Yıldız Savaşları bir tasavvuf hikayesidir

İslam
24 yaşında İslam’la ve tasavvufla tanıştı. Dünyaya bakışını değiştirdi. Hayatını, tasavvufun yaşanmasına ve anlatılmasına adadı. Tecrübelerini anlattığı Su Üstüne Yazı Yazmak ve Gölgeler Koridor...
EMOJİLE

24 yaşında İslam’la ve tasavvufla tanıştı. Dünyaya bakışını değiştirdi. Hayatını, tasavvufun yaşanmasına ve anlatılmasına adadı. Tecrübelerini anlattığı Su Üstüne Yazı Yazmak ve Gölgeler Koridoru adlı kitaplar kısa sürede sufi edebiyatının önemli yapıtları haline geldi. ABD’li psikiyatrist Muhyiddin Şekûr’la konuştuk

Henüz 24 yaşındadır. İki arkadaşının ısrarlarına dayanamayıp onlarla birlikte bir camiye gider. Oturmuş imamın vaazını dinlerken duvardaki bir hat dikkatini çeker. Hatta Arapça ‘La İlahe İllallah’ (Allah’tan başka ilah yoktur) yazmaktadır. Yanında oturan Mecid Bacı isimli kadına, ‘Bu nedir?’ diye sorar. Aldığı cevap adını ve hayatını bütünüyle değiştirecek niteliktedir: "O en dışın da dışında, en için de içindedir." Böylece bir yola girer Muhyiddin. Çok geçmeden, Osmanlı geleneğini devam ettiren Rufai tarikatına mensup Balkan göçmeni bir şeyhle tanışır ABD’de. Ona bağlanır. Şekûr’u ilginç kılan şey yaşadıklarını yazmış olması. Tasavvuf yolunda gözlemlediklerini ve tecrübe ettiklerini Su Üstüne Yazı Yazmak ve Gölgeler Koridoru adlı iki kitapta toplar. Başından geçenleri tüm içtenliğiyle anlatır. Başlarda pek ilgi görmez gibi iken kitaplar bir anda keşfedilir ve The New York Times’ın en çok satanlar listesine girer. Farklı dillere çevrilir. Bu kitapların Türkiye’de ses bulmasının hikâyesi de oldukça ilginç. İbn Arabi’nin kitaplarına ilgi duyan senarist Ayşe Şasa, yurt dışından getirttiği kitaplar arasında Muhyiddin Şekûr’un Su Üstüne Yazı Yazmak kitabının broşürünü görür. Kitabı ısmarlayıp okumaya başlar. Duyduğu heyecanı hem Şekûr’la mektuplaşarak hem de Türkiye’deki yayınevlerini kitaptan haberdar ederek yaşar. Çabaları sonuç verir ve kitap Türkçeye çevrilir. Çevrildikten kısa bir süre sonra 1995 yılında Kültür Bakanlığı’ndan ödül bile alır. Yıllarca elden ele dolaşır. Şekûr’un ikinci kitabı Gölgeler Koridoru da nihayet okuyucuyla buluştu. Şekûr geçtiğimiz günlerde okurlarıyla buluşmak üzere İstanbul’daydı.

 Tasavvufla tanıştınız ve aynı zamanda bir tarikata girdiniz. Birkaç deneyimden sonra belirlediniz galiba yolunuzu?

Nakşibendilerle formel bir deneyimim oldu; ancak kendi mürşidim, Halveti’nin Hayati koluna bağlı. Şeyhim kendi yolunda çok ciddidir ancak çok geniş görüşlü bir insandır. Kendi tarikatımı ‘alemî’ yani ‘evrensel’ olarak görüyorum ve çok şükrediyorum. Dünyaya geniş açıdan, ‘şu şuradan’ ve ‘bu buradan’ şeklinde ötekileştirmeden ‘senben’ diye ayırmadan bakmaya çalışıyorum. Sonuç olarak herkesin yürüdüğü bir yol var fakat bir yerde oturup ‘Bizim yolumuz şöyle iyidir, en iyi biziz’ diyemeyiz. Böyle bir iddianın olmaması gerekir. Tasavvuf öyle bir yol ki ‘İnsanın kalbinde daha fazla sevgiyi nasıl uyandırabiliriz?’ sorusunun cevabını bulmaya çalışır. Zikir yaparken, Allah’ı anarken, imanın derinlerine nasıl inilir? Tasavvuf bunun yoludur.
 

Peki, kişinin seçtiği yolla mizacı yani karakter özellikleri arasında bir bağ var mı?

Bu seçim bir bakkal alışverişi gibi olamaz. Birinden diğerine dolaşıp durarak yapılabilecek bir şey değil. Beş tekke gezip ‘Hangisini seçsem?’ diyerek yapılacak bir yolculuk zor bir yolculuk olur. Beş mürşidin önüne geçip, sadece aklınızı kullanarak ‘Hangisini alsam’ diye karar veremezsiniz. Bu olsa olsa bir vitrin gezintisi olabilir. Bir şey almayan vitrin müşterileri (windows shoppers) haline gelirsiniz…

Yaşadığımız tüketim ve eğlence toplumunda zor olmuyor mu bu işler?

Söylediğiniz gibi işlerin tüketimle yürüdüğü bir dönemde yaşıyoruz. Her şey bizim dikkatimizi çekiyor; gelişmiş cep telefonları, bilgisayar ve oyunları, internet, çok çeşitli müzikler, arabalar, filmler, giyim-kuşam… Bu cezbediciler kalbinizin derinliklerindeki tasavvufa olan ilgiyi çalmak için hazırda bekliyorlar. Hayatlarımız oradan oraya çekiştirilerek geçiyor. Ancak gecenin karanlığında her şeyin bittiği, telefonun çalmadığı, televizyonun kapandığı, şehrin sustuğu anda benliğinizin temel sorusunu duyarsınız: ‘Gerçekten mutlu muyum?’ Eğer bu soruyu göz ardı etmek isterseniz elinize tekrar telefonu alıp oyun oynamaya devam edebilirsiniz.

YILDIZ SAVAŞLARI BİR TASAVVUF HİKAYESİDİR

Tasavvuf âleminde Yüzüklerin Efendisi, Haryy Potter filmlerine benzer fantastik şeyler var mı?

Çok güzel bir soru… Bu filmleri heyecanla bekleyen insanları anlayabiliyorum. İlginç buldukları şeyi tahayyül edebiliyorum. Asıl soru ‘Neden fantastik filmler insanlara ilginç geliyor?’ ‘Matrix’teki Neo’nun başına gelenler sıradan bir insan olarak benim başıma da gelebilir mi?’ sorusunu da sormak gerekir. Aslına bakılırsa Yıldız Savaşları filmi de bu kategoride çünkü bütün hikâye tasavvuf hikâyesidir.

Gerçekten bu tür fantastik şeyler yaşayabilir miyiz?

Bunu yaşamaya meraklı mısınız yoksa uzaktan izlemeyi mi seviyorsunuz. Yaşamanız bir ihtimaldir. Ben yaşayabiliyorsam sen de yaşayabilirsin. Sokaktaki kişi ile benim aramda bu açıdan fark yok.

Paralel evrende dervişlerin kötülüklere karşı mücadelesi diye bir şey var mı?

(Gülüyor) Paralel evrende Yıldız Savaşları’ndaki, ihtiyacımız olan o ışın kılıcı bizim içimizde.

Durum biraz zor değil mi? Neticede sahte şeyhler de söz konusu olamaz mı?

Eğer gerçekten bir mürşit arıyorsanız ve karşınıza biri çıktıysa kendinizi ona ne kadar teslim edeceğinizi ve güvenebileceğinizi iyi değerlendirmek gerekir. Onun karşısındayken kendinizi çok iyi gözlemlemelisiniz. Kalbinizde ve içinizde neler olup bittiğini iyi irdelemelisiniz. Eğer bulanık bir hâl varsa evinize döndüğünüzde Allah’a durumu anlatmalı ve dua etmelisiniz. Şeyhle mürit arasında çok açık ve dürüst bir ilişki vardır. Seçiminizden siz sorumlusunuz. Sorulması gereken soru: ‘Bu zata tamamen güvenebilir miyim?’ Aynı zamanda bu ilişkiyi robot gibi yürütemezsiniz. Aşama aşama ilerlemez. Bazen ileri bazen geri gidebilirsiniz.

Karşımızda bir yol gösterici olsa da onda kendimizi mi yaşıyoruz? Bunu mu söylüyorsunuz?

İnşallah öyledir. Çünkü bu yolculuğa kendinizle çıkıyorsunuz.

Bilmediğiniz bir dünyada kendi başımıza yolculuğa çıkmak korkutucu ya da ürkütücü değil mi?

Bazen korkutucu olabilir. Zaten bizler günlük yaşantımızda da korkuyla flört ediyoruz. Arabamızla hız yapıyor, tehlikeli işlere kalkışıyoruz. Tasavvuf yolculuğunda korkutucu görünen şeylerin inanılmaz heyecanlı ve ümit veren bir tarafı da var. Ve insan ilk kez gerçekten sevildiğini hissediyor. Gerçekten yaşadığınızın farkına varıyorsunuz. Gece ‘Gerçekten mutlu musun?’ sorusuna bu sefer ‘Yolculuğa hazır mısın?’ sorusu ekleniyor. Bu soru şeyhten değil yine insanın içinden gelen bir soru.

Yolculuğum büyüleyen olaylarla devam ediyor

Kitaplarınızda teoriden çok pratik var. Diğer tasavvuf kitaplarından ayrılıyor.

Kitaplarımda hayatımı anlatıyorum ve tecrübelerimi paylaşıyorum. Kendimi Allah’ın lütfuna mazhar olduğum için şanslı hissediyorum ve büyük bir şükran duygusu içindeyim. Eğer Allah’ın lütfu olmasaydı birçok zorlu yoldan geçerek hakikate ulaşmak zorunda kalabilirdim. İki dostumun vesilesiyle 20’li yaşlarımın başında camiye gitmem yolculuğumun başlangıcı oldu. Bu yolculuk beni şaşırtan ve büyüleyen olaylarla hâlâ devam ediyor. Ve kendimi tatmin olmuş hissediyorum. Kitaplarımı kimseye bir şey öğretmek için yazmıyorum. Başımdan geçenleri yazarak "Bana olanlar başkasına da olabilir’ diye düşünüyorum. Halen keşif halindeyim.

Niye siz? Bu konularda bir arayış içinde olmanız mıydı neden?

Hakikate erişim konusunda merakıma ve ilgi duyuşuma bir pay isnat edemiyorum. Bana olanlar Allah’ın lütfuyla oldu. Allah o kadar rahman ki Kur’an’da dediği gibi biz bir küçük adım atsak o bize koşarak cevap veriyor.

Bu tecrübeleri kitaplaştırmaya nasıl karar verdiniz?

Kitap yazdığımın farkında değildim. Kafamın içinden geçen düşünceleri yazıyor gibiydim. Ancak Şeyhim bana kitap yazdığımı söyledi. Bölümler halinde yazsam bile bunun kitap haline dönüşeceğini düşünmüyordum. 10 bölüm bittiğinde ‘Belki kitap olabilir,’ dedim. Fakat çalışmamı gönderdiğim yayıncılar ilgilenmediler. Şeyhim bir gün yanımdan geçerken şöyle bir dönüp ‘Bu arada Hacı Muhyiddin! Kitap 12 bölüm olacak’ dedi. O iki bölümü yazana kadar bir buçuk yıl geçti ve kitabım Londra’da basıldı. Bu kadar belirsizlik arasında kitabımın New York Times’ın en çok satanlar listesine gireceği aklıma bile gelmezdi. Satılmayan kısmı alır, depoma koyarım diye düşünüyordum.

Kitabınızın bir diğer özelliği de dünyevi yani gündelik maddi yaşantı ile manevi yaşantı arasında doğrudan bir bağ kurması. Evinizdeki bir borunun tıkanmasından dahi hakikati arayan bir yol buluyorsunuz…

Hz. Allah kendisini o kadar farklı şekillerde ayan ediyor ki siz O’nu muhteşem bir anda beklerken O size vasat bir durumda, boruların tıkanmasında kendini hissettiriyor. Basit gibi görünen şeyler üzerine düşündükçe iç görüye, sezgiye ulaştım. Çünkü ben de kendi içimde aynı tıkanıklığı hissediyordum. Bu tıkanıklık hali yazılarıma Shakespeare’den alıntılar yapmama neden oldu. Shakespeare herkesin bahtının açık kendisininkinin kapalı olduğunu, zevk aldığı şeylerin sonunun acıyla bittiğini söylüyordu. Aslında baktığımızda tarih bize imkanları nasıl yanlış değerlendirdiğimizi gösteriyor.

TASAVVUF EHLİ İNSAN AÇIK FİKİRLİ OLUR

Bir derviş olmanın yanı sıra ABD’nin çeşitli üniversitelerinde dersler veren bir psikologsunuz. Bu ikisi nasıl bir araya geliyor? Sizce modern psikoloji insan ruhunun derinlerine ne kadar inebilir?

Belki Eski Yunan alimlerinin ve geçmişin bilginlerinin buna bir cevabı olabilirdi. Fakat modernite ilerledikçe insan ruhunun derinlerine inme olasılığı o kadar azalıyor. Geçmişte ‘psike’nin ne olduğuna kafa yoruluyordu. Türkçe’de kullanılan ‘ruhsal’ tanımı hakikate en yakın yaklaşım. Kadim zamanlarda ‘psike’ öz, zihin ve ruh anlamına geliyordu. Modernleştikçe, bilim bu toplamın öz ve ruh kısmıyla ilgilenmeyip sadece akıl tarafıyla ilgilenmeye başladı. Genç bir öğrenciyken kitaplarını okudukça kendi kendime ‘Freud Kur’an mı okuyor?’ diye soruyordum. Çünkü Freud’un kişiliğin inşasıyla ilgili fikirlerine baktığımızda idego- süperego kavramlarını kullandığını görürsünüz. Bu kavramlar, İslam’ın tanımlarıyla birebir aynı olmasa da benzeşir. Mesela ‘id’in ‘nefs-i emmare’ye benzediğini söylemek mümkün.

Mesleki yaşantınızda bu iki dünya arasında sıkışıp kaldığınızı düşündüğünüz oluyor mu?

Mesleki hayatımda çalışmalarımı inancımla nasıl birleştirebilirim, diye düşünüyordum. Derslerimde öğrencilerime Kur’an’ı Kerim’i anlatamayacağımı biliyordum. Sonuç olarak kendime karşı dürüst olmam ve denge kurmam gerektiği fikri çıktı. Artık öğrencilerime Pavlov doğmadan önce Gazali’nin bazı konulardan, üstelik ondan da önce söz ettiğini söyleyebiliyordum. Hangi inançta olursanız olun açık fikirli ve keşiflere açık olmak gerekir.

Kitaplarınızda bu rahatlık seziliyor. Bir yanda Mevlana’dan, İbn Arabi’den, Hayyam’dan alıntılar var ama öte yandan bir de bakıyoruz ki ruh halinizi anlatmak için Shakespeare’in bir sonesini ya da Thomas Moore’un bir şiirini kullanıyorsunuz. Hatta öyle zamanlar geliyor ki şeyhiniz karşılaştığınız bir sorunu çözmeniz için size Kafka’nın bir öyküsünü ya da Moliere’in bir piyesini okumanızı tavsiye ediyor.

Kuzey Amerika’da yaşamış biri olarak Şeyhim ‘Faydalı olan ne varsa onu kullan,’ der ve hiçbir şeyi dışlamaz. Ne Doğudan diye her şeyi kullanır ne de Batıdan diye her şeyi dışlar. İslam geleneğinde de faydalı olan kullanılır, riske atan, zarar veren şeyler bertaraf edilir. Bu açıdan tasavvuf ehli insanların en açık fikirli insanlar olduğunu düşünüyorum. Yüzyıllar önceden bu yana mutasavvıflar kimden gelirse gelsin iyi olan şeyleri kabullendiler.

Sabah