile bazen de ‘dil alışkanlığı’ ile oluyor. Mesela, ırkçılık, bazılarının (ya da bazılarımızın) ruhunu o kadar işgal etmiş ki, ırkçılık aleyhine konuşurken bile ırkçılığa bulanmış cümleler kullanabiliyor, kullanabiliyoruz. Toplumsal gerginlik potansiyeli taşıyan konularda zihin temizliğinin yanı sıra ‘dil temizliği’ne önem vermeliyiz. Duyarlılıkların yakıcı ateşe dönüşmesine katkı sağlayanlara karşı dikkatli olmalıyız, gerektiğinde ‘Sus’ diyebilmeliyiz. Sözgelimi, zaman zaman Madımak’ın yıldönümlerinde veya Suriye olaylarının analizlerinde duyarlılıkları tahrik edici sözlerin sarfedildiğini üzülerek hatırlıyorum. 33 vatandaşımızın öldürülmesiyle sonuçlanan Roboski faciasına ilişkin tartışmalarda da zaman zaman ötekileştirici yorumları duymak zorunda kaldık. Geçtiğimiz günlerde, Berkin Elvan’ın vefatının, Fethullah Gülen’in taziyesiyle bir anda Alevi-Sünni gerilim hattına taşınması da üzücü bir hadise olarak belleklerimizde yerini aldı.
Gerilim, kavga ve ayrışmanın toplumsallaşması bir yönüyle ‘fitne’dir. Çünkü halkların birbirlerine karşı taraf olduğu kavgalar toplumda huzur bırakmaz ve şiddet olaylarını tetikler. Bakara Suresinde iki ayrı şekilde geçen “El fitnetu ekberu mine-lkatl” ve “el fitnetu eşeddu minel katli” ifadeleri fitne durumunun vahametini ifade etmektedir. Maide Suresinde “Bir nefsi/canı öldüren bütün insanları öldürmüş gibidir’ diyen Kur’an, bu ayetlerde “El fitnetu ekberu/eşeddu mine-l katl” ifadesiyle ikazını kat kat arttırmaktadır. İfade çok net: Bir can öldüren, tüm insanlığı öldürmüş gibidir, fitne ise kâtilden/katlden daha beterdir.
Devlet-vatandaş arasındaki kavgaların toplumsallaşmaması için de çözüm şudur.
Etnik, dini, mezhebi bir vatandaş grubuna karşı uygulanan ayrımcı politikalara, başka bir vatandaş grubu herhangi bir sebeple destek vermekten kaçınmalı; resmi ayrımcı politikalara muhatap olan kitle, bu uygulamanın faturasını başka bir etnik veya inanç grubuna mal etmemeli; geniş kitleleri etkileme gücüne sahip kişiler ve medya bir grubu incitecek, ötekileştirecek ve kitlenin duyarlılığını tahrik edecek söz ve davranışlardan uzak durmalı; devletin farklı etnik ve inanç gruplarını birbirine düşürecek politikalardan kaçınması sağlanmalı.
Özelikle önümüzdeki birkaç yıl, herkesin hassas olması gerekir. Çünkü “Gezi Parkı Protestosu” ile başlayan olaylar zinciri bazı aktörlerce ısrarla Alevilik-Sünnilik, Türklük-Kürtlük, Laiklik-Dindarlık eksenine çekilmek isteniyor. Bazıları istiyor ki “Çözüm Süreci” başarısız olsun, eskisi gibi yine Gerici-İlerici tartışmaları başlasın, Aleviler ve Sünniler sokaklarda birbirine girsin. Hayır, kimsenin gücü buna yetmemeli. Evet, hatalarımız çok, acılarımız derin, birbirimize kem göze bakmışlığımız, yalan sözlere kanmışlığımız var; ama bunların hepsini unutturup, yeni bir dünya, yeni bir dostluk kuracak hayalimiz, inancımız, azmimiz var. Biz adalete inanıyoruz, haklının galip geleceğine inanıyoruz, mazlumun ahının güçlü olduğuna inanıyoruz, eskiden düşman bile olsa samimi iki insanın bir gün kucaklaşabileceğine inanıyoruz.
Kalıcı Çözüm; Vatandaş Tanımından İnsan Tanımına Geçiş
Buraya kadar, önce Türkiye’nin Devlet-Vatandaş eksenli gerilimlerini ve bu gerilimlerin toplumsallaşmasının tehlikelerinden bahsettim. Sonra da bu kavgaların hangi durumlarda toplumsallaşarak vatandaşların kendi arasında sürekli ayrışmaya yol açacağını ve bunu nasıl engelleyebileceğimizi özetledim. Yukarıda önerilenler, kalıcı çözüme katkılar sağlayacak olmakla birlikte esas itibariyle var olan gerilimin genişlemesinin önüne geçilmesinde işe yarayacak analizler, önerilerdir. Kalıcı çözüm için ayrıca çaba göstermeliyiz.
Alevi-Sünni, Türk-Kürt, Laik-Dindar ve diğer ayrımcılıkları sona erdirecek yegâne çözüm, devletin ‘vatandaş’ tanımını ‘insan’ tanımına olabildiğince, fark kalmayacak şekilde, yaklaştırması ve vatandaşla arasındaki ilişkileri insan temelli hale getirmesidir. Bunu başaran devletin sınırları içinde ikamet edenler adalet ve eminlik duygusu içinde kardeşçe yaşayacaktır.
Bir an önce, eşit vatandaşlık ve adalet temelinde birlikte yaşama yolunda herkese umutlar verecek yeni adımlar atmalıyız. Bu konuda en başta Başbakana, hükümete, medyaya ve sivil toplum kuruluşlarına, üniversiteler ve kanaat önderlerine görev düşüyor. Hepimizin buna hakkı ve ihtiyacı var. Dünya hepimize yeter. Unutmayalım ki, barış ve kardeşlik nimetleri bereketlendirir.