Mehmed Âkif‘i birkaç satırla anlatılacak bir insan değildir. Büyük bir muhayyirdir, büyük bir dava adamıdır ve büyük bir şairdir. Hayatı boyunca çok çile çekmiştir. Maalesef ne yaşadığı yıllarda ne de vefatından sonra hakkıyla değer verilmemiştir. Hep itilen kakılan biri olmuştur ama bu asla onun büyüklüğünden bir şey kaybettirmemiştir ona. Mehmet Âkif’le için yapılan birçok araştırma var. Dünyabizim.com sitesinden Yılmaz Yılmaz‘ın derlenmiş yazısını buraya aktarıyoruz.
Zaman ve zemin
Bir ölüm-kalım savaşında üzerine düşen vazifeyi bihakkın eda eden nadir insanlardan birisidir Mehmet Âkif… Yabancı ülkelerin işgal gailesi ile baş etmeye çalışan sadece ordu ya da asker değil bir milletin yekpare vücudu olmuştur. Çok dava adamı, vatan kahramanı duymuş-görmüş bir milletin çıkaracağı kahramanlar ne Âkif ile başladı ne de onla bitmiştir; ancak şüphesiz Âkif, bu kahramanların en civanmerdi, en vatanperveri idi.
Birinci Dünya Savaşı‘na girdiğimiz zaman ve zemini düşünecek dahası dönem kaynaklarını tarayacak olursak şu sonuca varıyoruz: Milletin cansiperane ülkesini, bütünlüğünü, istiklalini ve dahi istikbalini korumak için giriştiği sayısız mücadelenin adıdır Kurtuluş… Siperde asker, siper gerisinde millet elinden geleni yapmış ve “şafaklarda yüzen al sancağın dalgalanması-sönmemesi” için canı pahasına mücadele etmiştir.
Milli mücadelenin fikri yapısını oluşturan düşünür ya da şairler olmuştur şüphesiz. İşte bu yazar ya da şairler, milleti mücadele yönünde teşvik edici şiirler yazmış, yazılar kaleme almış; bir bakıma milletin duygu ve düşüncesine tercüman olma görevini yerine getirmişlerdir. Mehmet Âkif’in bu şairler-yazarlar arasında ayrı bir yeri vardır. Çünkü çoğu şair ve yazarın (karalar bağlayan, öldük-bittik teraneleri okuyanları dışta tutuyoruz) İstanbul’dan mücadeleye katıldığını görüyoruz; ancak Âkif bizzat cephede ve cephe gerisinde de halkın arasına inerek bu vazifeyi ifa etmiştir.
Dava ve aksiyon adamı Âkif
Mehmet Âkif, sade bir şair olarak üzüntüsünü dile getirmemiş, asırlardan-devirlerden tevarüs eden bir uygarlığın mirasçısı olduğu düşüncesiyle ve bu mirası korumanın elzem olduğuna inanarak, “ezanların susmaması, bayrağın nazlı bir hilal gibi dalgalanması” için mücadele etmiştir. Onu ateşli bir vatan sevdalısı olarak katır sırtında yolu olmayan köy ve kasabalara dahi giderek millete mücadele yönünde konuşmalar yapan hatta camilerde hutbe ve vaazlar vererek milleti uyandırmaya, mücadeleye katılmaya çağıran bir dava ve aksiyon adamı olduğunu görüyoruz. Dava adamı olduğunu söyleyen çok kişi vardır da iş aksiyona, taşın altına elini sokmaya gelince kaçacak delik aramışlar, türlü bahanelerle savuşmanın yolunu arayacak kertede bir zilletin koyu karanlığına hapsolmuşlardır. Koca bir ülkeyi, koca bir milleti ağacın köküne-gövdesine musallat olan kurt gibi içten içe yiyip bitiren “batı hayranlığı”, “çağdaşlık melodramı” hastalığına tutulan yazar-çizer takımından milli mücadelede ön saflarda yer almasını beklemek en basit ifade ile safderunluk olurdu herhalde. Nitekim kongreler döneminde ABD ya da İngiliz manda ve himayesini isteyen yazarlarımız da olmuştur. İşte manda ve himaye tartışmalarının yapıldığı demlerde bir vatan sevdalısı da katır sırtında köy köy gezmekte milleti gayrete davet etmektedir.
Âkif merhum, mücadele adamı idi, aksiyonerdi. Esefle müşahede ediyoruz ki Milli Mücadele‘den galip çıkan bir ülkenin ferdi olan çilekeş Âkif’e asıl zulüm ve zulümat bundan sonra yapılacaktır. Yazdığı marş, milli marş olarak kabul edilen şair öz yurdunda bir yabancı gibi duracaktır.
Cumhuriyetin ilanı yeni bir dönem açmaktadır kara bahtlı ülkenin istikbalinde. Bir savaştan muzaffer çıkılmıştır; ancak millet harap ve bitaptır. Yaraların sarılmaya başlandığı bu dönemde Âkif de direnmiştir. Neye direnmiştir? Vatan savunmasına katılan bu mert insan hâlâ neyin mücadelesini vermiştir? Onu, uğruna ölümü göze aldığı ülkesini terk etmeye, yabancı bir diyara göç etmeye (hicret etmeye mi demeliydik) zorlayan saikler nelerdir? İki dönem mebusluk yaptığı halde maaşı neden ödenmedi ve bu büyük şair neden yoksul bir hayat sürmeye mahkûm edildi?
Kaynaklar ışığında Âkif’in vatandan ayrılma sebepleri:
1. Âkif neye direnmiştir? Neyin mücadelesini vermiştir?
Cumhuriyetin ilanı ile yeni bir dönem başlıyordu ülkemizde. Genç Türkiye Cumhuriyeti devleti görünen oydu ki Osmanlı mirasını devralmaya hiç mi hiç niyetli değildi. Hatta Osmanlı her türlü melanetin başı olarak gösterilmek suretiyle istiskal edilmişti. Genç Türkiye Cumhuriyeti yönünü batıya dönmüştü. Teknik ve teknolojik gelişmelerin, uygarlığın yurduna çevirmişti bakışlarını. Bu veçhile yapılan inkılâp hareketlerinde Avrupalı devler-devletler örnek alınacaktı. Ne gariptir ki silah kullanarak yurdumuzdan söküp attığımız bu milletler şimdi silahsız olarak geri dönüyordu ülkeye. İşte açmaz nokta burasıydı: Dindar bir hayat yaşamaya çalışan ve şiirlerinde de bunu ifade etmeye çalışan bir düşünce adamı, aksiyoner ve şairdi Âkif. Ya değişmesi ya da değişime ayak uydurması gerekiyordu. Nitekim o dönemde bazı din adamlarında cumhuriyetle beraber yaşanan değişimler de gözlenmiştir. Âkif etliye-sütlüye karışmayan, karıştırılmayan bir biçare olarak direniyordu. Susuyordu… Konuşmamaya direniyordu. Milletin şairi yok sayılıyordu. İlgisizliğe-vefasızlığa direniyordu.
2. Ülkesini terk etmesine sebep olan hadise ya da hadiseler nelerdir?
Merhum Âkif Ekim 1925 yılında ülkesinden ayrılmış ve Mısır’a yerleşmiştir. Genç Türkiye’de istenmeyen adamdır artık çünkü. Milli şair istenmemektedir. Bu sonuca nerden varıyoruz, bu sonuca biz varmıyoruz şairimizin kendi ifadesi de bu yöndedir. İşte onun mısraları ile sebepler:
Mevzun düşürür saçmayı bir saçma adam var
Manzum sayıklar gibi manzume sayıklar
Zannım mütekaid şuaradan olacak ki
Hiçbir yenilik yok herifin her şeyi eski
Hâlâ ne sakaldan geçebilmiş ne bıyıktan;
Âsârı da memnun görünüyor köhne kılıktan
Hicrî, kamerî ayları ezber sayar ammâ
Yirminci asır zihnine sığmaz ne muamma
Ma’mure-i dünyayı dolaşsa da yer er
Son son, “Hadi sen kumda biraz oyna” demişler
Evet, bir resmi gazetede çıkan yazıda artık Âkif’in devrinin kapandığını söyler bir yazar. Ve ona “Hadi git artık sen kumda oyna” der. Bu yazı tuzu-biberi olur terk-i diyar etmesinin. Tuz-biber olmuştur bu son sözler. Peki, ondan önce neler olmuştu? Terk-i vatanı kafasına koyan şairi bu düşüncesinden vazgeçirmeye çalışan yakın arkadaşları Neyzen Tevfik’in kardeşi Şefik Kolaylı’ya ve Prof. Dr. Fazlı Yegül’e şunları söyleyecektir: “Arkamda polis hafiyesi gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum.”
Bir başka sebep: Osman Yüksel Serdengeçti’nin Âkif’in yakın arkadaşı Hasan Basri Çantay’dan naklettiği cümleler: "Çanakkale zaferinin yıl dönümüdür, bir tören yapılacak ve şehitler anılacak. Dönemin meşhur şairlerinden birisi kürsüye geliyor ve şunları söylüyor: Maalesef, Çanakkale Şehitleri için güzel, şehitlerimizin şanına layık bir Türk şairi tarafından bir şiir yazılamadı. Çanakkale Destanını yazan Türk değildir. Çaresi Türk olmayan bir adamın şiirini okuyacağız” yavesini savuruyor ve Âkif’in şiirini okuyor. Merhum Âkif bu hadiseyi duyar. Çok, pek çok mütessir oluyor, o kadar ki koskoca adam, çocuklar gibi ağlıyor. Çanakkale şehitlerinden onu ayırmak, “Sen Türk değilsin” demek… Bu hareket ve hakaret zamanın zamane şairi, devlet şairi, resmî şairi tarafından yapılmış. Tam da o sırada dönemin resmî gazetesinde “Hadi sen git, artık kumda oyna!” demişler. Âkif bunu da okuyor ve artık Türkiye’de duramıyor."
Evet, koca şairi ülkesinden ayrılmaya mecbur eden hadiseler belki sadece bunlar değildi; ancak yakın arkadaş çevresinin ve bizzat şairimizin ifadeleri bunlar.
Mısır hayatı ve sonra…
Mısır hayatı sayısız sıkıntının yaşandığı yıllar olarak tarihimize bir kara leke olarak düşüyor. Milletin şairi, İstiklal marşının şairi yokluk ve yoksulluğa mahkûm ediliyor. Bununla bitse iyi… Ömrünün son demlerini ülkesinde geçirmek isteyen, vatanında teslim-i can eylemek isteyen şairi yurda sokmamak için türlü bahaneler aramaya kalkışıyorlar.
Hastalığı ilerleyen Âkif, nihayet Haziran 1936 yılında yurduna dönmek için yola çıkıyor. Vapuru Çanakkale’den geçerken ve İstanbul’un camilerini görünce ağlayan şairin yanında eşi İsmet Hanım vardır.
Âkif, 27 Aralık 1936 yılında saat 19.45’te vefat eder. Mithat Cemal cenaze merasimine katılacak topluluk için şunları yazıyor: “Cenaze Beyâzıd’tan kalkacak. Oraya gittim. Kimseler yok; bir cenazenin geleceği belli değil. Çok sonra birkaç kişi göründü. Biraz sonra üstünde örtü olmayan bir tabut geldi. ‘Bir fukara cenazesi olmalı’ dedim. O anda Emin Efendi Lokantasının sahibi Mahir Usta elinde bir Türk bayrağı tabuta sardı. Sebebini anlayamadım. Yine o anda yüzlerce genç peyda oldu. Onlar da üniversitenin büyük sancağını tabuta sardılar. Ellerimi yüzüme kapadım. Cenazeyi tanımıştım.”
Garip yaşadı ve garip öldü vesselam… Merhumun cenazesi İstiklâl marşını okuyan yüzlerce gencin tekbir sesi arasında kabrine konulur. Bugün hâlâ İstiklal Marşı okunuyor törenlerde; ama yıllarca anlatılmayan, önem verilmeyen bir marş olarak, “iş olsun, adet olsun” diye okunduğundan olacak bugünkü nesiller marşın ruhunu anlamaktan o kadar uzak ki… Marşımızı okul törenlerine, resmî törenlere hapsetmenin bedeli olarak elimizde sadece “bir şiir” var…
Kaynakça:
Mehmet Âkif Ersoy, M. Ertuğrul Düzdağ – Kaynak Kitaplığı
Mehmet Âkif’in Mısır Hayatı ve Kur’ân Meali, M. Ertuğrul Düzdağ – Şule Yayınları
Bir Kur’ân Şairi Mehmet Âkif Ersoy ve Kur’ân Meali, Dücane Cündioğlu – Kaknüs Yayınları, yeni baskı Etkileşim Yayınları
Âkif’e Dair, Dücane Cündioğlu – Kaknüs Yayınları