1938-44 yılları arasındaki Yurt Gezileri üzerine araştırmalar yapan Akagündüz, yaşananlar için ‘modernleşme muhafazakârlığı’ diyor.
‘Cehennem-Cennet’le hangi soru işaretleriniz kapanıyor?
2007 yılında Ankara Galeri Nev’den davet aldığımda başladı proje. Türkiye’nin modernist kültür politikaları için önemli bir dönemeç olarak gördüğüm 1938-44 yılları arasında yapılan Yurt Gezileri projesinin uygulanışı ve sonuçlarıyla çok ilgilendim. Hâlâ da ilgileniyorum. Bir akademisyen olarak ve geleneğe bakmak anlamında…
O resimlerle herkes ilgileniyor. Neden çok uğraşıyoruz onlarla?
Merkezî kararla şekillenmiş bir estetik tercihten bahsediyoruz. Büyük bir toplum mühendisliği aynı zamanda…
Hatırlayalım mı?
Şöyle oluyor: İlk iki yıl içinde sanatçılar son derece serbest seçimlerle yollanıyor Anadolu’ya. Fakat gelen resimlerin büyük bir kısmı engelleniyor, reddediliyor, gösterilmek istenmiyor. Ve sonra istenilen resimleri getirecek sanatçılar seçiliyor. Çünkü Cumhuriyet, kendi kültür mirasını oluşturabilmek için Cumhuriyet’i ve devrim sonrasındaki Anadolu imgesini idealize eden görüntüler istiyor. Hatta Boğaz tadında Anadolu manzaraları deniyor… Ama tabii 2. Dünya Savaşı yıllarında Anadolu’nun pek çok yeri çok mağdur durumda… Yani gerçek başka.
Gerçeğe karşı çok büyük bir baskı…
Bu baskıyı aslında iki yönlü okumak lazım. Hem merkezin baskısı hem de sanatçıların bu konuya yaklaşımları açısından… Sanatçıların gerçekle temas kurma konusundaki kişisel tercihleri ve iradeleri hem ideolojik hem estetik açıdan çok farklı. Sanatçıların bir kısmı Cumhuriyet’i idealize etmek istiyor. Ama sanatın gerçekle kurduğu ilişki düşünülürse aradaki mesafe gayri ihtiyari bir şekilde açılıyor. Gerçi sansürlenen ve bugüne ulaşamayan resimlerle ilgili hiçbir fikrimiz yok. Bu, büyük bir bellek kaybı.
Çok büyük bir muhafazakârlık mı söz konusu? Yenilik ve modernleşme muhafazakârlığı…
Modern akıl adına evet… Büyük bir modernleşme muhafazakârlığı söz konusu ama biz Türkiye olarak genelde çağdaşlaşma dediğimiz şeyin açılımlarını oluşturmaya çalıştığımızda bunun hemen yanına Batılılaşmayı da koyduğumuzdan… Bakın… Çağdaşlaşma ya da modernleşme dediğimiz kavramın kendisi Avrupa’da postmodernizmle beraber değişmeye başladı. Nedeni de şu: Avrupa modernizmin muhafazakârlaştığını düşünüyor ve postmodern yaklaşım aslında bununla uğraşıyor. Yani Batı aklının içinde tecrübe edilmiş modern fikri yavaş yavaş eksiklerini ve gediklerini görmeye başlıyor ve kendince ona karşı bir fikirsel örgütlenmeyle postmodern bir döneme geçiyor. Bu geçişin pek çok gerekçesi olabilir ama bence en önemlisi, modern yaklaşımın sınıflamacılığı. Hayatın içindeki pek çok şeyi hiyerarşik bir katman içinde sınıflamak, hatta anlam dünyasını bile sınıflamak… Buna toplum mühendisliği de dahil. O yüzden modern akıl bir Hitler Almanya’sı da doğurabilir. Dolayısıyla postmodernizm bu anlamda yaklaşım olarak çok doğru bir argüman üzerine çalışıyor ve sınıflamacı yaklaşımın tam tersi bir alan arıyor.
Geleceğe bakarken kaybolan kültür mirasını görmüyoruz…
Jacques Derrida ve Doğan Kuban, sosyolojik ve tarihsel bir çalışma yapmıştı: Bir kenti deneyimlemek üzerine…Ayasofya’nın yanından geçerken tarihle ilişki kurar; biraz yol alınca bir ATM görür ve bu yüzyıla döneriz. Metropolde yatay yolculuk yapmak, mesela metroyla… Toprağın altına indiğimizde sağımızda solumuzda tarihi binaların devamı vardır. Benim Anadolu’ya yaptığım yolculuklar da buna benziyor. Antropoloji Anadolu’yu neolitiğin son dönemini yaşayan bölge olarak tarif ediyor. Biz moderne, geleceğe ve batılılaşmaya bakarken… Arkada ne tür bir kültür mirası kayboluyor, onu bilmiyor, görmeye çalışmıyoruz.
Zaman