Faruk Beşer’in Yenişafak gazetesindeki yazısı…
Her bilimin, hatta her konunun doğru anlaşılabilmesi için önceden bilinmesi gereken öncülleri vardır. Buna metot da diyebilirsiniz. Bu durum elbette Kur’an-ı Kerim için de Sünnet için de geçerlidir.
Önce Sünnet’in Kur’an-ı Kerim’e göre yerini doğru belirlemeliyiz.
Dinin kaynağı vahiydir, Kur’an-ı Kerim’dir. Sünnet onun beyanı olmakla ancak mecazi anlamda kaynaktır. Beyan, hem sözlü hem de fiili açıklamadır. Sünnet Kur’an-ı Kerim’in alternatifi değildir.
Kur’an-ı Kerim Allah’ın kelamıdır, zamanlar üstüdür, statik değil dinamiktir yani canlıdır. Her an bir şeyler söyler, sürekli açılır, mûcizdir. Sünnet ya da Hadisler ise, onu söyleyen beşerin en yücesi olsa da bir beşer sözüdür. Şöyle demek yanlışsa beni uyarın: Hz. Peygamber Allah’a göre ne ise, Sünnet ya da Hadisler de Kur’an-ı Kerim’e göre odur.
Kur’an-ı Kerim’in tamamı tevatürle sabittir, Sünnet’in ise çok azı tevatürle gelmiştir. Tevatür, yani bir bilginin zorunlu bilgi oluşturacak, aksi düşünülemeyecek kadar çok kanalla gelmiş olması. Sünnet’in sahih olması ise ayrı bir şeydir. Ancak manası ile mütevatir olan Sünnet çoktur. Tevatür, zorunlu ve kesin bilgi, böyle olmayan ise zannî bilgi ifade eder. Süyutî el-İktirah adlı eserinde hadislerin nahve, yani Arapça’nın gramerine delil teşkil edemeyeceğini, çünkü hadislerin çoğunluğu itibariyle Hz. Peygamber’den sadır olan lafızlarla bize gelmediğini söyler. Bunun anlamı, eğer hadisler manalarıyla değil de aynen Hz. Peygamber’in ağzından çıkan lafızlarla gelmiş olsalardı elbette nahve delil olurlardı demektir.
Kur’an-ı Kerim’in hem bütün olarak, hem de ayet ayet korunması Allah’ın garantisi altındadır. Sünnet ise böyle değildir. Ama onun da bütün olarak korunmuş olması Kur’an-ı Kerim’in korunmuş olmasının bir gereğidir. Çünkü Sünnet olmadan Kur’an-ı Kerim korunmuş olamaz.
Kur’an-ı Kerim’in tamamı mutlak ve birinci derecede vahiydir, Sünnet öyle değildir. Ancak Sünnet’e takriri vahiy denebilir. Bunu açıkladık.
Kur’an-ı Kerim’in lafızları da bizzat Allah’a aittir, mûcizdir benzeri getirilemez, namazdaki kıraat ancak onlarla olur. Hadisi Şerifler ise bazı birimleriyle özlü ifadeler (cevamiu’l-kelim) ya da, zayıf bir Hadis’e göre Arabın en fasihine ait olsalar da mûciz değildirler, namazda kıraat yerine okunamazlar.
Kur’an-ı Kerim ‘el-Kitap’tır, bazılarının zannettiği gibi sözlü kültürün bir ürünü sayılamaz, her bir kelimesi Kitab-ı Mübîn’de yazılıdır. İnsanlarla bir insan gibi konuşan, onların konumundan etkilenen birisinden sadır olmamıştır ki, ona sözlü kültür denebilsin. Oysa Sünnet’te bu özellik aranabilir.
Kur’an-ı Kerim zamanlar ve mekânlar üstüdür. İndirilmesi, Dili ve konu edindiği olaylar tarihsel olsa bile hükümleri âlemşümuldür. Sünnet’te ise kişiye, zamana ve mekâna has hükümler vardır. Ama Sünnet’te de esas olan, şahsa, zamana ve mekâna has olduğuna dair bir delil bulunmadıkça âlemşümul olmasıdır. Ancak Hadislerin çoğunun mana ile rivayet edildiklerini hesaba kattığımızda her bir Hadis’i lafzıyla âlemşümul sayarsak o lafzı tercih eden ravinin sözünü böyle saymış oluruz. Oysa aynı Hadis’in bir başka rivayeti daha farklı anlamlar içeriyor olabilir. Ayrıca Hadislerin tamamı birden toplanmamış ve korunmamış olması, tek tek her Hadis’i bilmemizin zorunlu olmadığını gösterir olmalıdır. Ama bir bütün olarak Sünnet’i bilmek ise gereklidir.
Kur’an-ı Kerim’i doğru anlamak için onun ayetlerinin iniş sebeplerini/sebeb-i nüzulü bilmek yardımcı olur. Ama Hadisler’i anlamak için onların söylenme sebebini ve ortamını/sebeb-i vürudunu bilmek zorunludur. Kardavî, Kur’an’ı anlamak için sebeb-i nüzulü bilmek lazım ise, Sünnet’i anlamak için sebebi vürudu bilmek elzemdir der.
Kur’an-ı Kerim de Sünnet de bütün olarak düşünülmediğinde doğru anlaşılamaz. Ancak Sünnet’te bu bütünlüğü hesaba katmak çok daha gereklidir.