Yeni nesil yazarlardan olan Yılmaz Yılmaz‘ın "Sâlik Yola Düşünce" adlı öykü kitabı çıktı… Osman Nuri Hoşdoğdu‘nun kitap hakkındaki görüşleri sizlere bir fikir verecektir…
Sâlik Yola Düşünce, genç yazarlarımızdan Yılmaz Yılmaz‘ın 15 öyküsünden oluşan öykü kitabı. Kitaptaki öykülerin çoğu daha önce Dergâh, Hece Öykü, Edebiyat Ortamı, Bir Nokta gibi dergilerde yayınlanmış. Bu da, öykülerin sınandığını, hür tefekkürün kalelerinde okura sunulduğunu gösteriyor.
Siste adlı öyküyle başlıyor kitap. Zamanda yolculuk, peş peşe sıralanan derviş öyküleriyle sürüp gidiyor. Zaman zaman yapılan kısa ama etkili diyaloglar yazarın zengin bir kaynaktan beslendiğini, Mustafa Kutlu’dan Ayfer Tunç’a uzanan bir etki haritası seriyor önümüze. Çok bilindik bir sinema sahnesinden alındığı izlenimi veren çarpıcı diyaloglar, yerinde ve zamanında yapılan tasvirler okurunu yazı sanatın görsellikle olan bağını bir daha gösteriyor.
Hemen her öyküde geçen saat objesi aslında zamana direnen öykü metaforuyla bire bir örtüşmüş. “Yağ satarım bal satarım ustam ölmüş ben satarım”. "Çocukluğunun tüm özlemleri dolduruyor kulaklarını.” gibi ifadeler bizi asla uzaklaşmak istemediğimiz çocukluğumuzun ölümsüz zamanlarında gezdiriyor. Hemen her öyküde yapılan “baba” vurgusu belki de yazarın bilinçli bir tercihi iken, başka öykülerde vurgu yapılan “anne umursamazlığı” okuyucuyu şaşırtıyor.
Az kullanılmış temiz bir kalp satılıktır yeni ve orijinal konusuyla çağdaş öykücülüğün gittiği yeri gösteren ilginç bir örnek olarak karşımızda duruyor.
Küçük bir çocuğun ağzından anlatılan “kış günü verilen balkon cezası” sizi ne kadar yüreğinizden yakalayıp içinizi acıtıyorsa zaman zaman yapılan sosyal çözümlemeler de o kadar ilginizi çekiyor.
“Yaşadığımız zamana ait gibi durmuyor hiç: Şu dünyanın kahrolasılıklarını ateşe vermek isteyen ruh hali! Bana mı sesleniyor? “Dün” sana ayak bağı olacaksa, dönüp suratını dağıtmakta özgürsün! Ruhumun özgür bırakıldığı gün damarlarımdan kalbime bir gücün toplandığı ve sonra bu gücün tekrar bütün bedenime yayıldığını söyledi kuşlar. Kuşlar söyledi. Kuşlar her zaman doğruyu söyler. Yıkılacak çok duvar var önümde ve arkamda zaten yıkılmış bir sürü duvar."
Belki de hayatın yoğunluğunu bir kenara bırakıp balkonlara baksak, ceza çeken çocukları göreceğiz. Bu öykü, Sezai Karakoç’un balkonsuz evlere duyduğu özlemi haklı gösteren bir örnek olarak duruyor önümüzde.
Sabahleyin bir tantana adlı öyküde ise günlük hayatımızda sıradan gözüken ama hayat yükümüzü kendi ellerimizle artıran birçok olayın varlığına tanık olmaya çağrı aslında. Ve bu yüklerden çok da kolay kurtulabileceğimizi gösteriyor yazar. Yazarın söylemek istediği gibi sıradan bir, bakkala gidip gelme işi bile çok önemli detaylar barındırabiliyor.
Sentetik Çorap öyküsünde yazar yüzyıl öncesinden fırlayıp gelmiş edası veren bir üslupla değerini kaybetmeyen güzelim dilimizden örnekler vermeyi de ihmal etmiyor.
“—Yok, öyledir cancağızım… İş para ile pul ile olacak iş değildir, iş maneviyat büyüklüğünde bulunmalıdır. Âdemoğlu, Hak katında o kadar acizdir ki, istediği kadar para kazanmış bulunsun büyüklük namına on para etmez. Büyüklük; sehavette, tevazuda, merbutiyette… Ah güzel anneciğim… Ne güzel şeyler öğretmiş bizlere. Hem evlatlarının hem de muhterem pederimin muallimi idi. Rahmete gark olsun…”
Halk tabir ve deyimlerine sık sık yer veren (Sır oldu kızcağız) yazar sağlam bir gözlem yaparak tiyatral öyküsüne bir özellik katmayı da ihmal etmiyor.
Bazen kendisiyle barışık, bazen de dalga geçen izlenimi veren yazar bunu çelişkiye düşmeden başarıyla yapabiliyor.
“Zaman dursa… Daha dün okumuştum, var böyle şeyler biliyorum. Tayy-ı zaman denen o akıl almaz durum yaşanabiliyormuş. Şimdi? Yaşansa… Canım Aynur, nasıl acaba şimdi, dün ateşi düşmüştü. “Anne tay bildiğimiz tay mı?” Tay ve zaman. Zamanın tay’ı mı varmış?"
Yazar bazen oluyor ki alışkanlıklarımıza, sosyal meselelerimize parmak basıyor, bunları yorumlarken de sosyolojik tahlillerde bulunuyor. Kısa ve somut çözümlerde bulunuyor.
“Dünya üzerinde yaygındır, şu Alman disiplini… Bizde uygulaması kolaydır ama alışkanlıklar yüzünden bunu yapamıyoruz. Rahatımızı bozmamak gibi nerden geldiği belli olmayan yaban otları bürümüş her yanımızı. Söküp atamıyoruz, kökü o kadar derinde ki… İnsan yerinde saymamalı, ilerlemeli. Gidebildiği yere kadar gitmeli, durmak ölmektir. Zaten hep bir arayış içerisindeyiz, derdi rahmetli annem…”
“İş dünyası acımasızdır, zor anlarda hemen karar vermek gerekir, zamanın gerisinde kalan gücün de gerisinde kalır…”
Karakterleri içimizden, her köşe başında görebileceğiniz tiplerden oluşan öykülerde günümüzde yaşanan kuşak çatışmalarına da değiniyor:
“O da bana. E, ben de bir şey diyemedim. Ne diyebilirim ki yani. Oğlum az biraz uçmuş, tasaffuf tarikat felan diyor diyemezdim her halde…”
“Tasaffuf değil anne, ta-sav-vuf…”
“Aman canım her neyse, onu diyorum işte.”
Yazarın ustalıkla satır aralarına gizlediği özgün tespitler, öyküleri yeniden okumanızı gerektiriyor.
“Su, tenine bıraktığı her izde hayatın imzasını atarak ilerliyordu. Suya yazı yazan kendisi değildi, su onun bedenine imzasını atıyordu."
“Belki de tüm korkum bunları kaybetmek. Hayat dediğimiz inanılmaz güzelliğin bir gün bir yabancı el tarafından mahvedilmesi ihtimali değil mi bizi korkak yapan, pısırık yapan? Alıştığımız hayatın dışına çıkmak ya da dışına atılmak hayatın…"
Kendine özgü denemeler yapmaktan da geri kalmayan yazar, bu özelliğiyle çağdaş öykü örnekleri sergiliyor.
“ – Güneşi mi? Yalnız sen değilsin güneşini kaybeden Mustafa. Çoğumuz kaybettik. Ve arıyoruz, ama bulunacak gibi değil.
— Efendibaba bilirsin ki “aramakla bulunmaz.”
— Öyle…
Susmuşlardı beraberce. Susarak ne çok şey anlatılacağını ondan öğrenmişti.
“Kaç kişi yaşamını böyle iç monologlarla, gel-gitlerle ifade eder ki. İnsanların çoğu dümdüzdür… Yokladı içini, kalbi yerinde değildi.”
Yazar en başta söylemesi gerekeni sonlarda yapıyor. Kitaba adını veren Sâlik Yola Düşünce öyküsünde dediği gibi:
“Belki de terk etmeliyim buraları. Gitmeliyim. Adım da Sâlik olmalı…
Tam kırk gün. Sessiz, tenha, karanlık bir taş odada O’nu bulmaya, O’nunla dolmaya…
Yokluğun ortasında bir ‘ben’ varım sanki. Varlığın ortasında bir ben ‘yok’um sanki."
Yer yer deneme havasını hissettiren paragraflarla yazar okurun ilgisini canlı tutmayı başarıyor.
“Karanlığın gizemli, çekici bir sesi vardır. Kulaklarınızın içinde uğuldayıp duran tuhaf bir sestir çoğu zaman, ama çekici bir sestir. Bir sarmala bağlanmış gibi tekrar eder durur kendini bu buğulu ses… Ta ki sizi de çekip alana değin içine. Yitip gitmeden önce yapacağınız birkaç şey vardır: Kendi öz sesinizi fırlatmak bunlardan birisidir. Sizi aramaya gelenler boşlukta yankılanıp duran sesinizden tanıyarak peşinize düşecek, bulmaya çalışacaktır sizi."
Son olarak belirtmeden geçemeyeceğim bir husus var ki asıl başarısı burada yazarın: Gündelik hayatın sarmalı arasında unutulmuş görünen ama asla unutulmayan detaylar ustaca satırlar arasına gizlenmiş. Yazarın dediği gibi sanırım öğüdüne kulak versek iyi olacak. Ne diyor yazar:
“Uzaklaşmak lazım uzaklaşmak… Nereye? Kimsenin varmak istemediği yere, suyun kaynağına varmak… Su… Hani yağmurda bedenine, tenine yağmur tanesi değdiğinde hafif bir ürperme kaplar ya seni, sonra alışıverişin bu güzelliğe… Su, kaynaktan geliyor. Bırak tenine vursun mührünü evlat…”
Sâlik Yola Düşünce, dikkatli bir gözlemle yeni unsurlar keşfetmek isteyen, satırlar arasında keyifli bir yolculuk yapmak isteyenlerin kaçırmaması gereken bir ilk kitap.
Sâlik Yola Düşünce, Okur Kitaplığı – Mart 2010