Prof.Dr.Ahmet Çiğdem’in Aljazeera Türk’teki “AKP hâlâ siyasî bir aktör olarak var olabiliyorsa, bunu kendinden çok hasımlarına borçlu olsa gerektir.” dediği yazısı…
Türkiye, siyasî bir krizin içerisinde ve bu krizin bağlamı, siyasî öznelerin krizin nedenleri ve sonuçları hakkındaki görüşleri nedeniyle giderek yayılıyor ve derinleşiyor. Krizin algısı ve ifadesi, böylece, onun hem nedeni hem de önemli bir parçası hâline geliyor.
Bir tarafta muktedirlere ve yaptıklarına ölçüsüz ve aklı başında her insanın yüzünü kızartacak güzellemeler dizenler, öte tarafta, neredeyse bütün ideolojik ve politik rasyonaliteyi mezarına gömecek, otoriteryanizm, diktatörlük gibi kavramlarla bunların nesneler karşılıklarını yerlerinde ters çeviren bir acınasılıkla yürütülen sözde – siyasal tartışmalara bakılırsa, Türkiye, fiilen ‘bitmiş’ durumda.
Bitmişliğin nedeni gerçekten AKP ve Erdoğan mı?
Bu bitmişliğin bir kaç açıklaması, daha doğrusu, Türkiye’deki geleneksel ideolojik pozisyonlara göre bu bitişin konsekansları hakkında muhtelif anlatılar var. Ülkeyi ‘yaşanılmaz’ addedenlerin ilân ettiği “kesin bilgi” olarak bitmişliğin nedeni, AKP ve Erdoğan. Beyaz orta sınıf Türk Kemalizminden mesiyanik eşitlikçi İslâm radikalizmine, sosyalist devrim tahayyülünden fundamentalist liberalizme ve Kürt bağımsızlıkçılığına uzanan geniş bir koalisyon ‘neden’ konusunda hem fikir.
Bu koalisyonun zaman zaman bir ‘delirium’ düzeyine varan değerlendirmelerinin inanılmasını istediği şey, “o adamın varlığının” meselenin esasını teşkil ettiği – doğrudur belki, lâkin “bir adamın varlığı” bu düzeyde bir meseleye yol açıyorsa, o varlık artık bir adamın değil, bir siyasetin varlığıdır.
Şimdi hayli zengin ve paranoya ürünü olduğu açık bir sonuç toplamı var elimizde: Türkiye bir Ortadoğu ülkesi olabilir; eşzamanlı ve Ortadoğu ülkesi olma isteğinin tabiî bir vargısı olarak Batı’dan (ABD ve AB’den) uzaklaşabilir. Aynı şekilde, Türkiye düşük yoğunluklu bir şeriat ülkesi hâline gelebilir. Türkiye’nin bir İran peyki olarak dönüştüğünü savunan bir çizgi bile vardı. Neticede, Türkiye bir ulus-devlet olarak çözülebilir diyenler de mevcut. Ulus-devlet ağıtına duran kanadın içerisinde, İslâmcı bir grubun olması da şaşırtıcı değil. Türkiye’nin Sünni – Türk bir devlet olarak konsolide edildiğini savunanlar da. Yolsuzluklarla, kapitalist örgütlenmenin manipülasyonuyla sübvanse edilen otoriteryan bir çoğunluk rejimine evrildiğini düşünenleri de listeye ekleyelim. Mutenalaştırma, sendikasızlaştırma, delokalizasyon, özelleştirme vs. ile desteklenen, kültürel ve etnik kimlik aidiyetini okşayan bir Uzakdoğu kapitalizminin esas belirleyici olduğu bahsini de es geçmek olmaz. Gerçekte, eğer bir tür paranoya yerine, olup bitenlere soğukkanlılıkla bakılabilirse, bu sonuçların hayâl ürünü olanlar dışında, büyük bir kısmının dünyanın genelinde yaşananlardan (“cari kapitalizmin getirisi”) ibaret, bir kısmının da bu ‘bölgede’ olmanın yarattığı sonuçlar olduğu görülecektir.
Ayrıca Türkiye, bir ulus-devlet olarak örgütlenirken halının altına süpürdüğü sorunların bir kısmıyla yeni yeni yüzleşmeye başlıyor. Gelgelelim bu paranoya, birbiriyle çelişen ve çatışan bütün bu süreçleri, AKP ve Erdoğan’a bağlayarak, statükonun eleştirel bir düşünüme tâbi tutulmasına engel oluyor, en fazla. Bu patetik müştekiler ordusunun varlığı ise, üzücü değil sadece, maalesef tehlikeli de.
AKP’nin siyasal ve sosyolojik ömrü ne kadar?
2007’den beri, AKP’nin sosyolojik ömrüyle siyasal ömrü arasında bir ayrım yapıp, siyasal ömrünün miadının dolduğunu, sosyolojik ömrününse Türkiye’nin özgüllükleri ve bu özgüllüklerle eklemlenen geleneksel siyasal tutum ve görüşlerin sonuçları gözetildiğinde belirleyici olmayı sürdüreceğini söyleyip duruyorum. Buradaki sosyolojinin genelde olmasa bile, tekil durumlarda Türkiye’nin geleceği açısından daha ‘ileri’ siyasî bir pozisyonu temsil ettiğini de ekliyorum.
Gelgelelim, bugün AKP, kendi sosyolojisinin de Türkiye sosyolojisinin de siyasî olarak gerisinde kalmıştır. AKP kurulduğunda baskın olan esas öge, kendi sağıyla arasına koymaya çalıştığı mesafeydi. AKP’yi özgül kılan politik tutum, Türk-İslâm Sentezi ve bu ‘sentezin’ –diğer bütün ‘sentezler’ gibi- ölü-yaşarlığının meşruiyet aracı olarak kuran “devlet aklı”nı, siyasî hiyerarşinin alt basamaklarına çekebilmek için gerekli araçları “icad etmesinde” yatmaktaydı. Türk toplumunun demokratizasyonu ve devletin sosyalizasyonu için attığı adamlar bu çabanın sonuçlarıdır. AKP iktidarının başında kendisini bütünüyle bölük pörçük toplum mühendisliğine şartlandıran bir “hizmet enerjisinin” varlığı da bu tutuma dayanmaktaydı. Nitekim iktisadi krizlerin ve geleneksel sağ siyasî söylemin yorduğu Türkiye’de, bu kadarcık bir hamle bile AKP’nin önünü açabilmişti. Partinin durduğu yer, neredeyse kendiliğinden bir avantaj teşkil etmekteydi.
Bu bağlamda şimdi söylenmesi gereken şey, AKP’nin karşısındaki bloğun hangi gerekçeyle ve nasıl hareket ederse etsin, sağcılaşarak, devlet aklının buyruklarına itaat etmeyi kutsayan muhafazakârlığa tekrar gönül indirerek ve tekrar milliyetçiliğin taşralı püriten darlığına kapılarak buradan çıkmasının imkânsız olduğudur.
Tek çare, ‘demokratik proje’
AKP 2002’deki kadrolarıyla, politik ve ideolojik varlığıyla, bugünün Türkiye’sini yönetemez. İçinde bulunduğumuz vasatta, sadece AKP için de geçerli olmamak ve Kürt meselesi başta olmak üzere, bütün sorunlar için aslında tek yol vardır: Bu meseleyi kendi partikülarizmine hapseden biri Türk, diğeri Kürt milliyetçiliğine ayarlanmış maksimalist pozisyonları kaderlerine bırakıp, eminim, herkesin gönül indirmeyeceği ve fakat tam da bu nedenle işlevsel olabilecek bir “demokratik projeye” angaje olmasıdır.
Türkiye’de bugünkü performatif yapılarıyla etnik, dinsel ve başka türden siyasal kimliklerin dikey muhataplıkla dizayn edilmesi mümkün değildir. AKP, Türk toplumunu hemen her açıdan dönüştürmüş, ancak bu dönüşümün sonuçlarını ya görmezden gelmiş ve/veya katlanamamıştır. Bunlardan daha kötü olan, bu sonuçları ‘denetleyebileceğini’ sanmaktır. Gezi Protestosu, sözgelimi, tam da bu tutumla karşılanmış ve netice fiyasko olmuştur.
Sosyal varlık kapatılarak dönüştürülemez ve zaten kapatılamaz da. Dolayısıyla, böylesi bir angajman, siyasal kimliklerin cebren dönüştürülmesini, pasifize edilmesini değil, kendi özdüşünümlerini gerekli kılacaktır. Bu düşünüm, siyasal öznelerin varoluşlarını ve her türden taleplerini, ifade edebilme, kamusal tanınmaya ve onaya sunma ve nihayet gerçekleştirmek üzere mücadele edebilecekleri nesnel bir temelin sağlanmasının ilk adımıdır. Demokratik angajman, adalet ve eşitliğin sadece maddî şartlarının değil, aynı zamanda söylemsel şartlarının da üretilmesini mecburî kılar. Bu mecburiyet, siyasal ve toplumsal talepleri yok sayan, reddeden ve zorlandığında pazarlık konusu yapan bir tutuma karşı durmayı da mümkün hâle getirir.
Türkiye’de hemen her alanda bir polarizasyon var, her konuda rahatça ve kolaylıkla bölünebilme potansiyeline sahibiz. Bu potansiyelin agnostik bir siyasal verimlilikle sonuçlanabilmesi için yapılması gereken, bölünmelerin tanınması ve üzerinde düşünülmesidir, mutlaklaştırılması ya da önemsizleştirilmesi değil. “Kürt istiklâli” ya da “Cihangir respublikası” taleplerine böyle bakabilecek bir genişliktir, yolu açacak olan.