Zuhal Erkek’in röportajı
Uzun yıllardır Türk İslam sanatlarına gönül vermiş olan Fuat Başer ile hat sanatındaki esteği, inceliklerini, sanatçı edebi üzerine güzel bir söyleşi gerçekleştirdik. Hat sanatının bilinmeyen yönlerini açıklayan Fuat Başer, hat sanatçısı olabilmek için nasıl bir aşamadan geçildiğini, hat sanatının İslam’daki yerini ve edebin hat sanattaki önemine kadar birçok konuya değindi.
HAT SANATÇISI FUAT BAŞER İLE YAPTIĞIMIZ RÖPORTAJIN İLK BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ.
Hat sanatının toplum üzerinde etkilerinden bahsetmek istiyorum. Bir röportajınızda “Sanat edeptir” demişsiniz. Hat sanatının insan ve toplum üzerindeki etkileri nelerdir?
Günümüzde önemli bir konu, soru da önemli bir soru. Asırlardır İslam toplumlarında yazıya da yazı yazanlara da gerçekten bilerek bilmeyerek, isteyerek istemeyerek büyük bir değer verilmiş. Hatta öyle ki bazen kutsal kişi diye bakılmış. Yazdığı ayetlere, yazan kişiye kutsal gözüyle bakmışlar, malzemesine son derece hürmet etmişler. Faraza, İmam Birgivi Hazretleri Yalova’ya doğru ayaklarını uzatıp yatmamış, edebinden. Sebep, Yalova’da kağıt fabrikası var. Üstüne ayet yazılan bir nesneye karşı ayaklarını nasıl uzatır. Bu bir edep… Mürekkep havanda dövülerek yapılır. Bu mürekkebi hazırlayan adamın eline bir damlası bulaşmış. Tuvalete giderken elinde o mürekkep bulaşığı ile girmemiş. Bu mürekkeple yazı yazılıyor. Elini ayrı bir yerde yıkıyor, sonra gidiyor. Kamış kalemleri kalemtraşla açılırken, yongaları çöpe falan gitmez. Kalemle Allah ismini yazıyorsunuz, onun yongalarını biriktirir, saklarsınız. Ispartalı Tevfik Efendi vardır, 126 Kur’an-ı Kerim yazdığı söylenir. Açtığı kalemlerin yongalarını biriktirmiş, vasiyeti üzere suyunu yongalarla ısıtmışlar. Şimdi malzemeye karşı da bu kadar hürmet var. Yazı yazanların birbirine hürmeti de öyle olmalı. Niye? Karşısındaki de yazı yazıyor. Yazı yazmıyor ise, yarın öbür gün yazıya başlayabilir, aday hattat gözüyle bakılabilir. Bu işte kadın ve erkek ayrılığı da yoktur. Çünkü hadis-i şerif ile sabittir. “İlim kadın-erkek tüm Müslümanlara farzdır” Bakın bilim İslam dünyasında herkese farz, birinci dereceden farz. Yazı sanatı diye yanlış adlandırdığımız da bir ilim, öğrenmemiz lazım. Günümüzde Latin yazısını kullanıyoruz, bugün medeniyet onun üzerine kurulmuş. İslam yazısını da bunun yanında öğrensek ne zararımız olur. Bir Çince’yi de güzel yazabilsek meziyetlerimizin sayısı artar.
SANAT İNSANI İYİ İNSANLAR SAFINA SOKAR
Büyüğüne edep, küçüğüne sevgi, yazanlara sevgi, bunların yanında yazan bir kişi olarak oturmasına kalkmasına, konuşmasına son derece dikkat. Sözlerinin hep tatlı, insanlara ümit verici, kulağa hoş gelici hatta hikmet dolu sözler olmasına dikkat eder, etmek zorunda. Bir düşünün, bu kişilerin sayısı toplumda artmaya başladı, hoyratlık olmayacak. Yazı yazan bir kişinin gidip bir banka soymasını beklemeyin. Sanat insanları iyi vatandaşlar sınıfına sokuyor. Bu sadece yazı için değil. Edebini taşıdığında bu tüm sanatlar için geçerli. Ama edep diye bir şeyi tanımam derseniz hangi sanatla uğraşırsanız uğraşın üstün bir başarı şansınız sıfır. Büyük başarılar kazansanız da insana derler ki, o adamı geçin edebi bile yok. Bakın sanatın önüne geçti edep. Günümüzde maalesef değerler ters dönmüş, sanatta yarım yamalak bir mertebede olan bir kişi her türlü şırfıntılığı yapıyor. İnsanlar da diyor ki sanatçı kaprisidir, çekelim. Sanatçıda kapris olmaz, tevazu olur. Mutlaka mütevazi olmak zorunda, sanatçı kaprisi diye bir şey olmaz. Gerçekten adam ve sanatçı sınıfında ise tevazu sahibi olmak zorundadır. Kapris yapan, böbürlenen, mızmızlık, mıymıntılık eden kişi şeytana çok iyi bir arkadaş, insanlara değil. Edepliyse herkesin baş tacı. O kadar ki bu konuda şiirler falan bile çoktur. Yunus Emre’nin şu şiiri hemen akla gelen ilk mısralardır; “Vardım irfan meclisine, eyledim ilmi talep/ Her hüner makbul imiş, illa edep, illa edep” Bakın ilimden bile önce geçiyor. Edebiniz yoksa devrin Şeyhülislam’ı olsanız, size itibar yok, kimse itibar etmez size. Edepli bir köylü iseniz herkes size güvenir, herkes sizi sever. Öyle edepli, hoş bir adam ki kimseye ondan zarar gelmez. Edepsiz Şeyhülislam’dan gelir mi, gelir. Toplumun en büyük ölçüsü, ülkenin en büyük ölçüsü edeptir. Kanunlara saygı bile edep demektir. Büyüklere saygı edeptir, tabiata saygı, tabiata karşı bir edeptir. Tabiata saygımız kalmadı, kirletiyoruz, zehirliyoruz değil mi? Tabiata edepsizlik ediyoruz. Ve korkalım, tabiat bir gün bizden intikamını alır. Edepsize haddini bildiriyorlar, her yerde bildirirler. İlla edep, şimdi elden gelse her eve her işyerine her devlet dairesine ‘illa edep’ yazısı koysak, Latince, Çince, İbranice bulunulan yere göre. Müslümanlara İslam yazısıyla mı, şimdiki yazıyla mı… Her eve bir tane ‘illa edep’ yazısı, sokaklara, genel yerlere, her yere ‘illa edep’… Edep olduktan sonra huzur geliyor. Bu kadar önemli. Sanat da bu mutlaka uyulması gereken bir şey. Sanatın bizzat kuralına, kaidesine karşı edep. Kurallara, ölçülere edep göstermez iseniz, kuralların dışına çıkıp artık uydurmaya başlıyorsunuz. Sanata karşı edepsizlik ediyorsunuz, yozlaştırmaya çalışıyorsunuz. Ama sanat insanlardan intikamını alıyor. Uyduranları tarih sahnesinden alıp götürüyor. Tarih edepsizleri de siler bir gün. Karşılıklı saygı, hakkına hukukuna riayet.
HAPİSHANELERİN BOŞALMASI SANAT İLE MÜMKÜN
Sanatla toplumu değiştirmek mümkündür diyebilir miyiz?
Sanatla toplumu değiştirmek, güzel bir yola koymak, geleceğinin huzurlu olmasını garanti etmek demektir. O kadar önemli bir şeydir. Ve dahası ceza kanunlarının azalmasını, hapishanelerin boşalmasını ve toplumsal huzuru yakalamanın bu yolla mümkün olacağını çok rahat söyleyebilirim. Toplumsal huzur, barış sanat ve tasavvufla gelecek. Bakın dini bilgilerin yayılmasıyla diyemiyorum maalesef. Edebini taşıyarak tasavvuf ehli olursanız, efsane kişiler diyemiyorum maalesef, efsane kişiler demek istemiyorum tasavvufta –çok önemli bu- Yunus Emre’nin saflığında güzel bir tasavvuf, Hz. Mevlana’nın gönül dünyasındaki gibi bir tasavvuf. Bunları sağlar iseniz, sanatı yayar iseniz sanatçı edep eder ki başkasına bir kötülük etsin. Hırsızlık bir sanatçıya yakışmaz ki, yapamaz mümkün değil. Eğer aynı zamanda bir ticarethanesi ve üretim yeri varsa malzemeden çalamaz ki, çaldığı anda estetik kusur ortaya çıkmaya başlar. Estetik kusurlar ortaya çıkmasın diye sanatçının içinde var bir şeyler zaten. Bunu yaydığınız zaman, insanlar hiçbir kötü işe bulaşmaz. Çok önemli bunlar. Dini bilgilerle bunu yapamıyorsunuz maalesef. Çünkü dini bilgileri çeşitli taraflara çekip uzatıyorlar. İtikadi olsun, ameli yönde olsun İslam’da bir sürü değişik gruplar çıktı ortaya. Kaderiye, cebriye, mutezileden tutun da tomarla. Bakın o bilgiler ayrılığa yol açtı. Halbuki şöyle bir çatı altında birleşilse hadisi şerif, “Allah güzeldir, güzeli sever.” Peki Allah güzel, kullarını güzel gördük mü? Gördük. Güzellik peşinde olacak mıyız? Olacağız. Güzellik bir yerde birlik demektir. Ayrılığın olduğu yerde güzellik yoktur. Bir levhayı yazarken biz, bir cins yazıyla yazıyoruz. Celisülüs dediğimiz tarzda bir kompozisyon yaptık. Onun içine Celi Talik bir unsur sokarsak, gülerler. Toplumda da güzellik çatımız olsa, bunun altında toplansak, konuşmamız güzel, davranışlarımız güzel, ümitlerimiz güzel, huzursuzluk gider toplumda. Dini bilgilerle bunun çok olacağına dair bir kanaatim yok. Dini bilgi her insan için şart olan bir şeydir. Farz-ı ayındır. Ama edep yok ise, o dini bilgiler insanda böbürlenmeye, kibirlenmeye dönüşebiliyor ve çok sık dönüştüğünü de görebiliyoruz. Tasavvufta bu yok, tasavvufta tevazu ehli olacak, nefsini terbiye ve ıslah için gerekiyorsa birtakım ritüelleri de yerine getirecek ve sanatla uğraşacak. Osmanlı devrinde de kısmen de olsa günümüzde her sanat erbabı mutlaka tasavvuf ehlidir. Bu da önemli bir tespittir. Tasavvuf ehli değilse bu, yaptığı işten de anlaşılıyor ki işin manevi lezzetinde bir eksiklik var. Bunlar çok ince, üzerinde epeyce konuşulması gereken konular, topluma yayılması gereken konular. Toplum sanatla uğraşsa, elinde kalem tutanın silah tutması hiç yakışmaz, kalem yetiyor çünkü. Yeri gelir silahı kullanır, kendi toplumuna yönelik bir tehdit varsa, silahı da iyi kullanır. Gerçi o askerin işidir, bizim askerimiz de öyle silah kullanmalı, öyle savaşmalı ki onun savaştığını görenlerde tabiri caizse çok harmonik, ahenli, estetik bir şey seyrediyormuş hissi uyansın. Adım adım değil, koşar adımlarla alacağı tüm yerleri alıyor, savaşın gerektirdiği tüm kaideleri yerinde, zamanında, sektirmeden uyguluyor, askerimiz ona göre yetişmiş. Oh be bir savaştılar ki, destan gibi cümlesini söyletebilmeliyiz. Mahallenin şırfıntı kadınlarının kavgası gibi savaş olmamalı yani. Hakkını vermemiz lazım her şeyin. Bakın estetik nerelere kadar ulaşıyor.
SANAT ALLAH’I ARAMA YOLU DEĞİL, YOLLARINDAN BİRİDİR
Sanat, hat sanatı Allah’ı arama işidir diyebilir miyiz?
Aramak, ona ulaşmak için gayret yollarından birisidir. Sanat sadece Allah’ı arama yolu değil, yollarından birisidir. Cenab-ı Hak, koskoca kainatı o kadar kusursuz yaratmış ki her şey bir armoni içerisinde. Peki biz dünya yüzündeyiz. Dünyaya bakıyorsunuz her şey o kadar güzel bir armoni içerisinde ki… Sabah gözümüzü açtığımızda güneşin doğmasını bekliyoruz değil mi, hiç sekme yok. Hava bulutluysa güneşi göremiyoruz, bu bir armoni. Hava bulutsuz, güneşi görebiliyoruz, bu bir armoni. Mevsimlere göre günlerin uzunluğu kısalığı. Hepsi bir armoni. Bunlardan sonra insanlara verilmiş olan zanaatlar bir tarafa, ince el sanatları bir tarafa. Bunlarla uğraşırken edebiniz yoksa ben sanat eseri yaratıyorum dersiniz. Bu bir edepsizliktir. Allah’a mahsus olan yoktan var etme anlamına yaratma tabirini kullanma yetkiniz yoktur. Yaratmak ona aittir. Üretmek, eyvallah, keza ürettirmek. Yazı yazmak, resim yapmak vs. O edep yoksa bunu kullanıyorsun. Ama o edep varsa eski ustaların işlerine bakıyorsunuz, bu bir ebru olur, cilt olur. Cenab-ı Hak buna ne kadar güzel iş yapmayı nasip etmiş dersiniz. Adam ne kadar güzel yapmış demezsiniz, ona yaptıranı gözetirsiniz. Yaptığınız nedir orada? Orada Allah’ı anmak ve aramak. Sonra bir bakarsınız ki her zerrede onun imzası var. İstisnasız her zerrede Cenab-ı Hakk’ın imzası var. Sanat eseri üreten kişide de onun imzası var. Onun eseri çünkü. Bu durumda külli akıl, Cenab-ı Hakk’ın iradesi, ilmi… Bize verdiği çok cüzi. O ilimle, sanat kudretiyle ne harikalar çıkıyor değil mi? Cenab-ı Hakk’ın ilmi ne kadar sınırsız! Başlıyorsunuz düşünmeye. Bir işe başlarken besmeleyle başlayıp, Ya Rabbi feyzi senden, bu kulun başladı, hayırlısıyla sonunu erdir. O kadar yani. Hasbelkader dikkatini toplayıp bir şeyler çıkaramadı. Bunu yapamamışsın diyenlere, kusur bende yapamadım. Güzel bir şey çıktığında Cenab-ı Hak nasip etti, böyle yaptırdı. Edep böyle bir şey. Yapılan güzel şeyleri Cenab-ı Hakk’tan bilmek, kusurlu olan şeyleri de kendi acizliğinden, kusurundan, nefsaniyetinden bilmektir. Edep böyle bir şey. Osmanlı şairlerinden birisinin sözü: "Kişi noksanın bilmek gibi irfan olmaz". İnsan kendi noksanlarını bilecek, irfan, bilgelik dediğimiz şey o işte. O noksanlarınızı bilirseniz olması gerekenlerini, onları görüyorsunuz işte. Gördüğünüz anda da bakıyorsunuz çok muazzam haberiniz olmaya başlıyor. Bilgelik öyle bir şey.
İSLAM’DA SANATÇILAR SANATI ALLAH RIZASI İÇİN YAPAR
Bir röportajınızda ‘sanat bizde kaynağını dinden, batıda ise felsefeden alır’ demişsiniz. Bunu biraz daha açabilir miyiz?
Ben sanatla ne diye uğraşayım ki? Para mı? Başladı yol ayrımı. Para için mi uğraşayım? Peki para için uğraştığımda sanatımda hile hurda yaparsam olur mu? Eh olur. Bu edebe göre, gerçek edebe göre değil. Desinler ki güzel işler yapıyor, uğraşılır. Alkış toplayayım yahut da demin dediğim gibi ben güzel sanat eserleri yaratıyorum filan. Burun Kaf Dağı’nda. Ama bunlar çöpe gidecek düşünceler. Kişi sanatını Allah için yapıyorsa, zaten o sanatın kaynağı din oluyor. Ben oturup güzel yazı yazacağım. Niye yazayım? Bir ayeti güzel yazarsam ne olur? Hakkında müjdeler var? Yazı hakkında ayetler var, hadisler var. Bakın nerelere bulaştık. Ayet işte, Kalem suresi. Bir sure ve ismi Kalem suresi. Nun ve’l-kalem… diye başlıyor. Cenab-ı Hak kaleme yemin ediyor. Yazanın elinde kalem. Ne yazıyor? Belki o ayeti yazıyor. Kaynağını dinden aldın? Aldım. Din ne diyor? Ölçünü, haddini, hududunu bil! Din zaten bir bakıma da nesnelerin sınırlarını çizmektir. Hudutlarını. Hürriyet, kudret, ibadet… Edepsizlik veya edep nereye kadar? Bunun sınırlarını çizer. Deniliyor ki günde beş vakit namaz. Bir kişi dese ki Allah beş demiş ama ben onun dediğini takmam on beş vakit kılarım. Namaz kıldığı halde sınır tanımadığı için küfre giriyor. İslam dairesinden çıkıyor. Allah beş demiş, ondan iyi mi bileceksin! Sınırı, ölçüyü koymuş yani. Peki, güzel bir yazı yazdık. Bunun malzemesini yapacak bir sürü usta lazım. Mürekkepçisi lazım, aharcısı lazım, is çıkaranı, mürekkep yapanı, altın varak işleriyle uğraşanı, süsleme yapanı, ebru yapanı, ciltçisi… Bakın hepsi ona hizmet ediyor. Din bizden teslimiyet istiyor, yaptığın ve yapacağın işlerde. Allah’a teslimiyetle yazacaksın ki, bana bu yaptırıldı diyebilesin. Batı’da da felsefe çok derin bir konu. Batı’da sanatın felsefesi de yine materyalist düşünceler üzerine kuruludur. Kalkıp bir batılı sanatçı koskocaman bir kilise duvarına asılan bir resim yaptığı zaman, ‘ben bunu yaptım, Allah rızasını gözeterek yaptım’ demiyor ki. İslam sanatçısı bir camiye Allah’ın bir ayetini güzelce yazar, asar veya astırılır oraya. Sanatımızı biz Allah rızası için yaptık, camiye koyduk, yakışan yer orası. Müslüman sanatçı bunu der.
Söylediğim sözler epey bir yankı uyandıracak ama muhtelif yayınlarda da söyledim. Batıda kişilerin çoğu, sanatçıların çoğu kendini sanatın tanrısı zannediyor. Sanat eseri yarattım diyor bakın. Egosunu şişirmek, alkış toplamak. Tabiri caizse sefahat hayatı sürmek istiyor. Çoğu böyle. Sanat eseri yarattım, kendini o işin tanrısı görüyor. Eğer daha yeni yeni tanınıyorsa tanrıcık gibi görüyor. Cümle bile bu yönden iğrenç cümle. Ama İslam dünyasında kişi kendini Allah’ın bir sanatı olarak görüyor. Her insan Cenab-ı Hakk’ın bir eseri ve sanat şaheseri. Sebep? O eser kendi sahibini tanıyor. Cenab-ı Hakk’ın eseriyiz, sanatlarla uğraşırken bizim sanatçımız kim? Onu arıyoruz. Bizde özellikle yazı sanatında her şey maddiyat değildir. Yazılır, çizilir, ortaya bir eser çıkarılır. Rıza pazarı bu, piyasada değerlendirilir, birkaç kuruş, helalinden gelmiş nafakadır diye alınır, harcanır. Fakat ‘ağabey ben bir elif çekerim, bir milyon dolar’, bunu diyen hiçbir hattatımız yok. Bir kişi gelir der ki, bana bir yazı lazım, param da yok, evime asacağım. Sana yazayım, hediyem olsun, her şey maddiyatla ölçülmez. Kaldı ki yazıdan iyi para kazanan, öldükten sonra o paralarla nice yetimleri maaşa bağlayan hattatlarımız var. Öldükten sonra ortaya çıkıyor. Şeyh Hamdullah bunlardan biri, Şevki Efendi bunlardan biri. Otuz kadar aileyi maaşa bağlamış Şevki Efendi, kim ne verirse onu kabul ediyor. Öyle sıkı pazarlık filan da yok. Otuz kadar aileyi böyle maaşa bağlamış, el altından gönderiyor, kimsenin haberi yok. Öldükten sonra ortaya çıkıyor. Batıda böyle davranan var mıdır? İlla ki vardır. Çevresinde bakıma muhtaç olan kişilere, cömertliği olduğu kadar yardım eden vardır. Ama Allah rızasını gözetiyor mu bu? Fark orada meydana çıkıyor işte. Sosyal bir hadise gözüyle bakıyor, sosyal felsefe açısından bakarsın, karnı aç, beni de tanıyor, ona versem iyi olur, puan da toplarım, görünür bir şekilde yapılır. Bizde öldükten sonra ortaya çıkıyor. Batı’da sanatçı yok, al birini vur öbürüne gibi bir cümle olsun diye söylemiyorum. Orada da gerçekten üst düzey sanatçılar yetişmiş, o başka. Ama temelinde yatan kavramları biz araştırıyoruz. Hakikaten mimari eserler olsun, resim, müzik, edebiyatta şaheserler bırakmış olanlar var. Ama bunlara uğraşırken, Allah rızası için şöyle bir iş yapayım, benden sonra rahmetime vesile olur düşüncesiyle yapmıyorlar bunu. Bizde adam oturup bir Kuran-ı Kerim yazıyor, vakfediyor filanca camiye. Ben göçtükten sonra bunu okurlar, amelim kesilmez, rahmete vesile olur. Bir çeşme, bir hamam, bir yetimhane, bir imarethane, bir hastane… Bunları yaptırıyor, yapanın adı sanı belli değil, amelim kesilmesin, benden sonra rahmete vesile olur düşüncesiyle yaptırıyor. Batıda böyle bir zihniyet var mı?
İNSANIMIZIN GENETİK KODLARINA SANAT İŞLENMİŞ
Hattatlığa olan ilgi son zamanlarda oldukça artıyor. Çalıştığımız kurum olan Baygem’in bünyesinde açılan kurslarda da oldukça ilgi görüyor hat kursları. Bu ilgiyi neye bağlıyorsunuz?
Ben şuna bağlıyorum, insanımızın genetik kodlarında sanat öyle derin işlenmiş ki… Şartlar ne olursa olsun, azıcık sanat su yüzüne çıkmaya başladığında insanlarımızda hemen genetik kodlar depreşmeye başlıyor. Çok güzel bir özellik, dünyanın şu zamanındayız, teknoloji almış başını gidiyor. İnsanımız sanata yöneldi. Teknoloji bize bir huzur getirmedi. Sanat getiriyor. Apartmanda otururken üst katta bulunan genç, gecenin körü, kolonları sonuna kadar açıyor, yüksek sesle batı müziği dinliyor. Uyuyamıyorsunuz artık. Kapınızın önünden bir araba geçiyor, egzozu bozuk uykunuz kaçtı. Gecenin bir vakti bir telefon, korkuyorsunuz cenaze haberi mi? Uykunuz bölünmüş, açıyorsunuz telefonu, pardon yanlış aradım. Bunlar hep huzurumuzu kaçırdı. Trafik kazalarında, şurada burada günde yüzlerce insanımız ölüyor. Yazı yazarken kafa kafaya tokuşup kaza yapan iki tane adam diye bir cümle duydunuz mu hiç! Adam yazı yazsa da üst kattakini rahatsız etmiyor ki. Sanat öyle huzurlu bir şey. Sanat gürültüsüzdür. Sanatın insanlara şerri de yoktur. Teknolojinin var. Bir nükleer reaktör kazara bir patlasın, tehlikesi var mı yok mu anlıyorsun. Teknoloji kötü bir şeydir demeye getirmiyoruz. Günümüz teknolojisi çok ahmakça temeller, ağırlıklı olarak da parayı götürme felsefesi üzerine kurulu. Lüzumundan fazla rahatlık insanlara bir sürü tehlike getiriyor. O teknolojinin felsefesi de ayrı bir tarafa, insanlarımız tarihi bilgi kırıntılarından dolayı da, düşünün çok çeşitli sanatlar var, cazipmiş de, acep bilen var mıdır?
60’lardan bu yana bu sanatları yaşatıp günümüze ulaştıran, işin köprüsü olmuş az sayıda insan yaşadı. Bunların sayesinde günümüze aktarıldı bu sanatlar. Bilmek bir şey değil, ulaşamıyorsanız eğer. Günümüzde ulaşılır durumda artık. Bir de insanımızda bir ruh güzelliği halen var ki güzel sanatlara bir meyil var. Sanat eserlerinin koleksiyonculuğuna karşı bir ilgi var, bir de tarih boyuna arsası, eşyası her neyse insanlara zarar ettirmiş bir sanat eseri tarih boyuna prim kazanır, değerleri sürekli artar. Özellikle yazıyı düşünelim, diğer sanatlarımızda da var aynı şey de, yazıda kullanılan malzemenin çok uzun ömürlü olması gerekiyor, asırlarca kalsın diye. Günümüz inşaat zihniyeti gibi değil. Kumundan, demirinden, çimentosundan çalarak ev yapıyorsunuz, apartman kendiliğinden çöküyor, kırk aile birden gitti. Bakın günümüz inşaat sektöründe sağlamlık felsefesi olmuş olsa bunlar olmayacak. Sultanahmet, kesme taşlardan yapılı. Orayı yapan müteahhit diyelim, işi yüklenen kişi. Taşından çalamazdı ki, çaldığı taşın yeri belli olurdu değil mi? Günümüzde kumundan çalın, belli olmuyor, çimentodan çalın belli olmuyor, demir belli olmuyor. Neden bu böyle oluyor? Edep yokluğundan. Mimarinin edebi yerinde olmuş olsa bunu yapmayacak. Aynı şey sanatta var, aynı şey ekonomide var. Hepsinin öncesinde edep geliyor. Edep kişilere veya zihniyetlere güvenilirliği sağlayan şeydir. İstismar diye bir kelimenin edep dairesi içinde yeri yok. Her şeyin hakkını vererek yapmak, ölçüye göre. Toplumumuz da işte o ölçüyü aradığı için sanata dönüyor. Temennim odur ki, yediden yetmişe herkes sanatla uğraşsın. Herkesin sanatla uğraşmasının kimseye bir zararı olmaz. Fakat toplumun her ferdine, toplumun geleceğine çok büyük katkısı olur. İnsanın aktif sanatçı olması illa ki gerekmiyor. İşin teorisini bilsin yeter çoğu kişi için. Bu bir edepmiş, ölçüsü varmış. O durumda bir sanatçının kıymetini bilecek, onun bir eserinin kıymetini bilecek. Bina mı, mimar öyle çizmiş ki sanat şaheseri. Sanat oturduğumuz evleri bir şahesere dönüştürüyor. Günümüzde var mı böyle bir zihniyet. Kibrit kutusu gibi her yer tek tip. Ekonomide var mı o zihniyetimiz? Güzel, helal, mantıklı üretime dayalı bir ekonomi. Diğerinde harcama yapan, tasarruf isteyen israfı asla istemeyen, lüzumsuz yere para akıtmayan bir ekonomimiz olsa… yirmi sefer ayakta kalırız. İşin başı edep, düşünce. Toplumumuz o edebi arıyor, arzuluyor, hasret. İnşallah da yaşayacak.
on5yirmi5.com