Bazı hat yazıları görüyorum. Kalem hareketleriyle kamış kalemden çıkması imkân dâhilinde olmayan sicim gibi yazılar… Bir yazı matbaadan çıkmış gibi üzerinde kamış kalemin hiçbir izi, kalemin zikri belli olmadan, şeffaf, renkli mürekkeple kusurdan pür hali bir vaziyette nasıl yazılabilir? Ve böylesi yazılara bakarak serlevhamızdaki soru işaretine odaklanıp kalıyorum: Hat sanatı nereye gidiyor?
‘Elif’lerin zülfesine; ‘ayın’ların kaşına, ‘ra’ların ucuna, ‘he’lerin gözüne bakıyor ve soruyorum: Mübarekler, bunları Rakım Efendi, Halim Efendi, Hamid Bey tek kalemde kalıp gibi çıkartamamış da siz bunları kamış kalemin ucundan nasıl çıkartıyorsunuz. Bir tashih günü düzenlesek de haziruna cillop gibi bir ayın kaşını, he gözünü tek kalemde nasıl çıkardığınızı gösterseniz.
Yakın zamanlara kadar bir hat eserini incelediğimizde hangi ekolden geldiği; kimin yazdığı belli oluyordu. İmzasız yazı bile, harflerdeki şivelerden hangi hattatın kaleminden neş’et ettiğini haber veriyordu. Şimdi bu ne mümkün? Basmakalıp, birbirinin aynı, bilgisayar ekranlarından aharlı kâğıtların üzerine düşen; usta hattatların istiflerinden kotarılarak oluşturulan ve yazıcılardan dökülen hat yazıları var piyasada. Üstelik bu türden yazılar rağbet görüp ödüllendirilebiliyor!
1990 yılından bu yana müstakil olarak İslâm sanatlarına; özelde de hat sanatına dair yazılar kaleme alıyoruz. Bezen bir sergiyi, bazen Çin’deki yahut Bosna’daki bir hattatı, bazen Rumeli’de tecdiden inşa edilen bir camiinin cihar-ı yâri güzin yazılarını, bazen bir hilye-i şerifeyi, bazen de nestalik bir mail kıtayı gündeme getiriyoruz. Bazen ise kimsenin ilgilenmediği şeylerle meşgul olup sanattaki, daha doğrusu sanatın felsefesindeki yozlaşmalara, sanat yarışmalarındaki haksızlıklara, yanlışlıklara, adam kayırmalara projektör tutuyoruz. Çoğu zaman da takke düşüp kel görünüyor.
İstanbul’da olup biten hadiselere tuttuğumuz projektöre, Anadolu’daki samimi sanatseverlerin nasıl tepki verdiğini; onların nezdinde nasıl aksülamele sebebiyet verdiğini geri dönüşlerden öğrenme imkânımız oluyor.
Albaraka Türk, Ircica, Kültür Bakanlığı ve İSMEK nezdinde düzenlenen yarışmalarda tesbit ettiğimiz eksikliklere de yazılarımızda değinmiştik. Ekmeleddin İhsanoğlu adına düzenlenen hat müsabakasının ödül töreninde ve akabinde düzenlenen icazet merasiminde Reisülhattatin Hasan Çelebi Hoca; Davut Bektaş Bey ve Fuat Başar Hoca gibi yarışmanın jüri heyeti üyelerinin ABD büyükelçisin arkasında oturtulması dikkatimizi yüreğimizi acıtmıştı. Ne yarışmanın adına ne de jüri heyeti üyelerinin protokolde ikinci sırada yer verilmesine bizden başka değinen oldu! Her neyse, bu keyfiyet bahs-i ahar…
Albaraka Türk’ün 2012 yılında düzenlediği yarışmaya ilişkin olarak “Albaraka Türk hat yarışması sonuçlandı” serlevhalı yazımızda genişçe değindiğimiz müsabakanın ardından müessesenin adresinden, Hat Sanatı Araştırmaları Merkezi imzasıyla Dünya Bülteni’ne bir mektup gönderilerek yarışmadaki yozlaşmadan şikâyet edilmişti. O dönemde tatildeydim. Keyfiyetten, Yazı İşleri Müdürümüz Ahmet Sezer Bey’in telefonla haber vermesi üzerine haberdar oldum. Vakitlice de Ahmet Beyden emanetim teslim aldım.
Albaraka Türk’ün adresinden tarafıma müessesenin son yarışmasında celi sülüs nev’inde dereceye giren ve teşvik ödülü alan iki hat serinin istifi ile bunlara esin kaynağı olan, Davut Bektaş Bey’in 2004 yılında yazdığı celi sülüs bir eserin aydıngere alınmış örneklerini gönderilmişti.
Üç yazıyı, evde eşimin tezhip yaptığı masanın üzerinde yan yana, üst üste, alt alta koyunca yarışmadan çıkan yazılardaki harflerin, Davut Bektaş Hoca’nın yazısında kullandığı harflerin bire bir aynı olduğunu gördüm. İstiflerdeki benzerlikleri bir tarafa bırakacak olsak bile yarışmada derece alan iki yazıdaki bütün harfler, aynı kalemden çıkmış gibiydi. İki istifi de Davut Hoca yapmış gibiydi, tüm harfler Davut Bektaş Hoca’dan ilhamla yazılmış gibiydi. Bir sanatkâr, bu kadar yakın takibe alınarak, eserlerinden kopya çekilebilir mi?
Aydıngerleri üst üste koyduğum zaman bütün harfler fotokopi çekilmişçesine, tornadan çıkmışçasına hüvesi hüvesine; milimi milimine, harekelerine, tirfillerine varıncaya kadar birbirinin aynı olduğunu gördüm. İmzaları kaldırdığımız zaman hangi yazının Davut Hoca’nın; hangisinin yakın takipçilerinin olduğu belli olmuyordu.
SİZİ SİGAYA ÇEKEN BİR MOLLA KASIM GELİR!
Biz, bu duruma sadece el-insaf ya hu, el iz’an ya hu diyelim. Anlayana denilecek, işitilecek elfaz çok: “İttekû vâvât” denilmiş! “Edep ya hu” denilmiş.
Bir üstattan, işin; sanatın erbabından mutlaka istifade edilir. Yazılarındaki ustalıktan feyz, ilham alınır, onun gibi düzgün yazmak için çaba sarf edilir, ders alınır, incelik öğrenilir, ayrıca güzel ahlâkına, takvasına özenilir. Ama bir üstadın yazılarında kullandığı harfler bire bir alınarak kullanılamaz. Ben yaptım oldu derseniz o zaman sizi sigaya çeken bir Molla Kasım gelir!
Hat Araştırmaları Merkezi’nden gelen mektupta şu ifadeler yer alıyor: “Bu yazılar, Freehand veya Corel Draw gibi grafik programları ile bilgisayar ortamında kenar çizgileri-kontürleri çizilerek, daha sonra içleri kamış kalem ile doldurulmak suretiyle elde yazılmış havası verilerek hazırlanmaktadır. Yazılar üst üste konduğunda aynı çalışmanın ürünü oldukları belli olmaktadır.”
Osmanlının son dönemine damga vurmuş Ömer Vasfi Efendi, Hamid Bey, Halim Efendi, Necmeddin Okyay, Beşiktaşlı Nuri Efendi, Reisül Hattatîn Hacı Kamil Akdik, üst kalıbı Hacı Kamil Akdik’te, alt kalıbı Necmeddin Efendi’de olan Sami Efendi’nin Yeni Cami sebili kitabesinin kalıplarını kullanmışlardır. Osmanlıdan sonra günümüzde de Sami Efendi’nin mezkûr kalıpları Uğur Derman Hoca’nın belirttiği üzere hattatlara rehberlik etmektedir.
Aslen mahir bir nestalik hattatı olmakla birlikte celi sülüs yazınının da zirve ismi olan Sami Efendi’nin pek çok hattatın biyografisine giren Yeni Camii Sebili yazılarının önemini hat sanatı araştırmacısı Prof. Uğur Derman şu ifadelerle arz eder:
“Sâmi Efendi (Allah ona rahmet etsin) celî, yani büyük ebadlı yazıda devrinin münakaşasız en büyük ismiydi fakat umumiyetle tâ’lik yazıyı tercih etmiştir fakat celî sülüsteki yegâne kitâbesi işte budur. Üstâd kitâbeyi kaleme aldıktan sonra kalıplarını talebesi hattat Kâmil Akdik’e vermiş, oradan da Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’ne geçmiştir.
İşte bu kalıplar birkaç kuşak boyunca celî sülüs yazısının bir mânâda alfabesi gibi addolunmuş ve XX. yüzyılın hemen bütün büyük hattatları tarafından iğnelenmek suretiyle (kalıbın kopyası) çoğaltılarak istifade edilmiştir.”
Hâl böyle iken bile Sami Efendi’nin kalıplarını kullanan Ömer Vasfi Efendi’nin, Halim Efendi’nin ve Hamid Bey’in yazıları birbirinden farklılık arz etmektedir. Ama günümüzün bazı hattatlarının yukarıda da arz ettiğimiz gibi aynı kalıptan çıkmış hissini uyandıran yazıları neredeyse birbirinin aynıdır. Yazıları aydıngere fotokopi çekerek test etmek mümkündür.
Bununla birlikte aslen nestalik hattatı olmakla birlikte Sami Efendi’nin, hattatların biyografilerine kadar giren Yeni Cami Çeşme Sebili yazılarının görselleri bile birbirinin üzerine konulduğunda, ‘lam’larından ‘vav’larına; ‘be’lerinden ‘ye’lerine kadar hiçbir harfin tıpatıp aynı olmadığı görülecektir.
Hat sanatında zirve sayılan Sami Efendi’nin Yeni Cami Çeşme Sebili kalıp yazıları bile tek kalemden çıktığı halde %100 oranında birbirleriyle örtüşmüyorken nasıl oluyor da farklı ketebelere sahip istiflerdeki yazılar misali harfler birbirinin kardeşi, ikizi, kopyası, sırdaşı olabiliyor!
Hani biraz da gururla “Kur’an-ı Kerim Hicaz’da nazil oldu; Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı” diye söylemiyor muyduk! Hâl böyle iken ne değişti de, İslâm dünyasından hattatlar, Türkiye’den icazetli hangi üstatların elinden yıllarca eğitim aldı da İstanbul ekolüyle boy ölçüştürmeye başladı.
Türkiye’de ne değişti de kimi istiflerin ‘mi’mi ‘mim’lerine, ‘vav’ı ‘vav’larına ‘ayın’ları ‘ayın’larına, dal’ları ‘dal’larına karıştı.
Artık ketebesiz gördüğümüz yazıları birbirlerinden ayıramaz olduk. Ve gelenek nasıl değişti de is mürekkebinin; halis bezir yağından üretilmiş kadim is mürekkebinin yerini, ne kadar zaman sonra kâğıdın üzerinden uçup gideceği belirsiz olan İran ve Avrupa mürekkepleri aldı ve bunlar yazıların vazgeçilmezi oldu!
Mustafa Rakım Üstad’ın, Sami Efendi’nin, Nazif Efendi’nin, Aziz Efendi’nin, Hamid Hoca’nın, Halim Efendi’nin, günümüzün Reisülhattatîn’i Hasan Çelebi Hoca’nın, Hüseyin Kutlu Hocaefendi’nin, Fuad Hoca’nın yapamadığı ayın kaşını, vav başını nasıl oluyor da bazı hattatlar onlardan daha kusursuzca tek kalem hareketiyle çıkartabiliyor?
Ben de, ayın kaşını bittabi tek kalemde çıkartamayan Bursalı hattat-naht ustası Hüseyin Avni Kabaçalı’nın zikrettiği şu sualinin cevaplandırılmasını istiyorum: “Tek kalemde ayının kaşını nasıl yaptığınızı merak ettim doğrusu. Çünkü Mustafa Rakım yapamamış, bizde örneği var.” Sorunun muhatabı Mustafa Enes Huri’den, “100 yıl yazsak Rakım Efendi teknik yazısında kalamayız, Allah rahmet eylesin.” gibi muğlak bir cevap yerine ayının kaşını nasıl yaptığını izah etmesini bekliyoruz.
Bazı yazılarda elifler tek kalemde sicim gibi nasıl çıkıyor? Celi bir yazıda kullanılan tüm elifler yüzde yüz oranında birbirinin nasıl tıpa tıp aynı olabiliyor? Bu fizîken mümkün mü? Bu hareketler ne hokkanın içene girer; ne de kamışkalemin ucundan çıkar.
Eğer yazı yazmak bu şekilde ise ve bu türden makyajlı yazılar hat sanatının izzetini temsil ediyorsa Nazif Efendi’nin “Rutbetül ilm-i aler-rutebi” yazısını, Aziz Efendi’nin dört satırlık kıtasını, Sami Efendi’nin kalem güzelindeki yazısını, Hasan Çelebi Hoca’nın yazılarını hat sanatının neresine koymamız gerekecektir.
GRAFİK PROGRAMLARI İCAT OLDU HAT SANATINDA MERTLİK BOZULDU
Bir zamanların mahir üstatlarından Macid Ayral Efendi ve Necmeddin Efendi ketebesi bulunmayan yazıları incelediklerinde hattatların yazı neşelerinden kimin hangi dönemde yazdığını çıkarmaktaydı. Necmeddin Efendi yazıları eline aldığında hangi hattatın hangi çağında yazdığını, en fazla bir iki sene farkla çıkarabiliyordu.
Eskimez zamanların hattatları ne hikmetse çok büyük ebatlı yazılar kaleme almamışlar! Lakin günümüzde yazıdaki ustalık istifte, insicamda, yazıdaki kalem hareketlerinde, kamışın zikrinde aranmıyor. Yazıdaki ustalık ebadın büyüklüğünde, harflerin azlığında, aynı harflerin satırda bir kaz tekrarında ve sülüs yazının isminde barındırdığı üçte birlik altın oran gözetilmeksizin aranıyor! Hasan Çelebi Hoca günümüzde çok büyük yazanların çoğaldığından, bununla birlikte ince, latif bir kıta yazabilenlerin sayısının giderek azaldığından müşteki.
Üstadlarımız ne hikmetse bu işi öğrettikleri talebeleri kadar pürüzsüz, hatasız, tashihsiz yazılar yazamaz hale geldiler. Hâsılı grafik bazlı bilgisayar programları icad oldu mertlik bozuldu!
YAZILARIN KÜRSÜSÜYLE BİRLİKTE RUHU DA GİTMİŞ!
Sergilerde kamış kalemin zikrini beyhude arıyorum. Arıyorum ama bulamıyorum. Harfler, kalıp gibi birbirinin aynı. Yazılarda kazımayı, yalamayı bir yana bırakın kalemin tashih izi bile yok.
Bir de kimin yazısı, kimin harfi belli değil. Koleksiyonumda Beşiktaşlı Nuri Efendi’nin, Halim Efendi’nin, Hamid Beyin. Kemal Batanay Merhum’un yazıları var. Mezkûr hattatlarımızın eserlerini, kâğıtlarını, harflerini, kalem ve mürekkep akışlarını inceleye inceyle mezkûr hattatlarımızın yazılarını birkaç metre uzaktan tanıyacak hale geldim. Oysa sergilerde kimin yazısı kime ait, hangi yazı hangi çerçevede değil. Yazıların kürsüsüyle birlikte ruhu da gitmiş. Harfler pürüzsüzleşince sanatın izzeti sergi salonlarını, galerileri terk ederek başka diyarlara gitmiş.
Günümüzde bu işi hakkıyla yapmaya çalışan öğrenciler de bu türden basmakalıp yazıları görünce umutsuzluğa düşerek kaleme, kâğıda, mürekkebe ve koskoca bir medeniyete küsüyor. Sergilerde şaheserler meydana getiren hattatlar şu meşhur ince tashihlerine dair halka açık seminerler verseler de yazılarını nasıl yazdıklarına, tashihlerdeki buluşlarına kamuoyu da şahit olsa ve böylelikle biz de bu türden yazıları yazmak zorunda kalmasak. Talebeler de ustalardan ustalık öğrense…
Son zamanlarda sergilere ultra kaliteli baskı eserlerle katılıyor olmak bu işin şiarından mı sayılır oldu? Bu kadar kaliteli yazı yazabilen arkadaşlarımız, dostlarımız sergilere niçin orijinal yazılarıyla katılmayarak sanatseverleri meraklar içerisinde bırakıyor?
HAT SANATI NEREYE GİDİYOR?
Acaba Ali Alparslan Hoca nerede hata yapıyordu. Merhum Ali Hoca’nın yazılarında yazının tabiatından olan ve yazıya ruh katan tashih izleri her zaman vardır.
El titremesi bahis mevzuudur. Mürekkebin zikri, lahuti bir avazı dillendirir. Arz ettiklerim Hasan Çelebi Hoca için, Fuat Hoca için, Hüseyin Kutlu Hoca için de bahis mevzu iken nasıl oluyor da sanatları, onların ilimlerinin zekâtıyla karşılaştırılamayacak olanlar üstatlarına nazire yaparcasına, maddeten onların eserlerini geride bırakırcasına kimsenin görmediği zaman ve mekânlarda eserler hazırlayarak ekol sahibi oluyorlar.
Şimdi yazımızın başındaki suali tekrar ederek yazımıza nihayet verelim: Hat sanatı nereye gidiyor mirim?
İbrahim Ethem Gören
Dünya Bülteni