Şer İttifakı’nın tüm dünyayı Üçüncü Dünya Savaşı’na sürükleyerek, “tek dünya devleti-tek dünya hükûmeti-tek hukuk ve tek para sistemi” kurma stratejisini bozabilecek tek güç, iki milyara yakın Müslümanın, ümmet kimliği etrafında birleşmesi ve bütünleşmesidir. Bunun için uzun vadeli bir strateji belirleyip bir yol haritası ortaya koymak artık bir zorunluluk. Bu yol haritası 6 DT formülüne göre oluşturulmalıdır: 1. Doğru terimleri kullanmak, 2. Doğru tespit yapmak, 3. Doğru teşhis yapmak, 4. Doğru tedavi uygulamak, 5. Doğru tedbir almak, 6. Doğru terakkiyi gerçekleştirmek. Bunların uygulanabilmesi ve istenen sonuçların alınabilmesi için çizilecek stratejinin beş temel dinamik üzerine oturtulması gerekmektedir. 1. İslâm dünyasının iç dinamikleri, 2. İslâm dünyasında etkili bölgesel dinamikler, 3. İslâm dünyasında etkili olan küresel dinamikler, 4. Kıyamete kadar insanlığa savaş açmış İblis faktörü, 5. Bütün bu faktörlerin üzerinde etkili güç olarak ilahi irade.
Suriye’deki yeni durumu Türkiye, bu ana amaç merkezli bir stratejik yaklaşımla ele aldığında Şer İttifakı karşısına iki milyarlık bir ümmeti güç olarak çıkarabilecek ve tüm mazlum milletler de “D-60 ve D-160 modeline” uygun bir şekilde bu yapılanışta yerini alabilecektir. Bu sebeple yazıda, Suriye’deki devrim, geçmişte Suriye ile ilgili yazdığımız yazılar merkeze alınarak değişik açılardan yeniden değerlendirilecektir.
21. Asırda Güçler Arası Mücadelede Oluşan Sosyal Fay Hatları ve Savaşan Projeler Kapsamında Suriye
Soğuk Savaş sonrasında dünyanın yeniden yapılanması neticesinde ortaya çıkan küresel ve bölgesel güçleri şöyle özetleyebiliriz: Küresel güçler: ABD, NATO, Çin, Vatikan, Siyonizm; ABD-İngiltere-İsrail-Siyonizm; Çin-Rusya-İran; küresel sermaye, İslâm (değer sistemi olarak). Bölgesel güçler: Rusya, AB, İngiltere, Almanya, Fransa, Hindistan, Japonya, Türkiye, İran, İsrail, İtalya; BRICS, ŞİO. Bölgesel ve küresel düzlemdeki bu kamplaşma yeni fay hatlarının ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Bunlar üzerinden birbiriyle savaşan projeler ana hatları ile geçen yazıda özetlendi.[1] Mevzubahis projelerin sahipleri bazen birbirleriyle uzlaşarak bazen de çatışarak hedeflerine ulaşmaya çalışmaktadırlar. Bugün için asıl sıkıntı, savaşın Müslümanlar arasında “İslâm’ın İslâm’la savaşı” şeklinde cereyan etmesidir. Bu projenin özü, sosyolojik savaşı esas almakta, bu coğrafyayı Irak için üretilen yaratıcı kaos teorisi kapsamında din, etnisite, mezhep, aşiret ve cemaat merkezli olarak çatıştırarak bölmektir. İki milyara yakın İslâm dünyasının, tüm insanlığı kurtaracak bir imkâna, güce sahipken parçalanmakla kalmayıp birbirleriyle savaşmaları, bu oyuna çok kolay gelmeleri, üzerinde durup düşünülmesi gereken mühim bir meseledir. Unutulmamalıdır ki yeni jeopolitik haritalar çizen ve yeni yapılar ortaya çıkaran bu yaratıcı kaos bölgenin yararına olmayıp dış güçlerin ekmeğine yağ sürüyor.
Şer İttifakı’nın (ABD-İsrail-İngiltere-Siyonizm/küresel sermaye) “küresel hegemonya projesi” için Üçüncü Dünya Savaşı çıkarmak istediği her geçen gün ayan beyan ortaya çıkmaktadır. Bunun için Ukrayna-Rusya hattı ve İsrail-Filistin-Lübnan-Suriye hattı kullanılmaktadır. Buralardaki bölgesel savaşların küresel savaşa dönüşmesi istenmektedir.[2]
Suriye’de Esed rejimine karşı Mart 2011’de ortaya çıkan barışçıl ayaklanmalar kelimenin tam anlamıyla iç savaşa dönüşmüştür. İç savaş aileyi, komşuları, arkadaşları bölüp ayırmış, birbirlerine düşmanlaştırmıştır. Yaklaşık 13 yıl süren çok şiddetli ve acımasız savaşta, Hey’etü Tahrîri’ş-Şâm (HTŞ) öncülüğünde muhalefet ittifakının 27 Kasım’da başlattığı harekât, Suriye ve rejimi koruyup kollayan Rusya-İran güçleri tarafından ciddi bir mukavemetle karşılaşmadan 8 Aralık 2024’te Şam’ı ele geçirerek Esed rejimine son vermiş, Esed ailesi Suriye’yi terk ederek Rusya’ya sığınmıştır. Esed rejimi iki haftalık bir zaman diliminde devrilmiş ve Suriye’de yeni bir dönemin kapıları ardına kadar açılmıştır. Suriye iç savaşı, ABD’nin Irak’ı işgal etmesinin ardından Saddam’ın yaşamasına müsaade ettiği yaklaşık 11 yıllık zaman dilimiyle benzerlik göstermektedir. Bu süreçte Irak, “Kuzeyde Kürtler, ortada Sünniler ve güneyde Şiiler” söylemi ile etnik ve mezhebi açıdan ayrıştırılmış, bölgesel savaşlar yaygınlaştırılıp iç göçler tetiklenerek ülke fiilen üçe bölünmüş, tüm petrol bölgelerine el konulmuştur. Ayrıca Irak’ta ABD ile iş birliği yapan gruplardan bazı savaşçılar alınıp yurt dışında özel bir eğitime tabi tutulmuşlardır. Bu sebeple Suriye’de Mart 2011’den 8 Aralık 2024’e kadar herkesin çok etkilendiği bu süreci, değişik boyutları ile incelemek ve analiz etmek gerekmektedir.[3]
Suriye Devrimi’nin Değişik Aşamaları
Belli bir hazırlığın uzantısında başlatılan “Arap Baharı” için öngörülen süreç ülkeden ülkeye değişmekle birlikte ortalama süre beş yıldır. Bu durum bazı ülkelerde “merhametsiz” iç savaşı, bazılarında da askerî darbeleri beraberinde getirmiştir. Suriye’de başarıya ulaşan devrimin fitilini “Arap Baharı” ateşlemiştir. Bu sebeple biz hadisenin hazırlık aşamasını da göz önüne alarak Suriye Devrimi’nin değişik aşamalarını, dönüm noktalarını ele alıp değerlendireceğiz.
1. Aşama: Türkiye-Suriye-Irak sınırındaki mayınlı arazilerin temizlenmesi, organik tarıma açılması ve sınır boyuna elektronik erken uyarı sisteminin kurulması girişimi
Mayınlı arazilerin Türk ordusunca değil de bir İsrail firması tarafından temizlenmesi ve organik tarıma açılması kararı, TBMM’den geçmiş ve fakat CHP Genel Başkanı Deniz Baykal Anayasa Mahkemesi’ne götürüp ilgili kararın iptalini sağlamıştır. Benzer şekilde Irak-Suriye hattına elektronik erken uyarı sistemi kurulması da İsrail firmasına verilmiş, Baykal aynı yolu izleyerek kararı iptal ettirmiştir. Bunlar Baykal’ın siyasi hayatının sonlandırılması sürecinde etkili olmuştur. Ardından mayınlı araziler Türkiye tarafından temizlenmiştir.
Geriye dönüp bakıldığında Şer İttifakı’nın, Suriye’de Büyük Ortadoğu, Büyük İsrail ve şehir devletleri projeleri kapsamında hem iç hem de dış göç oluşmasına ilişkin hibrit savaş stratejisi uygulamak istediğini ve de bunu başardığını söyleyebiliriz. O sebeple bu dönemi, Suriye’de başlatılmak istenen iç savaşın ilk aşaması şeklinde değerlendirmekteyiz.
2. Aşama: “Kardeşim Esed’den Düşmanım Esed” aşamasına geçiş
AK Parti’nin iktidara gelişinden itibaren benimsenen “komşularla sıfır sorun politikası”, Türkiye-Suriye ilişkilerinde sıçrama meydana getirerek çok olumlu bir havanın doğmasına sebep olmuştur. Bu politika çerçevesinde, Türkiye ile Suriye arasında ekonomik ve siyasi ilişkiler geliştirilerek birçok mesele çözüme kavuşturulmuş; ortak askerî tatbikat bile yapılmıştır.[4] Türkiye ve Suriyeli bakanların katılımıyla 13 Ekim 2009’da Halep ve Gaziantep’te, “ortak kader, ortak tarih ve ortak gelecek” sloganıyla Yüksek Düzeyli Stratejik İş Birliği Konseyi 1. Bakanlar Kurulu toplantısı yapılmıştır. Birinci konsey toplantısı ise 22-23 Aralık 2009 tarihleri arasında başbakanlar düzeyinde yapılmış, iki ülke arasında vizeler karşılıklı kaldırılmıştır.[5] Şubat 2011’de Asi nehri üzerinde inşa edilecek barajın temel atma töreninde, Başbakan Erdoğan, Beşşar Esed’e “Kardeşim!” diyerek hitap etmiş, Suriye halkına “Bizler tarihin bizi birbirimize kardeş kıldığı ve kardeş eylediği milletleriz. Tarih boyunca bizim kaderimiz hep ortak oldu, hep birlikte yüreğimiz attı.” demiştir.[6]
Suriye’de Mart 2011’de Deraa’da ayaklanmaların başlaması sonrasında bunun Şam, Hama, Humus, Lazkiye ve Banyas’a sıçraması karşısında karşı Esed rejimi sert bir tutum takınmıştı. Her türlü hürriyet ve sivil yapılanmaya boğan istihbarat devlerinin bu silahlı müdahalesi, iki ülke arasındaki ilişkilerde kırılmanın hem miladı hem de sürdürücüsü olmuştur. Artık eski kardeşler düşmandır ve farklı eksenlerle ittifak kurarak yol ayırımına girmişlerdir. Türkiye’nin Suriye’deki mazlum halkın yanında yer alması, çok haklı ve yerinde bir tavır olup doğruydu. Bununla beraber yönetimle tüm ilişkilerin hemen kesilip atılması yanlıştı. Türkiye, ilişkileri Suriye’deki her kesimle diyalog kuracak bir konumda tutabilmeliydi. Suriye’ye karşı Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı dâhil bütün makamlar çok sert tavır almışlardır. Bütün makamların bu sürece dâhil edilmesi ile diyalog kuracak herhangi bir makamın kalmaması, Türkiye yönetiminin bir hatasıydı.
3. Aşama: Mart 2011’de Deraa’da “Arap Baharı” sürecinin fiilen başlatılması
Mart 2011’de Suriye’nin güneyindeki Deraa’da yaşları on-on beş arasında değişen gençler duvarlara -Tunus, Mısır, Libya halkını örnek alarak- “Halk rejimin düşmesini istiyor!”, “Sıra sende doktor!” yazmışlardır. Deraa’daki istihbarat başkanı Esed’in teyzesinin oğluydu, söz konusu kişi gençleri gözaltına almakla kalmamış, ailelerine zulmetmiş ve alçakça sözler sarf etmiştir. Aslında Esed rejimi barışçıl gösteriler karşısında reformlarla yola devam etmek yerine takındığı sert tutumla kendi elleriyle, süreci tasarlayanlara iyi bir imkân sunarak eylemlerin ülkenin farklı yerlerinde yayılmasını sağlamıştır. Şam ve Deraa’da 15 Mart 2011’deki protesto gösterileri Suriye’deki isyan dalgasını başlatmıştır. İkinci aşama tam da bu esnada hayatiyet kazanmış, derinleşmiş ve geri dönüşü olmayan bir noktaya sürüklenmiştir.
Ortadoğu’daki yönetim değişikliklerini göz önüne alan AK Parti hükûmeti, Suriye rejimi üzerinde, reform yapması konusunda gittikçe artan bir baskı uygulamaya koyulmuştur. Esed’in, Erdoğan’ın istediği bir zamanda değil de Suriye yönetiminin belirleyeceği bir zamanda reformları yapacağını açıklaması, gerilimin daha da artmasına sebebiyet vermiştir.[7] Türkiye sınırına yakın İdlib’in Esed rejimi ile daha önceden acı bir tecrübesi olan Cisru’ş-Şuğur ilçesi sakinleri ayaklanan ve devrime katılan ilk yerlerdendi. Çünkü ilçe sakinlerinin üçte biri 1980’lerde rejim güçlerince katledilmişti. Yargısız infazla katledilenlerin çoğu çocuk ve kadındı. Barışçıl gösteriye katılanlara orantısız güçle mukabele edildi. Esed rejimi 10 Haziran 2011’de ilçeyi basmaya kalkışınca halk 1980’lerdeki katliamın tekrarlanacağından endişelendi. İlçeyi kuşatan rejim ordusundaki Albay Hüseyin Harmuş sivil halka ateş açmayı reddetmişti. 20 bin asker toplayan Esed güçleri halka ateş etmeyi reddedip ordudan kopan askerlere evini açanları cezalandırmak istiyordu. Bunun üzerine 30 bin nüfuslu ilçenin tüm sakinleri canlarını kurtarmak maksadıyla sınırı geçerek Türkiye’ye sığındı.[8] Irak benzeri bir göç dalgasının yaşanabileceğinden endişelenen Erdoğan, 9 Haziran 2011’de Esed’e karşı “Biz Suriye’deki olaylara daha fazla seyirci kalamayız. İyi ilişkiler ilelebet süremez!”[9] şeklinde çok sert bir açıklama yapmıştır.
Esed rejimi, 20 Haziran 2011’de hazırladığı reform paketini kamuoyuna sunarak, seçimlerin yapılacağını ve genel af ilan edileceğini duyurmuştur. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bu kararla ilgili olarak “bunun yetmeyeceğini” belirterek Esed’i “Verdiği sözleri yerine getirmeye” çağırmıştır.[10] Esed hadiselerin seyrini kavrayamadığından meseleyi basit görmüş, eylemlerin tüm Suriye’ye yayılmasına fırsat vermiştir. Tıpkı, Tunus, Libya ve Mısır’daki gibi… Bu noktada Türkiye’deki Taksim kadife darbe sürecinde, ülkenin her tarafında aynı anda eylemlerin yapıldığı da hatırlanmalıdır. Esed’in stratejik hatasının neticesinde Suriye iç savaşa sürüklendi. Tunus, Libya ve Mısır’da başarıyla iktidarların devrilmesini sağlayan eylemler, Rusya ve İran’ın Esed rejimiyle iş birliği yapması sebebiyle o dönemde Suriye’de başarıya ulaşamamış, fakat ülkenin değişik gruplar adı altında bölünmesini sağlamıştır.
4. Aşama: Temmuz 2011, Özgür Suriye Ordusu’nun, muhalifler koalisyonunun kurulması, Türkiye’nin sürece müdahil olması, ayaklanmanın iç savaşa dönüşmesi
Türkiye, başından itibaren Suriyeli muhaliflerle ilişki kurmuş, onlara gittikçe artan oranda lojistik, siyasi, ekonomik ve askerî destek vermiştir.[11] Muhalifleri 1-2 Haziran 2011 tarihleri arasında Antalya’da toplamış; 16-17 Temmuz 2011’de “Suriye için İstanbul buluşmasına” ev sahipliği yapmıştır.[12] Ordudan ayrılan kimi subaylar ve askerler, 30 Temmuz 2011’de Özgür Suriye Ordusu’nu (ÖSO) kurmuşlar, silahlı bazı sivil örgütleri de çatıları altına almışlar ve Esed’in ordusuna karşı gerilla savaşına girişmişlerdir.[13]
Türkiye, Ağustos 2011’de rejim karşıtlarını bir araya getirerek Burhan Gaylun’un başkanlığında Suriye Ulusal Konseyi’ni kurmuş;[14] Hür Suriye Ordusu lideri Riyad el-Esed’i Türkiye’ye kabul edip koruma altına almış;[15] 18 Ekim 2011’de Suriye Ulusal Konseyi ile ilk resmî teması kurmuştur.[16] Böylece yapıya meşruiyet kazandırılmış ve Esed’le geri dönüşü olmayan bir yola girilmiştir.
Erdoğan’ın 9 Ağustos 2011’de “Suriye konusunu bir dış mesele, bir dış sorun görmüyoruz. Suriye meselesi bizim bir iç meselemizdir. Suriye konusunda sabrın son sınırlarına geldik.”[17] şeklinde bir açıklama yaparak Suriye’yi Türkiye’nin bir bölgesi gibi göstermesi bardağın taşmasına sebebiyet vermiştir. Suriye rejimi, bunu iç işlerine karışmak şeklinde değerlendirerek çok sert tepki göstermiştir.[18]
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu 9 Ağustos 2011’de Şam’a giderek Esed’le yaklaşık altı saat süren bir görüşme yapmıştır. Hama’yı kuşatan tankların geri çekilmesine rağmen ana meselede uzlaşma sağlanamamıştır. Suriye’de şiddet durmamış, halk gösterilerine müdahaleler kanlı olmuştur. Ankara-Şam arasındaki üst düzey ilişkiler kopmuş ve Türkiye, Suriye’den kaçan Esed muhaliflerine ve sivillere kapıları açmıştır. ABD Başkanı Barack Obama 18 Ağustos 2011’de, Esed’i istifaya çağırmış, akabinde Esed rejimine ekonomik ambargo uygulamıştır. Birçok Batılı ülke de aynısını hayata geçirmiştir.[19]
Şam yönetimi 4 Ekim 2011’de Suriye’ye kaçak yollarla muhaliflere silah sevkiyatı yaptığı iddiası ile Türkiye’yi uyarmıştır.[20] Ayrıca Beşşar Esed 8 Ekim 2011’de “Türkiye’nin Suriye ile aynı siyasi, ekonomik ve mezhepsel yapıyı paylaştığını söyleyerek, benzer durumla karşı karşıya kalabileceğini” ifade etmiştir. Esed’in danışmanı Buseyna Şaban’ın iki gün sonra Malezya’da “Türkiye’nin, olayları kışkırtması ve körüklemesi yerine Suriye’deki çok partili sistemi ve demokrasiyi desteklemesini bekliyorduk.” demesi taraflar arasındaki ortak paydaların kaybolduğunun göstergesidir.[21]
Mübarek yönetiminin devrilmesinin ardından 14 Eylül 2011’de Mısır’a giden Erdoğan, Baas rejimini “halkına kurşun sıkan, tanklarla toplarla şehirlere baskınlar düzenleyen”, “reform sözü verip yerine getirmeyen” diye nitelendirerek Esed’e inanmadığını, “Suriye halkı şu anda Esed’e inanmıyor; biz de inanmıyoruz.”[22] diyerek dünya kamuoyuna duyurmuştur.
Obama ile 21 Eylül 2011’de New York’ta bir araya gelen Erdoğan; “Suriye yönetimi ile ilişkilerimizi kesmiş durumdayız. Bu noktaya gelmek istemezdik ama Suriye yönetimi bizi böyle bir karar alma noktasına getirdi. Suriye yönetimine artık güvenimiz kalmamıştır.”[23] diyerek “ABD ile birlikte Suriye’ye ortak yaptırım uygulayacaklarını” açıklamıştır. Türkiye, Suriye’ye askerî malzeme taşıyan uçaklara hava sahasını kapatmış,[24] Erdoğan, 26 Eylül 2011’de Esed’in meşruiyetini yitirdiğini ve yönetimi derhal bırakması gerektiğini söylemiş ve 5 Ekim 2011’de de Güney Afrika seyahati esnasında Esed’i katliamlar konusunda Baas iktidarını kuran babası Hafız Esed’in yolundan gitmekle suçlamıştır.[25]
Bu dönemin en önemli özelliklerinden biri, Irak’tan gelen “cihatçı” diye nitelendirilen savaşçıların, Suriye’deki değişik muhalif grupların saflarında yer almaları ve süreci farklı aşamalara taşımalarıdır. Türkiye, Katar ve diğer Körfez ülkeleri başta olmak üzere yabancı ülkeler, Esed rejimine karşı mücadele eden muhalif gruplara yardıma başlamıştır. Çeşitli ülkelerden gelen yardımlar farklı silahlı grupların ortaya çıkmasına ve Suriye’nin değişik bölgelerinde hâkimiyet mücadelesine girişmelerine yol açmıştır.
Esed, kendisine karşı çıkan örgütlere destek verilmemesi için “radikal İslâmcı” diye nitelendirilen insan unsurunu cezaevlerinden çıkararak serbest bırakmıştır. Ayrıca çok daha önemli bir hamleyi Türkiye’ye karşı yapmış, ordusunu Suriye’nin kuzeyinde çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı yerlerden çatışmasız bir şekilde geri çekerek bölgeyi, PKK’nın uzantısı Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) silahlı üyelerine terk etmiştir. Bunun öncesinde hapiste olan PYD kadrosuna af çıkarıp istihbarat üzerinden göreve çağırmıştır. Şüphesiz rejimin hedeflerinden biri de Kürt bölgelerindeki ayaklanmaları bastırmaktı. Varılan anlaşmanın ardından PYD Temmuz 2012’de Halk Savunma Birlikleri’ni (YPG) kurmuştur. Rejim, Kürt bölgelerini PYD’ye teslim ederken askerî üsleri, karakolları bile onlara bırakmış, silah ve para verip güçlendirmiştir.[26] YPG, belli bir stratejiye bağlı olarak Afrin, Kobani ve Kamışlı’da hâkimiyet kurmuş, kontrol altında tuttuğu yerlere bayraklarını asarak âdeta bağımsızlık ilan etmiştir.[27] PYD’nin yaklaşımı tıpkı rejim gibi “ya benimlesin ya da bana karşısın” mantığındaydı. Hatta bu yapılanma yüzünden Suriye’deki Kürtlerin önemli bir kısmı memleketlerinden ayrılmak zorunda kalmışlardır.
5. Aşama: Şubat 2013’te İran’ın, Suriye’de Esed rejimine destek verdiğini açıklayarak sürece dâhil olması
İran İslâm Devrimi, ABD ittifakının doğu kanadını çökertmiş ve tüm küresel dengeleri altüst etmiştir. Komünizmin güneye yayılmasını engellemek için ABD tarafından geliştirilen, “ılımlı İslâm anlayışına” sahip yönetimlerle Sovyetleri güneyden çevreleyip durdurma stratejisi, İran’daki devrimle birlikte büyük bir darbe alarak sonlanmıştır. İran, ABD-NATO’ya karşı, İran-Sovyetler (Rusya)-Çin ekseninde yer almıştır.[28] Devrimin ilk yıllarında 2000 kişilik devrim muhafızı Lübnan’a gönderilerek Hizbullah kurulmuştur. Böylelikle bölgede İran için en büyük tehdit oluşturabilecek İsrail, kuzeyinden kuşatılarak bloke edilmek istenmiştir. Daha sonraki yıllarda, İran, HAMAS’a destek vermekle kalmamış, yardımda bulunmuştur. Altı Gün Savaşları’nda Suriye, Ürdün, Mısır ordularını yenen İsrail ordusu, ilk mağlubiyetini Hizbullah’la, ikinci mağlubiyetini HAMAS’la girdiği kara savaşında almıştır.
İran; Rusya, Çin, Hindistan, Mısır, Yemen ve Hint Okyanusu’ndan mürekkep bölgeyi kendi güvenlik alanı görmektedir. Bu coğrafyada vuku bulan tüm hadiselerle yakından ilgilenen İran, Büyük Ortadoğu Projesi’nde bölünecek ülkeler kategorisindedir. Devrimin ardından şer ekseni İran-Irak savaşını çıkarmış ve İran’a ekonomik ambargo uygulanmıştır. Bütün bu süre zarfında, İran’ın en ciddi müttefiki Hafız Esed Suriye’siydi. Şer ekseni ile mücadele İran’ın İslâm dünyasında özellikle halk kitleleri indindeki itibarını yükseltmiştir. Buna karşılık, Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan gibi yönetimler nezdinde de o oranda rahatsızlık doğurmuştur.
İran Anayasası’nın 3. ve 154. maddeleri, “dünya ezilmişlerini tam koruma” ve “ezilmişlerin ezenlere karşı yürüttüğü meşru mücadeleyi destekleme” sorumluluğunu İran yönetimine yüklemektedir. Mevcut anayasaya göre, İran, dünyanın her tarafında ezilmiş halkların haklarını korumak, onları desteklemek zorundadır. Tunus-Mısır hattında halk hareketleri başladığında, İran’ın dinî lideri Ayetullah Ali Hamaney ve diğer siyasi liderler, bu süreci, İran Devrimi’nin bir devamı görerek Batı yanlısı zalim diktatörlerin halkın eliyle tasfiye edilmesi şeklinde nitelemişlerdir.[29] Ancak halk hareketleri Suriye’ye ulaşınca önceki açıklamalarının tam tersine bir tavır takınarak, Suriye’deki ayaklanmaları, Batılı ülkelerin, Siyonizm’in tezgâhı şeklinde değerlendirip savaş uçakları, tanklar, kimyasal silahlar gibi akla hayale gelmeyecek her türlü silahı kullanarak halkı katleden Esed rejiminin yanında saf tutmuşlardır. Fakat buna karşılık, Bahreyn’deki halk hareketlerine destek verip yönetimin tutum ve tavrını şiddetle eleştirmişlerdir. İran bu tezadı şimdiye kadar açıklayamamış ve Müslümanlar nezdinde ciddi bir itibar kaybına uğramıştır. İran, kendi anayasasına ters düşmeyi göze alarak mazlum halkın safında değil de zalim Baas güçlerinin yanında yer almıştır. Arabuluculuktan uzaklaşan İran, Suriye meselesinde Rusya-İran-Türkiye eksenini güçlendirmemekle büyük bir hata yapmıştır.
Bu dönemde, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin Washington Post’ta (Eylül 2013) yayımlanan makalesinde “Bölgedeki insanların kendi kaderlerini tayin edebilecekleri bir ortam oluşturulması gerekiyor, Suriye’de diplomasi yollarına başvurulmalı” diye yazması dikkat çekmektedir.[30] Bu, İran’ın Suriye’de uyguladığı stratejinin ülke içinde de ihtilafa yol açtığının göstergesi şeklinde değerlendirilebilir. Şubat 2013’te İran, Suriye’de Esed rejimini desteklediğini açıklayarak Esed rejimini desteklemek için Kasım Süleymani’yi görevlendirmiştir. Esed’in ordusuna silah, milis güçleri vermekle kalmayan İran Esed’in ordusunu eğitmeye koyulmuştur. Öyle ki bu süreçte Suriye’de en etkili güç, Kasım Süleymani komutasındaki Kudüs Gücü, Hizbullah ve İran’a bağlı milislerdir. İran devreye girene kadar muhalifler, birçok yerleşim yerini ele geçirmişti. İran’ın sürece katılmasıyla Lübnan sınırında yer alan Humus’a bağlı Kusayr ilçesi 5 Haziran 2013’te Esed güçlerinin kontrolüne geçmiş ve savaşın seyrini rejim lehine değiştiren bir dönüm noktası olmuştur. Kusayr savaşla tamamen yerle bir olan Suriye’deki ilk ilçeydi hem rejim hem Lübnan sınırından giriş yapan Hizbullah milislerince çift taraflı saldırıya maruz kaldı. Kâra ilçesi kısa zamanda rejimin kontrolüne geçti, Yebrud Mart 2014’te düştü.[31] Daha sonra muhaliflerin iki yıl içinde elde ettikleri kazanımlar birer birer kaybedildi.
6. Aşama: Ağustos 2013’te Suriye ordusunun Şam kırsalında sarin gazı kullanması
ABD yönetimi, Esed rejiminin muhalefete karşı 14 Haziran 2013’te uluslararası hukukça yasaklanan kimyasal gaz kullandığını, 21 Ağustos 2013’te ise Guta’da sarin gazı kullanarak yüzlerce kişinin öldürüldüğünü tüm dünyaya duyurmuştur.[32] Ardından Duma, Kefer Zeyd, Halep, Han Şeyhun gibi ülkenin çeşitli şehirlerinde kullanılan kimyasal silahlarla binlerce insan öldürüldü.[33] ABD buna rağmen Esed rejimine karşı yaptırım için herhangi bir girişimde bulunmamıştır. Oysa Obama 2012’de “kimyasal ya da biyolojik silah kullanımı kırmızı çizgimizdir” demişti. Obama, “Kongre’ye askerî yetki talebinde bulunarak” Suriye’deki sürecin uzamasına yol açan bir strateji uygulamıştı. Benzer suçlamaları ABD Saddam için yapmış ve fakat daha sonra bunun palavra olduğu ortaya çıkmıştı. Hiçbir yaptırım uygulamayan Obama, kimyasal silahlarla ilgili olarak Esed’in destekçisi Rusya ile görüşmüş ve Suriye’deki kimyasal silahların ülke dışına çıkarılması noktasında Moskova yönetimiyle anlaşmıştır.
ABD yönetimine göre sivil halkın öldürülmesi suç değildir. Öldürmede ne kullandıkları o an için önemli kılınmıştır. Nitekim ABD’nin bu tezatlı yaklaşımını, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, “Bunu mutlak bir çözüm olarak görmek, Suriye rejimine kimyasal silah dışında hangi aracı kullanırsanız kullanın, ne kadar insan öldürürseniz öldürün gibi bir mesaj iletmekse bu barışı getirmez!” şeklindeki açıklamasıyla eleştirmiştir.[34] Obama yönetimi, o tarihten itibaren muhaliflere kısıtlı bir destek vermiş, Esed’e karşı açık müdahalede bulunmamıştır. Anlaşılan o ki Suriye’de asıl yapmak istedikleri ile ilgili gerekli şartlar oluşmamıştı. İlgili şartların doğması için zamana ihtiyaçları vardı. Tıpkı Irak’ta yaklaşık ilk 13 yılda yaptıkları gibi.
Esed karşıtı güçler arasında Suriye’nin en örgütlü muhalif hareketi Müslüman Kardeşler’in etkin hâle gelip güçlenmesi, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin ayrı bir strateji izlemesine sebebiyet vermiş, Türkiye’den değil Ürdün üzerinden Suriye’nin güneyindeki muhaliflere destek vererek ve kendilerine bağlayarak, muhaliflerin bölünmesini sağlamışlardır. Böylece Suriye’de Esed karşıtı muhalefet bölünmüş, her bir yapı kendi hâkimiyet bölgesini kurmaya ve genişletmeye çalışmıştır.
7. Aşama: Ocak 2014’te IŞİD’in Irak’tan Suriye’ye geçmesi ve operasyonlar yapması
Bu aşama kendi içerisinde iki alt evre içermektedir:
- Ocak 2014’te Suriye’ye geçen IŞİD’in Suriye’de Rakka’yı ele geçirip başkent ilan etmesi
Ebubekir el-Bağdadi liderliğindeki Irak İslâm Devleti (IŞİD) dinî görünümlü olmakla beraber lider kadrosu bakımından şüphe uyandırıcı bir yapıydı. Liderleri ABD, İngiltere gibi farklı ülke istihbaratlarıyla ilişkili olan bu örgütün mensupları 2013’te Irak’tan Suriye’ye geçerek Rakka’daki Esed karşıtı güçlerle savaşmış ve Ocak 2014’te şehirde tam bir hâkimiyet kurarak başkentinin Rakka olduğunu ilan etmişti.[35] ABD ve İran, medyanın çok fazla yer verdiği IŞİD gibi bir oluşumun varlığını kendi bölge politikaları açısından bizzat istedi.[36] Burada üzerinde durulması gereken, IŞİD’in Esed güçlerine karşı savaşmak yerine silahlarını muhaliflere doğrultmasıdır. Ayrıca Suriye’deki Filistin kamplarının bombalanması sürecinde de kritik bir rol üstlenmesidir. Rakka’yı ve Deyrizor’u ele geçiren IŞİD, zamanla güçlenmiş, Suriye İnsan Hakları İzleme Örgütü verilerine göre savaşçı sayısı 30 bine ulaşmıştır. Rakka’dan çıkarılan Ahrâru’ş-Şâm, El-Nusra gibi örgütler de çoğunlukla İdlib’e doğru harekete geçmişlerdir.
- Suriye’ye geçen IŞİD’in Eylül 2014’te Aynu’l Arab’ı/Kobani’yi kuşatması ve ABD’nin PYD’ye askerî destek sağlaması
Haziran 2014’te IŞİD, Irak’ın en büyük şehirlerinden Musul’u ele geçirmiş ve Türkiye sınırında PYD kontrolünde bulunan yerlerin bir kısmını kuşatmıştır. Ağustos 2014’te ABD, Irak’ın Sincar bölgesinde, IŞİD’i ilk kez hedefe koyarak havadan bombalamıştır. 23 Eylül 2014’te de Suriye’de IŞİD’e karşı ilk hava harekâtını gerçekleştirmiştir. IŞİD Suriye’de belli bir güç elde edince, PYD kontrolündeki Aynu’l Arab’ı/Kobani’yi kuşatmıştır. PYD’yi özel koruma altına alan ABD, bu gelişme üzerine 27 Eylül 2014’te IŞİD’e hava saldırısı düzenlemiştir. IŞİD Kobani’ye saldırıp katliamlar yapınca Erdoğan, Ekim 2014’ün başında, “Kara harekâtında bu görevi ifa edenlerle iş birliği kurulmadıkça hava harekâtıyla bu iş bitmez. Şu anda Kobani de düştü düşüyor.” diyerek ABD’yi dolaylı bir şekilde eleştirmiştir.[37] Amerikan yönetiminden Esed’e karşı sahada mücadele eden Türkiye destekli yapılara destek verilmesini istemiştir. Ancak Obama, Erdoğan’ın çağrısını farklı açıdan değerlendirerek 19 Ekim 2014’te Erdoğan’ı arayarak YPG’ye doğrudan silah yardımı yapacağını söylemiştir.
Türkiye, Kobani sürecine doğrudan müdahalede bulunmayıp Barzani’den Peşmerge göndermesini istemiş ve gelenleri Kobani’ye sokarak IŞİD’e karşı savaşmalarını sağlamıştır. Onlarla beraber IŞİD’i Kobani’den çıkararak meşruiyet kazanan PYD/YPG, ABD desteğiyle Türkiye sınır hattı boyunca ilerleyerek kendisine yeni bir hâkimiyet hattı kurmuş hatta güneye yönelerek Rakka’yı ele geçirmiştir.
Esed rejimini düşürmek üzere Suriye’ye gelen IŞİD, nedense 2014-2015’te önce Türkiye’de sonra da bazı Arap ve Avrupa ülkelerinde silahlı saldırılar düzenleyerek yüzlerce kişinin hayatını kaybetmesine yol açmıştır. Örgüt bu katliamlarla İslâm düşmanlığının artmasına sebebiyet vermiş, dünya kamuoyunun nefretini kazanmış ve kendisine yönelik muhtemel operasyonlar için bir altyapı oluşmuştur. ABD, IŞİD üzerinden önce bu ortamı ve psikolojiyi inşa ettirmiş hatta Suriye düzleminde Büyük Ortadoğu Projesi’ni yürürlüğe koyma sürecini hızlandırmıştır. Zaten önemli “istihbaratlarca üzerinde çalışılan tasarlanmış bir örgüt konumundaki IŞİD hem İslâm’ı karalamak hem yozlaşmış rejimlerin devamını sağlamak hem de İsrail’in varlığını meşrulaştırmak için”[38] kullanıldı. Askerî, siyasi ve iktisadi açıdan sırtını ABD’ye dayamış vaziyetteki YPG, ABD öncülüğündeki IŞİD’e karşı uluslararası koalisyonun desteğini kazanmış ve Suriye’nin kuzeyinde geniş bir alanı hâkimiyeti altına alarak iç göçleri tetiklemiş ve bir “Kürt koridoru oluşturmaya” çalışmıştır.
ABD’nin niyetini ve tehlikeyi geç de olsa gören Türkiye, 24 Temmuz’da önce Suriye’deki IŞİD, ardından Kuzey Irak’ta PKK hedeflerini vurmuştur. Buna karşın Amerikan yönetimi İncirlik üssünden IŞİD’e karşı operasyon yapmak üzere izin istemiştir. Buradaki niyeti şüphesiz Türkiye’yi IŞİD’i koruyan, destekleyen bir ülke konumuna düşürmekti. Oysa Türkiye daha önce ABD’nin İncirlik’i kullanabilmesi için “Suriye’de güvenli bölge oluşturmasını” şart koşmuştu. Türkiye, Amerikan yönetiminin kumpasına düşmemek için daha önceki şartını askıya alarak İncirlik’i kullanma iznini ABD’ye vermek zorunda kalmıştır.[39]
Amaçlarına ulaşmak için şeytanla bile iş birliği yapmaya hazır olan YPG, Suriye’nin kuzeyinde birbiri ile bağlantısı bulunmayan değişik bölgeleri ABD’nin verdiği imkânlarla kontrol altına alarak hâkimiyet alanını sürekli genişletmiştir. Böylece Türkiye’nin öncelikli sorunlarından biri, Suriye’nin kuzeyinde hâkimiyet kurmaya başlayan ABD’nin korumasındaki YPG’ydi.8
8. Aşama: Eylül 2015’te Rusya’nın Suriye’de savaşa doğrudan müdahale etmesi
Rusya’nın Suriye politikasını, yedi ana eksen şekillendirmiş, şüphesiz bundan sonra da şekillendirmeye devam edecektir: 1) 21. Asır Amerikan Yüzyılı Olacak Projesi (PNAC) ve bu kapsamda Büyük Ortadoğu Projesi, 2) Kadife darbeler, Arap Baharı’nın ABD-Batı ilişkisi, 3) NATO’nun Batı’nın küresel askerî gücü hâline dönüştürülmesi, 4) Sıcak ve büyük denizlere kolay ulaşma ve lojistik destek sağlama, 5) Rus enerji üretim ve ulaşım yollarının güvenliğini sağlama, 6) Ortadoğu’ya ve Afrika’ya yeniden açılma, 7) Ekonomik açıdan güçlenme.[40]
Rusya’nın hem bölgesel hem de küresel güç konumuna yerleşebilmesi için sıcak denizlere açılmaya ve buralardaki askerî güçlerine lojistik destek sağlamaya ihtiyacı vardır. Ukrayna’nın ve Gürcistan’ın kendisinden kopması ile birlikte Rusya’nın Karadeniz’de çok dar bir kıyısı kalmıştır. Ukrayna savaşı, Rusya’nın küresel güç olma iddiasına büyük zarar vermiştir. Akdeniz ve Atlas Okyanusu’na en kolay, en ucuz ve hızlı ulaşma imkânı Karadeniz ve Boğazlar üzerinden olabilmektedir. Rus donanması, Boğazlardan Akdeniz’e ulaştığında burada uzun süre kalabilmesi, lojistik destek alabileceği üslerin varlığına bağlıdır. Rus donanmasının bunu alabileceği tek üs Suriye’de Lazkiye-Tartus’tadır. Esed rejimiyle Rusya arasında, askerî iş birliği anlaşması mevcut olup Suriye ordusunun modernizasyonu ve eğitimi Rusya tarafından yapılmıştı. Suriye savunma sistemleri ve hava kuvvetleri tamamen Rusya kökenlidir. Dolayısıyla Rusya, Akdeniz’deki mevcudiyetinin en önemli araçlarından Tartus’taki Rus üssünden dolayı Suriye yönetimine destek vermiştir. Buradaki askerî gücü sebebiyle, enerji sevkiyatı bakımından kilit önemdeki İskenderun limanını, Süveyş kanalını ve Ege Denizi çıkışını Malatya Kürecik’teki NATO Füze Kalkanı sistemlerini kontrol etme imkânına sahip olmuştur.
Rusya, iktisadi ve askerî açıdan Baas rejimini kara gözü kara kaşı için desteklemedi. Kendi menfaatleri için Suriye’deydi, rejim de onların oyuncağını dönüşmüş durumdaydı. Esed rejimince sunulan imkânlar başkaları tarafından kendisine sunulmadığı sürece Esed’i desteklemeye devam etmiştir. HTŞ öncülüğündeki muhaliflerin Şam’a yürüyüşüne Rusya’nın kayda değer bir müdahalede bulunmaması bu açıdan hassasiyetle değerlendirilmeli ve de arka planda nelerin bulunduğu analiz edilmelidir. Rusya, “Arap Baharı” sürecini, doğal halk hareketleri şeklinde görmemekte; süreci ABD-Batı’nın, PNAC ve Büyük Ortadoğu Projesi ile İslâm dünyasını dinî, etnik ve mezhebi cihetten bölüp hâkimiyet kurması, enerji havzalarına, yeraltı zenginliklerine ve ulaşım yollarına el koyarak dünyanın tek hâkimi olması şeklinde değerlendirmektedir. Rusya’ya göre, Irak ve Afganistan’da daha önce uygulanan budur, zira Irak ABD tarafından gayri resmî olarak üçe bölünmüştür. Rusya’ya göre, Libya’da önce Fransa’nın, ardından NATO’nun askerî harekât düzenlemesi, keza Suriye’de muhalif güçlere, ABD ve Batı’nın hem silah hem de istihbarat desteği vermesi “Arap Baharı” sürecinin yanında Suriye’deki gelişmelerin de salt bir halk hareketi vasfı taşımadığını göstermektedir. Tavrını buna göre belirleyen Rusya, ayrıca Libya’da kandırıldığına ve aldatıldığına inandığından, Suriye’de benzer bir tuzağa düşmek istememiştir.
Bu sebeple Rusya, Suriye’deki iç savaşın dördüncü yılından itibaren hava gücüyle savaşa fiilen girip Esed rejimini desteklemiştir.[41] Putin bunun sebebini 12 Ekim 2015’te BBC’de yayımlanan röportajında şöyle açıklamıştır: “Ülkedeki cihatçılar Rusya için tehdit teşkil ettiğinden bu grupları engellemek için savaşa girdik. Bizim yabancı topraklara ihtiyacımız yok. Sovyetler Birliği’ni yeniden inşa etmek gibi bir niyetimiz de yok. Ama bağımsızlığımızı ve egemenliğimizi savunmalıyız.”[42] Rusya, ABD’nin desteğiyle açılan enerji üretim ve nakil koridorlarının ve ABD-Batı ittifakının çıkarının “korunması” için askerî anlaşma ile hayatiyet kazanan Demokrasi ve Ekonomik Kalkınma Örgütü’nü (GUAM) önemli bir tehdit gördüğünü açıklamıştır.[43]
Suriye’nin ABD yanlısı bir iktidarın eline geçmesi durumunda, Irak petrollerinin bir kısmının Irak-Suriye üzerinden Akdeniz’e ve Avrupa’ya aktarılması söz konusu olabilecektir. Bu durum AB’nin Rus enerjisine bağımlılığını azaltacaktır. Rusya, kaybolan menfaatleri noktasında kendisine güvence verilmediği sürece uyguladığı politikalardan vazgeçmeyecektir. O sebeple de ABD-NATO’yu Suriye sınırlarında durdurmak istemiştir. Ancak Rusya, kendi menfaatlerini koruyacak tarzda bir anlaşma yapabilirse Suriye’nin bölünmesini kabul edebilir. Bu sebeple Rusya’nın muhalif güçlerin Şam yürüyüşüne ciddi bir tepki vermemesinin bir arka planı olmalıdır.
Önceden ABD ve Rusya’nın Suriye meselesinde anlaştıkları bazı noktaların bulunduğunu görebilmekteyiz. ABD, Haziran 2012’deki Birinci Cenevre Konferansı’nda Suriye iç savaşının nasıl sona erdirileceği ve geçiş hükûmetinin nasıl kurulacağı ile ilgili bir muğlaklık bulunmasına karşın Moskova’nın tekliflerine sıcak bakmıştır. Bu konferansta “Esed’li bir çözüm”de uzlaşıldığını belirten Rusya’nın Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ile ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, “Suriye yönetimi ve muhalefetin dâhil olacağı ve Cenevre mutabakatının devamı niteliğindeki” İkinci Cenevre Toplantısı yapılması konusunda mutabakata vardıklarını açıklamışlardır.[44] Konferansa Türkiye ile muhalifler Esed’li bir yönetim teklifinden dolayı karşı çıkarken, Suriye, İran ve Arap Birliği desteklemiştir.[45]
ABD’nin terör listesindeki El-Kaide ve El-Nusra güçlerinin muhaliflerin saflarında yer alması Amerika’nın yanında AB, İsrail, Vatikan, Rusya, Çin, Suudi Arabistan ve Katar’ı rahatsız etmekteydi. Türkiye’nin muhalif güçlerden Müslüman Kardeşler’e destek vermesinden de Suudi Arabistan, Katar, ABD, AB, İsrail, Vatikan ve Rusya rahatsızdı. Suriye’nin Türkiye’nin kontrolüne girmesini arzulamayan ABD ve Rusya, Birinci Cenevre Konferansı ile birlikte hareket etmeye başlamıştı hatta her iki ülke farklı bir eksen teşekkül ettirip yeni bir irade ortaya koymaktaydı. Bu eksen, Suriye’de askerî bir operasyon istememekte, geçiş dönemi yönetimi ile çok partili bir sisteme geçmeyi öngörmekteydi. Bu süreçte, Esed’in bulunup bulunmayacağı henüz netlik kazanmamıştı. Rusya’nın ısrarla üzerinde durduğu iddia, Birinci Cenevre Konferansı’nda bu meselenin açıklığa kavuştuğu ve Esed’in de içinde bulunduğu bir geçiş dönemi yönetiminin kurulması yönünde karar alındığıydı. ABD ise bu noktada açık bir şey söylememekteydi. Bu da o günlerde Rusya ile ABD arasında Suriye üzerinde gizli bir anlaşma yapıldığı kanaatini kuvvetlendirmekteydi.
Türkiye ve Suriyeli muhaliflerle Rusya-ABD ekseni arasında sıkıntı yaratan en önemli mesele buydu. O dönemde ABD-Rusya ekseni, Esed rejiminin askerî bir operasyon yapılmadan gitmesini fakat yerine Rusya’nın ve İsrail’in menfaatlerini koruyan, laik, liberal, Batı iş birlikçisi bir yönetimin gelmesini istemekteydi. Türkiye ve Suriyeli muhaliflerle Rusya-ABD ekseni arasındaki ikinci sıkıntılı durum buydu. O dönemde Türkiye, Esed’in bir an önce gitmesini istemekte ve stratejisini de bu doğrultuda geliştirmekteydi. Bunun için de “NATO, Libya’daki gibi askerî müdahalede bulunsun”, “Esed için uçuşa yasak bölge oluşturulsun”, “muhalefet güçlerine ileri teknoloji ürünü ağır silahlar verilsin”, “silah ambargosu kaldırılsın”, “eğer askerî bir müdahale öngörülmüyorsa, Esed’siz bir geçiş yönetimi oluşturulsun”, “yapılacak serbest seçimlerde sandıktan kim çıkarsa Suriye’yi yönetme hakkı onun olsun”, deniliyordu.
Suriye’de Esed’in başkanlığındaki Baas rejiminin gitmesi hususunda Türkiye’nin Batı ittifakı ile hatta ABD-Rusya ittifakı ile herhangi bir sorunu yoktu. Ancak bunun şekli, araç ve yöntemleri konusunda giderilmesi imkânsız bir ihtilaf vardı. Türkiye ile Rusya-ABD ekseni arasındaki temel ayrılık, Türkiye’nin öngördüğü politikadaki son iki madde üzerinde yoğunlaşmıştı.
Türkiye, Rusya-ABD ekseninin öngördüğü çözümü kabul etmeyince, Rusya’nın Suriye stratejisi değişmiş ve Rusya Esed’in yanında fiilen savaşa katılmıştır. Böylece savaşan taraflar arasındaki denge, Esed kuvvetlerinin lehine daha da değişmiş ve rejim kendisine karşı savaşan gruplardan, kaybettiği yerleri birer birer geri almaya girişmiştir. 2015’in sonunda Halep’te taraflar ateşkes ilan etmiş, Esed Halep’i geri almış ve muhalif güçler İdlib’e yerleşmişlerdir. Bu süreçte en dikkat çekici olan gerek Esed ve gerekse Rusya-İran güçlerinin Suriye’nin kuzeyini fiilen işgal eden ABD destekli PYD-YPG güçlerine karşı ciddi bir müdahalede bulunmamaları hatta bunu hiç görmemeleridir.
9. Aşama: Hibrit savaş kapsamında iç ve dış göç olayının başlaması
Bu aşama iki ana evreyi ihtiva etmektedir:
- Hibrit savaş kapsamında başta Türkiye olmak üzere bölgenin istikrarsızlaştırılması
Suriye 1946’da Fransızlardan bağımsızlığını elde etti ama kurulduğundan beri gerçek anlamda kurumları ve bakanlıkları bulunmayan diktatörlerin egemenliğindeydi. Son 61 yılında ise sosyalizmle Arap milliyetçiliğini bir araya getiren Baas diktatörlüğü hâkimdi. Baas rejiminin düşmesinden sonra Vikipedi’nin verdiği bilgilere Suriye’nin nüfusu 24 milyon 300 bin olup dinî, mezhebi ve etnik bakımdan farklı bir dağılıma sahiptir. Suriye nüfusunun dinî ve mezhebi dağılımı şöyledir: %3 Dürzi, %10 Hıristiyan, %12 Şii/Nusayri, %74 Sünni, %1 diğer. Suriye nüfusunun etnik dağılımı ise %1 Çerkez, %2 Ermeni, %4 Türkmen, %9 Kürt, %78 Arap ve %6 diğer unsurlardır.
Suriye, mezhebi açıdan azınlık konumdaki Nusayri bir zümre tarafından yönetilmekteydi. Ülkenin zenginlikleri yüzde onluk rejim ve çevresi arasında paylaşılmıştı, halkın geri kalan yüzde doksanı fakirlikle boğuşuyordu. Farklı toplumsal kesimler arasındaki sınıfsal eşitsizlik her zaman derindi.[46] Hukuksuzluk, adaletsizlik, yoksulluk ve işsizlik hâkimdi. Suriye’nin iç dinamikleri, etnik, mezhebi, dinî ve sınıfsal açıdan çatışma ve ayrışma eğilimlidir. Bölgesel ve küresel dinamikler, Suriye’nin bu içyapısını önemli bir parametre olarak göz önüne alan bir politika ve strateji uygulamış ve uygulamaya devam etmektedirler.
- asırdaki savaşlar için beşinci nesil savaş, hibrit savaş, sessiz savaş, etki altına alma savaşı, algı savaşı, bilginin silah olarak kullanıldığı savaş, temassız savaş, dijital savaş, bilgi-tabanlı savaş isimlendirmeleri yapılmaktadır.[47] Farklı savaş türlerinin bir entegrasyonu olan hibrit savaş, dördüncü nesil savaşlara “siber savaş”, “dijital savaş” gibi yeni savaş türlerinin eklenmesi ile ortaya çıkan ve “Hem devletler hem de devlet dışı çeşitli aktörler tarafından yürütülebilen” bir savaş şeklidir.[48] Hibrit savaşın çok önemli devlet dışı unsurlarından biri de savaştıkları düşmana karşı kin, nefret ve motivasyonla dolu olan yabancı savaşçılar veya göçmen savaşçılardır.[49] Göçmen savaşçılar, hibrit savaşın amacına uygun olarak savaş yayıcı bir rol üstlenmektedirler. Bunlar barış içinde yaşamayı değil genellikle savaşarak yaşamayı seçtiklerinden her türlü terör eylemini yapmakta hiç sakınca görmemektedirler.[50] Bu sebeple yabancı/göçmen savaşçılar, hibrit savaşın en iyi yayıcılarıdırlar. Günümüzde yabancı/göçmen savaşçılar, Irak, Afganistan, Suriye, Libya ve Ukrayna’da bilfiil savaşmaktadırlar.
Suriye’de hibrit savaşın başlaması ile Nisan 2011’de Türkiye’ye doğru ilk göç dalgası oluşmuştur. Savaşın yaygınlaşması, uzaması, derinleşmesi ve şiddetlenmesine bağlı olarak daha sonrasında Lübnan, Ürdün, Türkiye, Irak, Yunanistan ve AB ülkelerine büyük göç dalgaları yaşanmıştır. Evlerinden ve vatanlarından ölüm korkusuyla kaçan Suriyeliler, Avrupa’dan sığınma talep etmişler ve Ege Denizi-Yunanistan üzerinden Almanya-Fransa gibi ülkelere gitmek istemişlerdir. Suriyelilerin göç dalgasına, 2015 yılından itibaren Irak, Afganistan ve Asya ülkelerinden gelen diğer sığınmacılar da dâhil olmuşlardır. AB, bu büyük göçmen dalgasını görünce Türkiye ile Mart 2016’da geri kabul anlaşması yaparak göçmenlerin Türkiye’de kalmasını sağlamıştır. Türkiye’deki göçmen sayısı, yaklaşık dört milyon civarındaydı. Bu orandaki bir göçmen sayısının, Türkiye’nin ekonomik, demografik, kültürel ve siyasi yapısı üzerinde olumlu ve de olumsuz etkileri olmuş, göçmenler üzerinden siyasette pay alma kavgaları başlamıştır. Türkiye’de Şer İttifakı tarafından yönetilen Boğaziçi kadife darbe sürecinin yedinci aşaması tamamen göçmenler üzerine inşa edilmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan düzensiz göçmenler bağlamında süreci, “AB ve ABD’den oluşan Batı ittifakının hem bölgede hem de Türkiye’de kaos ve istikrarsızlık yaratmak istedikleri” şeklinde, Devlet Bahçeli “sessiz istila”, eski İçişleri Bakanı Sadettin Tantan ise “sesli istila” olarak değerlendirmiştir.[51] İçişleri Bakanı Soylu ise Türkiye’de göçmenler üzerinden başlatılan yıkım kampanyasının, “yurt dışından” ve “tek bir merkez (AB ve ABD) tarafından yönetildiğini” çok açık bir şekilde kamuoyuna açıklamıştır.[52]
- Hibrit savaş kapsamında Suriye’de iç göçün etnik ve mezhepsel düzlemde gerçekleştirilmesi, Irak modelinin İdlib’de uygulamaya sokulması evresi
Suriye’deki savaşın hızlandırdığı iç göç, dinî, mezhebi ve etnik ayrışma eksenli gelişmiştir. Esed rejimi, etnik ve mezhebi açıdan iç göçü hızlandırıcı operasyonlar yapmıştır. Banyas katliamına bu açıdan bakmakta fayda vardır. Nusayri nüfusun yoğun yaşadığı Lazkiye, Tartus ile Humus ve Hama vilayetlerinin batı kanadını içeren bölgenin hem Sünnilerden hem de Kürtlerden arındırılması, gelecekte burada bir Nusayri devleti kurmak için öngörülmüş olabilir. Banyas ve Tartus içinde Sünni Arapların varlığı söz konusu planın hayata geçirilişi önünde bir engel teşkil etmekteydi. Banyas katliamı ile Sünni halk korkutularak göçe zorlanmış, güvenli ve homojen bir Nusayri bölge oluşturulmaya çalışılmıştır.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Banyas katliamı ile ilgili “Rejim ülkenin tümünü kontrol altına alma, mümkün değilse belli bir bölgeyi etnik temizliğe tabi tutup o bölgede etkin olma stratejisine geçmiştir.” tarzındaki değerlendirmesi, bu stratejinin uygulamaya sokulduğu anlamına gelmektedir. Esed Suriye’den kaçmadan önce de Lazkiye-Tartus bölgesine çok sayıda subay ve cephaneyi muhtemelen bu amaçla göndermiştir.
Bu strateji, ABD-AB-İngiltere-İsrail ittifakının Irak’ta iç göç üzerinden uygulayıp test ettikleri bölme projesinin geçen 13 yılda Suriye’de de uygulanabilmesi için gerekli şartların olgunlaştırılması çerçevesinde anlaşılmalıdır. Aceleyle Libya’ya müdahale edenlerin Suriye’de kıllarını kıpırdatmamasının sebeplerinden biri de bu olmalıdır.
2017’de dış destekli muhalif savaşçı güçler büyük oranda İdlib ve Cerablus-Mare hattına yerleşmişlerdir. 4 Mayıs 2017’de Rusya, İran ve Türkiye, Kazakistan’ın başkenti Astana’daki toplantıda muhaliflerin bulunduğu alanlarda “dört çatışmasızlık bölgesi oluşturma” kararı almışlardır: “Birincisi, geniş İdlib bölgesi; ikincisi, 150 binden fazla sivilin yaşadığı Rastan ve Telbise; üçüncüsü, 700 bin nüfuslu, radikal grupların da olduğu Doğu Guta ve dördüncüsü de Deraa ve Kuneytra’ydı.”[53]
Ancak Astana’da alınan bu kararın uygulanması sürecinde Mısır, Ürdün ve ABD devreye girerek, “ayrı anlaşmalar imzalayarak ana, tek bir yerleşim bölgesi olarak İdlib’i merkeze” oturtmuşlardır. Bunun sonucunda “Temmuz 2018’e kadar Doğu Guta, Rastan-Telbise ve Kuneytra-Deraa bölgelerinden 2011’de Esed’e karşı savaşmaya başlayan binlerce savaşçı aileleriyle birlikte otobüslere bindirilip ülkenin kuzeybatısındaki “çatışmasızlık bölgesi” ilan edilen İdlib’e gönderilmişlerdir.”[54]
Böylece Şer İttifakı tarafından İdlib’de Irak modeli devreye alınmıştır. Şehrin nüfusu üç milyonun üzerine çıkmıştır. Suriye-İran-Rusya ekseni bu gelişmeler üzerine İdlib’e yönelerek değişik operasyonlara giriştiler. 28 Ocak 2017’de Halep’in Esed güçlerinin kontrolüne geçmesi ve Türkiye ile Rusya’nın inisiyatifiyle hayatiyet kazanan Astana görüşmeleri, Esed’e karşı savaşan gruplar arasında ayrışmalara yol açmış ve Şam Fetih Cephesi, Nurettin Zengi Hareketi, Ahrârü’ş-Şâm Hareketi’nden ayrılıp diğer bazı gruplarla birlikte HTŞ’yi kurmuşlardır.
HTŞ, bünyesindeki diğer gruplara haber vermeden 9 Temmuz 2017’de kendisinin en büyük rakibi konumundaki Ahrâru’ş-Şâm’a karşı askerî operasyon yapmıştır. Önce 21 Temmuz 2017’de, Ahrârü’ş-Şâm kontrolündeki Cilvegözü sınır kapısı yakınındaki Bâb El-Hava sınır kapısını daha sonraki günlerde dört milyon insanın yaşadığı İdlib’i hâkimiyeti altına alıp yönetmeye başlamıştır.[55]
Rusya, Türkiye ve İran aralarında uzlaşarak Eylül 2018’de mutabakata varmışlar ve İdlib’te muhalifler ile Suriye ordusu arasında tampon bölge oluşturacak şekilde gözlem noktaları kurmuşlardır. Bu gelişmeler üzerine mutabakatın ‘geçici’ vasfına dikkat çeken Esed, “hükûmetimizin asıl amacı Suriye’nin her bölgesinde kontrolü sağlamaktır.” tarzında bir açıklama yapmıştır. Ancak HTŞ bu süreci kendi kontrolündeki bölgede bir mekanizma oluşturarak hem savaşçılarını hem de kadrolarını devlet yönetimi konusunda eğitmek şeklinde değerlendirmiştir.
Muhammed el-Colani, Mayıs 2013’te ABD tarafından küresel bir terörist ilan edilmişti. Ardından ABD Dış İşleri Bakanlığı 17 Mayıs 2017’de ise Colani’nin kimliğini veya yerini açıklayan bilgiler için 10 milyon dolarlık bir ödül verileceğini dünya kamuoyuna duyurmuş, HTŞ’yi ise “yabancı bir terör örgütü ve özel belirlenmiş küresel bir terörist varlık” şeklinde tanımlamıştı.[56]
Esed güçleri, Rusya ile Türkiye’nin 5 Mart 2020’de yeni bir mutabakata vardığı bölgede ilerleyerek muhaliflerin elinden bazı yerleri geri almıştır. Bununla birlikte İdlib’in büyük bir kısmı HTŞ’nin kontrolü altında kalmıştır. ABD, YPG-PYD güçlerini terörist görmemiş ve IŞİD’e karşı savaşan/savaşacak yapılar olarak ele alıp örgütlemiş, silahlandırmış ve eğitim sağlayıp orduya dönüşmesini sağlamıştır. ABD, üç yıl boyunca sadece IŞİD’i tehlikeli görüp göstermiştir. Donald Trump başkan seçildikten sonra, Nisan 2017 ve Nisan 2018’de birer kez Suriye ordusunu vurmuştur.
YPG’ye desteği yüzünden ABD’nin Türkiye ile arasında gittikçe derinleşen bir fay hattı oluşmaya başlamıştır. Türkiye, IŞİD ve YPG’nin Suriye’de geniş bir alana tehlikeli bir şekilde yayılmasını engellemek için, 24 Ağustos 2016’da Fırat Kalkanı ve 2018’de Afrin’e Zeytin Dalı operasyonlarını, Rusya’nın Suriye’nin hava sahasını Türkiye’ye açması ile yapmıştır.
10. Aşama: Aralık 2018, ABD Başkanı Trump’ın IŞİD’in elinde toprak kalmadığını belirterek Suriye’den çekileceğini açıklaması
Trump yönetimi, ABD’nin bir müddet içine çekilerek kendisini toparlaması, ekonomik açıdan kuvvetlendirmesi gerektiğine inanıyor ve bu amaçla da Çin’e yatırım yapan tüm ABD şirketlerini ülkeye geri çağırıyordu. Gelmeyenlere yaptırım uygulayacağını açık bir şekilde ifade ediyordu. Muhtemelen bu yaklaşımın neticesinde Trump, Aralık 2018’de IŞİD’in kontrolünde toprak kalmadığını ifade ederek Suriye’den çekileceğini dünya kamuoyuna duyurmuştur. Trump’ın bu açıklamasına hem ülke içinden hem de ülke dışından tepkiler gelince, sadece 1000 askerini geri çekebilmiştir. Oysa o dönem Fırat’ın doğusunda, Rusya-İran-Suriye birlikleri IŞİD ile savaşıyordu.
Trump, “Obama’nın YPG’ye yardıma koşmasından beş yıl sonra”, Ekim 2019’da Erdoğan’la telefonda görüşmesini müteakip Suriye’den çekileceğini bir kez daha açıklamıştır. Buna bağlı olarak Erdoğan “Kararı verilen ve süreci başlamış olan barış pınarlarının önünü açma vakti belki bugün, belki yarın denebilecek kadar yakındır.” demiş ardından Türkiye, 9 Ekim 2019’da YPG’ye karşı Barış Pınarı harekâtını başlatmıştır.[57] Ancak ABD ve Rusya’nın devreye girmesiyle harekât sonlandırılmıştır. Bu iki ülkeyle varılan mutabakata göre YPG sınırdan 30 kilometre aşağıya, güneye çekilecek, bölge, Rus ve Suriye ordularının denetimi altında bulunacaktı. Ne yazık ki bütün bu mutabakatlara rağmen PYD söz konusu bölgeden gerektiği şekilde çekilmemiş, söz verenler de sözlerini tutmamışlardır.
11. Aşama: Esed rejimini tanımayan ülkelerin Esed ile yakınlaşması ve Esed’in Arap Birliği Zirvesi’ne katılması
Suriye’deki iç savaşı müteakip Arap Birliği kurucu ülkelerinden Suriye’nin üyeliği, 16 Kasım 2011’de Kahire’deki dışişleri bakanları toplantısında askıya alınmış, ülkenin koltuğu 24 Mart 2013’te Doha’daki zirvede Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu’na verilmişti. Suudi Arabistan 2012 yılında Suriye yönetimine karşı daha sert bir tavır takınarak muhalifleri desteklemiş ve Esed’in yönetimi bırakmasını açık bir şekilde savunmuştur. Ancak Çin devreye girerek Nisan 2023’te Suudi Arabistan ile İran’ı bir araya getirerek anlaşmalarını sağlamıştır. Bundan sonra Suriye ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkiler yeniden tesis edilmiştir. Birleşik Arap Emirlikleri ise 2018’de, Şam’daki elçiliğini yeniden açmış ve Arap Birliği’ne Suriye’nin katılabilmesi için birtakım girişimlerde bulunmuştur. Ayrıca Umman, Ürdün ve Bahreyn de Şam’da diplomatik temsilciliklerini yeniden açmıştır. Bu gelişmelerin ardından Esed, Suudi Arabistan’ın Cidde şehrinde düzenlenen Arap Birliği Zirvesi’ne katılarak bir konuşma yapabilmiştir.
Türkiye ile Suriye arasında arka planda “terör örgütlerine karşı” mücadele çerçevesinde bir ilişki kurulmuştur. Bu kapsamda her iki ülkenin istihbarat başkanları Hakan Fidan ile Ali Memlük, Ocak 2020’de Moskova’da görüşmüşlerdir. Demokrat Partili Joe Biden’ın ABD’nin başkanı seçilmesi sürecin değişmesine sebebiyet vermiş ve ABD, ilk kez Şubat 2021’de Suriye’de Esed’e destek veren İran’a bağlı milis güçleri vurmuştur.
12. Aşama: Ekim 2023’te HAMAS’ın İsrail’e karşı başlattığı Aksa Tufanı’nın etkileri
Aksa Tufanı’nın ana amacını kavrayabilmek için Trump’ın İsrail’le ilgili yaptıklarını iyi değerlendirmek gerekmektedir. Trump döneminde Filistin’i çok yakından ilgilendiren iki mühim olay meydana gelmiştir: ABD’nin İsrail’deki büyükelçiliği Tel Aviv’den Kudüs’e taşınmıştır. Bazı İslâm ülkelerinin de içinde yer aldığı Filistin merkezli Yüzyılın Anlaşması ilan edilmiş ve Filistinlilere kabul için dört yıl süre tanınmıştır. Trump, bu anlaşma ve İbrahim Anlaşması çerçevesinde “Yeni Ortadoğu” kavramını ortaya atmış, Netanyahu da 22 Eylül 2023 tarihinde BM’de “Yeni Ortadoğu” haritasını göstererek konuşmuştur. Trump’ın kavramsallaştırması, Ortadoğu ile ilgili gizli bir projenin dışa yansıyan boyutudur. Bu yaklaşım, 21. yüzyılda Ortadoğu merkezli birçok olayın vuku bulacağının çok önemli bir işaretidir.
Yüzyılın Anlaşması projesinin açıklanmasından sonra İsrail, bazı İslâm ülkeleri ile İbrahim Anlaşması’nı imzalayarak görünürde barış ilan etmiştir. İsrail bu anlaşmalarla kendi hareket kabiliyetini artırmaya, imzacı ülkeleri Filistin konusunda pasif konuma düşürmeye, tarafsızlaştırmaya, Türkiye, İran, Lübnan, Suriye ve Irak’ı yeni bir blokla karşı karşıya getirmeye çalışmıştır. İşgalci İsrail bu iki anlaşmayı Ortadoğu’daki kimi ülkelerle imzalamasını müteakip Filistinlileri kendi topraklarında “haşlanmış kurbağa” gibi öldürme, düşünme ve hareket kabiliyetlerini yok etme stratejisi uygulamaya başlamıştır. BM, NATO, ABD, AB, İngiltere, Almanya, Fransa ve özgür olduğu söylenen uluslararası medya İsrail’in saldırılarını onaylamış ve destek vermiştir. Aksa Tufanı harekâtının İsrail’i içine düşürdüğü zor durumdan kurtarmak için ABD iki uçak gemisi, İngiltere ve Fransa savaş gemilerini İsrail’i desteklemek için Akdeniz’e göndermişlerdir. İşgalci İsrail’i ziyaret eden Biden ABD yönetiminin İsrail’in güvenliği için özel birlikler göndereceğini, çok yüksek düzeyde maddi yardımda bulunacağını açıklamıştır.
Gazze’ye kara harekâtı düzenleyemeyen İsrail bir yılı aşkın bir zamandır havadan, karadan ve denizden Gazze’deki hastaneleri, ibadethaneleri, sivil yerleşim yerlerini bombalamakta, kadınları, çocukları, yaşlıları ve hastaları öldürmeye devam etmektedir. Aksa Tufanı harekâtının ana amacı, bu oyunu deşifre ederek İslâm dünyasının ve insanlığın gündemine sokmaktı. Aksa Tufanı olmasaydı Filistin halkının çektikleri, İsrail’in yaptıkları hiç gündeme gelmeyecek; İslâm dünyası, Yüzyıl Anlaşması ve İbrahim Anlaşması ile narkozlanarak uyutulurken, Filistin halkı “haşlanmış kurbağa” gibi ölüme terk edilecekti. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan açıklamalarında buna dikkat çekmiştir.[58] Aksa Tufanı harekâtı HAMAS savunma stratejisi içerisinde taktik saldırı ile ilk kez İsrail’i vurmuş, bugüne kadar inşa ettikleri “dokunulmazlık” algısını yerle bir etmiştir.[59]
Aksa Tufanı vuku bulduğunda Rusya’nın ani bir kararla Karadeniz’de askerî tatbikat yapıp füzelerinin menzilinin İsrail-Filistin topraklarına ulaşabilecek bir yetenekte olduğunu söylemesi, Çin’in büyük bir donanmayla Umman körfezine gelip yerleşmesi, ABD’nin iki uçak gemisi ve nükleer denizaltı ile birlikte birçok savaş gemisi göndermesi, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın da savaş gemileri yollaması bölgenin stratejik öneminin bir kez daha vurgulanmasıydı.
Aksa Tufanı harekâtını müteakip İsrail’in Gazze’deki soykırım girişimi, İsrail’in kimi Arap ülkeleri ile imzaladığı Yüzyıl ve İbrahim anlaşmalarının askıya alınmasını sağlamıştır. Suudi Arabistan veliaht prensi Muhammed bin Selman, İsrail’in Gazze’deki eylemlerini “soykırım” şeklinde tanımlayarak kınamıştır. İsrail’in Lübnan’a saldırması, sınır boyundaki yerleşim bölgelerini yerle bir etmesi, Hizbullah ve HAMAS yöneticilerine suikastlar düzenlemesi, çağrı cihazları üzerinden sabotajlar yapması, Arap ülkeleri yöneticilerini, İsrail karşıtlığı noktasında çok etkilemiştir. İsrail’in Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaş, verdiği tahribat, İran ve Hizbullah’ın Suriye’deki konumunu zayıflatmıştır.
13. Aşama: ABD seçimlerini Trump’ın kazanması sonrasında arka planda kurulan masa
Henüz yeni olan bu aşama pek çok alt evreyi bünyesinde barındıracaktır. Bu aşamanın birinci evresi, HTŞ liderliğinde 27 Kasım 2024’e tarihlenen “Saldırıyı Püskürtme” harekâtıdır. Belli bir hazırlığı bulunan bu harekât, Rusya-İran-Suriye ekseni tarafından ciddi bir karşılık görmeden Şam’ın ele geçirilmesiyle neticelenmiştir. Suriye denkleminde Esed’in tekrar mevzi kazandığı söylenen bir dönemde, HTŞ’nin rejim güçlerine karşı bir saldırı başlatması, Suriye-İran-Rus ittifakının ise buna ciddi bir tepki vermemesi, Esed’in Suriye’yi terk edip Rusya’ya sığınması, çekilen İran-Hizbullah güçlerine ve Rusya’nın Suriye’deki Lazkiye-Tartus üslerine saldırı yapılmaması dikkat çekmektedir. Bundan önce İsrail ile savaşan Hizbullah Litani nehrinin kuzeyine çekilmeyi kabul etmişti. HTŞ’nin harekâtın sonunda Esed’in başbakanı Muhammed el-Celali ise şöyle dedi: “Kimseye dokunmayacağını söyleyen ve bize elini uzatan muhaliflere elimizi uzatıyoruz. Suriye tüm Suriyelilerin. Bu ülke normal bir ülke olabilir, bu ülke komşularıyla ve dünyayla iyi ilişkiler kurabilir. Bu tercih, Suriye halkının seçeceği yönetime kalmış. Biz, seçilecek yeni yönetimle iş birliğine hazırız. Onlara her türlü desteği sağlayıp devlet dosyalarını kolayca onlara aktarmaya hazırız.”[60]
Bütün bunlar, 27 Kasım öncesinde Suriye merkezli bir masa kurulduğunun ve tarafların bir mutabakata vardığının göstergeleridir. Bu noktada, bu masada kimlerin bulunduğu sorusu en hayati soru hüviyetiyle karşımızda durmaktadır. Zamanla açıklığa kavuşacak bu konu hakkında bazı alternatiflerin varlığından söz edilebilir. Suriye merkezli masanın bir tarafında şunlar olabilir: 1. ABD-İngiltere-İsrail, 2. ABD-İngiltere-Türkiye, 3. ABD-İngiltere-Türkiye-İsrail. Muhtemelen masanın diğer tarafında bulunabilecekler şunlardır: 1. Rusya, 2. Rusya-İran, 3. Rusya-Suriye, 4. Rusya-İran-Suriye, 5. Rusya-Türkiye-İran, 6. Rusya-Türkiye, 7. Rusya-Türkiye-İran-Suriye. Dediğimiz gibi masanın her iki tarafında kimlerin bulunduğunu zaman gösterecektir. Ancak görünen o ki masanın bir tarafında ülkenin petrolünü elinde tutan ABD ile İngiltere’nin, diğer tarafında ise doğalgazını elinde bulunduran Rusya’nın bulunma ihtimali yüksektir. Bu üç güç kendi taraftarlarını diplomatik temaslarla ikna etmiş olabilirler. Medyaya yansıdığı kadar masanın ağırlık merkezinde İngiltere oturmaktadır. İngiltere’nin girişimleri ile ABD’nin yeni başkanı, başkan seçilmeden önce, Suriye konusunda ikna edilmiştir: “İngiliz derin devletinin adamı sabık Hariciye Nazırı David Cameron’un seçimden evvel Trump’ı ABD’de ziyaret ettiğini ve uzun ve kapalı bir görüşme yaptığını biliyoruz. Bu konuşmanın ince bir Ada İngilizcesi üzerinden kaba ve kovboy ruhlu, maceracı bir Amerikalıya, savaşın devam ettirileceğine dair ihtar mahiyetinde olduğunu düşünüyorum. Eğer suikastların bununla bir alâkası varsa, muhtemelen “kovboyun” direnmiş olabileceğini düşünebiliriz. Ama bildiğimiz en az üç suikast teşebbüsünden sonra Trump yola gelmiş olmalı.”[61]
Trump’ın, “ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın Ukrayna’ya, Rusya’nın içlerini vurmak için uzun menzilli füzeleri kullanma izni vermesini” desteklediğini açıklaması, Putin’in Trump’ın seçilmesi ile ilgili olumlu bir tepki vermemesi, Rusya’nın nükleer silah kullanma doktrinini değiştirmesi, kıtalar arası bir füzeyi Ukrayna’ya atması, Ukrayna’nın füze saldırılarının devam etmesi durumunda dünyadaki ABD üslerini vuracağını, taktik olanlardan başlayarak nükleer gücünü devreye sokacağını; gerekirse Londra, Paris, Berlin’i ve doğu yakasından itibaren ABD şehirlerini haritadan sileceğini”[62] ifade etmesi yukarıdaki iddiaların doğruluğunun bir göstergesi şeklinde değerlendirilebilir.
Sonuç: Suriye’nin ve İslâm Dünyasının Geleceği
Suriye’deki iç savaş sürecinde Umran ve Millî Gazete yazılarımda Suriye’nin geleceğine ilişkin bazı öngörülerde bulunmuştuk: 1) İç savaşın uzun yıllar devam ettiği bir Suriye, 2) Beşşar Esed rejiminin hâkimiyetindeki toprak bütünlüğü korunan bir Suriye, 3) Sistemin tüm güçlerinin hâkimiyet kurduğu fakat Müslümanların yönettiği toprak bütünlüğü korunan bir Suriye; Mısır, Tunus veya 1950 Türkiye Modeli, 4) Sistemin değiştirilip anti-Siyonist, antikapitalist, antiemperyalist ve tamamen Müslümanların hâkimiyetindeki Müslüman bütün bir Suriye, 5) Batı yanlılarının hâkimiyetindeki Batı iş birlikçisi bütün bir Suriye, 6) Üçe bölünmüş (Sünni devleti, Nusayri devleti, Kürt devleti) bir Suriye, 7) Dörde bölünmüş (Sünni devleti, Nusayri devleti, Kürt devleti, Hıristiyan devleti) bir Suriye, 8) Beşe bölünmüş (Sünni devleti, Nusayri devleti, Kürt devleti, Hıristiyan devleti, Dürzi devleti) bir Suriye, 9) Altıya bölünmüş (2 Sünni devleti, Nusayri devleti, Kürt devleti, Hıristiyan devleti, Dürzi devleti) bir Suriye.[63]
Yukarıda verilenlerden ikinci madde Esed rejiminin çökmesiyle devre dışı kalmıştır. Suriye ile ilgili diğer alternatiflerden hangilerinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği, henüz mahiyetini tam bilemediğimiz kurulan masanın ortaya koymaya çalışacağı stratejiye göre ortaya çıkabilecektir. Suriye’nin her bakımdan yeniden inşası ve ayağa kalkabilmesi için uzun bir zamana ihtiyaç var. Yukarıda dördüncü maddede ifade edilen seçeneğin hayatiyet bulabilmesi için başta Türkiye’deki gönüllü kuruluşlar olmak üzere tüm İslâm ülkelerinin gönüllü kuruluşları süreci çok ciddi bir şekilde takip etmeli, güneş sistemi modelini uygulamak için seferberlik ilan etmelidirler. Henüz vakit varken!
[1] Burhanettin Can, “21. Asırda Ümmet Şuurunun Yeniden İnşası-1: Genel Bir Değerlendirme”, Umran, 2024, sayı: 364.
[2] Burhanettin Can, “İslâm Coğrafyası ve Küresel Savaş-2: ‘Küresel Savaş’ Türkiye Üzerinden mi Çıkarılmak İsteniyor?”, 2017, Umran, sayı: 278. Part 1- http:// www.youtube.com/watch?v=cXFj2MbwSyU Part 2- http:// www.youtube.com/watch?v=86XCCB0Dc5k Part 3- http:// www.youtube.com/watch?v=MSa8NCfSEdl Say, Z., Kontratak Şener Çelik Berkman 1; www.youtube.com
[3] Burhanettin Can, “Suriye Meselesi: Barıştan Savaşa Adım Adım”, Millî Gazete, 28 Haziran 2012; Burhanettin Can; “Büyük İsrail Projesi ve Suriye Meselesi”, Millî Gazete, 4 Temmuz 2012; Burhanettin Can, “Yeni NATO ve Suriye Meselesi”, Millî Gazete, 12 Temmuz 2012; Burhanettin Can, “Suriye Meselesi: Çatışan Eksenler Açısından”, Millî Gazete, 10 Ekim 2012; Burhanettin Can, “Çatışan Güçler Açısından Suriye Meselesi-2: Rusya”, Millî Gazete, 17 Ekim 2012; Burhanettin Can, “Çatışan Güçler Açısından Suriye Meselesi-3: İran Faktörü”, Millî Gazete, 24 Ekim 2012; Burhanettin Can, “Çatışan Güçler Açısından Suriye Meselesi-4: Türkiye Faktörü” , Millî Gazete, 1 Kasım 2012; Burhanettin Can, “Çatışan Güçler Açısından Suriye Meselesi-4: Vatikan Faktörü”, Millî Gazete, 8 Kasım 2012; Burhanettin Can, “Reyhanlı Psikolojik Harekâtı-1”, Millî Gazete, 22 Mayıs 2013; Burhanettin Can, “Reyhanlı Psikolojik Harekâtı-2: Verilen Mesaj”, Millî Gazete, 4 Haziran 2013; Burhanettin Can “Reyhanlı Psikolojik Harekâtı-3: Krizi Tek Merkezden Yönetmek”, Millî Gazete, 11 Haziran 2013; Burhanettin Can, “Suriye’nin Bölünmesinde Aranan Truva Atı”, Millî Gazete, 7 Ağustos 2015; Burhanettin Can, “Suriye’de Bölünmeye Giden Yol: Kantonal Yapı”, Millî Gazete, 14 Ağustos 2015; Ece Göksedef, “Suriye’de 13 Yıllık İç Savaşta 13 Kritik Dönüm Noktası” https://www.bbc.com/turkce/articles/cvgr5vj9xqko
[4] O. Orhan, “Türkiye-Suriye Askeri Tatbikatı ve İsrail’in “Rahatsızlığı”, ORSAM Dış Politika Analizi, 28 Nisan 2009,
[5] V. Ayhan, “Türkiye-Suriye Arasında Yüksek Düzeyli Stratejik İş Birliği Konseyi Dönemi”, ORSAM Dış Politika Analizi,15 Ekim 2009; V. Ayhan, “Türkiye-Suriye Stratejik İş Birliği Konseyi’nin Birinci Başbakanlar Düzeyi Toplantısı”, ORSAM Dış Politika Analizi, 23 Aralık 2009.
[6] “Türkiye-Suriye Dostluk Barajı’nın Temeli Atıldı”, Dünya Bülteni, 6 Şubat 2011.
[7] P. Seale, “Is the Syrian Regime in Danger?”, http://www.agenceglobal.com/article.asp?id=2530.
[8] Zahide Tuba Kor, Tuz ve Taş Üstünde Suriye’de Rejim, Savaş ve Göç, Küre Yayınları, İstanbul, 2023, s. 162.
[9] “Erdoğan’dan Esad Ailesine Sert Mesaj”, Hürriyet, 10 Haziran 2011.
[10] “Esad’dan Oyalama Taktiği”, Sabah, 21 Haziran 2011.
[11] V. Ayhan, agy.
[12] V. Ayhan ve O. Orhan, “Suriye Muhalefetinin Antalya Toplantısı: Sonuçlar, Temel Sorunlara Bakış ve Türkiye’den Beklentiler”, Ortadoğu Analiz, 2011, cilt: 3, sayı 31/32, s. 8-16.
[13] Ece Göksedef, agy.
[14]O. Orhan, “Suriye’de Sonun Başlangıcı: Yaptırım Dönemi ve Suriye Ulusal Konseyi”, Ortadoğu Analiz, 2011, cilt: 3, sayı: 34, s. 46-50.
[15] V. Ayhan, agy.
[16] “Suriyeli Muhaliflerle İlk Resmî Temas”, Zaman, 19 Ekim 2011.
[17] “Erdoğan’dan Suriye Açıklaması”, Hürriyet, 22 Eylül 2011.
[18] “Şam’dan Erdoğan’a Sert Yanıt”, Milliyet, 7 Ağustos 2011.
[19] Ece Göksedef, agy.
[20] “Türkiye Sınırı Yakınlarında Büyük Oranda Silah Ele Geçirildi”, SANA, 4 Ekim 2011.
[21] “Türkiye’nin Kışkırtma Yerine Reformları Desteklemesini Temenni Ederdik”, SANA, 10 Ekim 2011.
[22] “Kimse Esed’e İnanmıyor, Ben de İnanmıyorum”, Dünya Bülteni, 14 Eylül 2011.
[23] http://www.turkiyesuriye.com/2011/09/22/esedle-gorusmeler-kesildi-sama-yaptirimlar- yolda/
[24] “Türkiye, Hava Sahasını Askerî Sevkiyata Kapattı”, Hürriyet, 22 Eylül 2011.
[25] http://www.setav.org/public/HaberDetay.
[26] Zehra Tuba Kor, age., s. 283.
[27] Ece Göksedef, agy.
[28] Burhanettin Can, “Çatışan Güçler Açısından Suriye Meselesi-3: İran Faktörü”, Millî Gazete, 24 Ekim 2012.
[29] A.H. Bekir-O. B. Dinçer, “Ortadoğu’da Sıfır Toplamlı Bir Oyun: ‘Arap Baharı’ ve İran-Türkiye Rekabeti”, Analist, 2011, sayı: 8, s. 24-36.
[30] Ece Göksedef, agy.
[31] Zahide Tuba Kor, age., s. 102-103.
[32] https://www.bbc.com/turkce/articles/cvgr5vj9xqko
[33] Zahide Tuba Kor, age., s.159.
[34] Age. https://www.bbc.com/turkce/articles/cvgr5vj9xqko
[35] age. BBC Türkçe 8 Aralık 2024;
https://www.bbc.com/turkce/articles/cvgr5vj9xqko
[36] Zahide Tuba Kor, age.,s. 55.
[37] https://www.bbc.com/turkce/articles/cvgr5vj9xqko
[38] Zahide Tuba Kor, age., s. 84.
[39] https://www.bbc.com/turkce/articles/cvgr5vj9xqko
[40] Burhanettin Can, “Çatışan Güçler Açısından Suriye Meselesi-2: Rusya”, Millî Gazete, 17 Ekim 2012.
[41] Ö. Sanberk, “Rusya-Suriye Hattında Suriye Düğümü”, Analist, 2012, sayı: 18, s. 30-31.
[42] Ece Göksedef, agy.
[43] M. Chossudovsky, “Avrasya Koridoru: Boru Hattı Jeopolitiği ve Yeni Soğuk Savaş”, www.Koxuz.Org 25.08.2008; İ. Kamalov, “Rusya’nın Orta Asya Politikaları”, Ahmet Yesevi Üniversitesi, Rapor 2011. K. Has, “Orta Asya’da Rusya’yı Anlamak”, Analist, 2012, sayı: 18, s. 56-59.
[44] CNN Türk, 12 Mayıs 2013.
[45] Milliyet, 13 Mayıs 2013.
[46] Zahide Tuba Kor, age., s. 63.
[47] Burhanettin Can, “Avrasya Satranç Tahtasında Çatışan Stratejiler-2: Hibrit Savaşlar Dönemi”, Umran, 2022, sayı: 133; Uras Ufuk, “Beşinci Nesil Savaş/Sessiz Savaş”, Harkul Savunma Araştırma Merkezi, 2020;
Mustafa, Şenol, “Hibrit Savaş Kapsamında Siber Savaş ve Siber Caydırıcılık”, ed. Şeref Sağıroğlu & Mustafa Alkan, Siber Güvenlik ve Savunma Farkındalık ve Caydırıcılık, Grafiker Yayınları, Ankara, 2018, s. 181-221.
[48] Mustafa Şenol, age.
[49] Yusuf Özer, “Savaşın Değişen Karakteri: Teori ve Uygulamada Hibrit Savaş”, Güvenlik Bilimleri Dergisi, 2018, 7(1), s. 29-56.
[50] H. Yalçınkaya, “Yabancı Terörist Savaşçılara Karşı Uluslararası İş Birliği: Türkiye’nin Tecrübesi”, (ORSAM Bölgesel Gelişmelerin Değerlendirmesi, 2015, No: 22, s. 16).
[51] Burhanettin Can, “Boğaziçi Kadife Darbe Süreci-3: Göçmenler/Sığınmacılar Aşaması ve Soros”, Umran, 2022, sayı: 334;
Burhanettin Can, “Boğaziçi Kadife Darbe Süreci-4: Göçmenler/Sığınmacılar ile İlgili AB Merkezli Yasal Düzenlemeler”, Umran, 2022, sayı: 335; Burhanettin Can, “Boğaziçi Kadife Darbe Süreci-5: Göçmenler Üzerinden Kurulan Akrep Kıskacı: “Açık Kapı Politikası”-“AB Geri Kabul Anlaşması”, Umran, 2022, 336; Burhanettin Can, “Boğaziçi Kadife Darbe Süreci-6: Mayınları Temizlemekten Beton Duvar İnşasına Şer İttifakının Göç Örümcek Ağı Operasyonları”, Umran, 2022, sayı: 337.
[52]https://www.tgrthaber.com.tr/politika/bakan-soyludan-istila-provokasyonuna-cevap-2826234; Bülent Orakoğlu, “Zafer Partisi Lideri Ümit Özdağ MOSSAD Ajanı mı?”, Yeni Şafak, 9 Mayıs 2022; Burhanettin Can, “Boğaziçi Kadife Darbe Süreci-3: Göçmenler/Sığınmacılar Aşaması ve Soros”, Umran, 2022, sayı: 334.
[53] Ece Göksedef, agy.
[54] https://www.bbc.com/turkce/articles/cvgr5vj9xqko
[55] https://www.indyturk.com/node/750107/yazarlar/ht%C5%9F-lideri-colani-kimdir
[56] age.https://www.indyturk.com/node/750107/yazarlar/ht%C5%9F-lideri-colani-kimdir
[57] Ece Göksedef, agy.
[58]https://www.ntv.com.tr/dunya/bakan-fidanislam-isbirligi-teskilatinin-disisleri-bakanlari-olaganustu-toplanacak,nqCUQBcqzECSMpq8DusisQ
[59] Burhanettin Can, “Aksa Tufanı ile Siyonizm’in ‘Kurbağa Haşlama’ Stratejisinin İfşa Edilmesi ve Çökertilmesi”, Umran, 2023, sayı 351: Burhanettin Can, “Aksa Tufanı ve Yüzyıl İhanet Anlaşması”, Umran, 2024, sayı: 353.
[60] https://www.aa.com.tr/tr/dunya/suriye-deki-61-yillik-baas-rejimi-coktu/3417690
[61] Süleyman Seyfi Öğün, “Küresel İlişkilerin Aynasında Ortadoğu’da Yaşananlara Bakmak (1)”, Yeni Şafak, 12 Aralık 2024.
[62] Süleyman Seyfi Öğün, “Poker, Rus Ruleti ve Tarih”, Yeni Şafak, 28 Kasım 2024; Süleyman Seyfi Öğün, “Suriye’de Olup Bitenlere Dair”, Yeni Şafak, 2 Aralık 2024; Süleyman Seyfi Öğün, “Ölümcül Sıkışmışlıklar ve Psikozlarımız”, Yeni Şafak, 5 Aralık 2024.
[63] Burhanettin Can, “Reyhanlı Psikolojik Harekâtı-1”, Millî Gazete, 22 Mayıs 2013; Burhanettin Can, “Reyhanlı Psikolojik Harekâtı-2: Verilen Mesaj”, Millî Gazete, 4 Haziran 2013; Burhanettin Can, “Reyhanlı Psikolojik Harekâtı-3: Krizi Tek Merkezden Yönetmek”, Millî Gazete, 11 Haziran 2013.
Prof. Dr. Burhanettin Can / Umran Dergisi Ocak 2025