Prof. Dr. Faruk Beşer’in Yenişafak gazetesindeki yazısı…
Kuranıkerim’in bir anda değil de yirmi üç yılda inmiş olmasının elbette muhataplarını İslam’a hazırlama ve eğitme gibi bir hikmeti vardır. Bu sebeple Mekke’de inen ayetlerle, daha sonra Medine’de inen ayetler arasında muhteva açısından farklar vardır. Hukuki hükümler içeren ayetlerin hemen hepsi Medine’de inmiştir. Ama hukuki hükümlerin yanında akide ya da ahlaka dair hükümler de vardır ve bunlar Mekki ayetlerde de yer alır. Bunun bir anlamı da akide ve ahlakın, hukuktan önce geldiğidir. Çünkü İslam’da kanuni düzenlemeler anlamında hukuk amaç değil araçtır.
Mekke’de inen ayetlerin iki temel konusunun olduğunu görürüz: Tevhit ve bölüşme. Günde iki defa iki rekât namazın daha ilk vahiyle beraber var olduğunu da hesaba katarsak buna namaz ve zekât da diyebiliriz. Gerçi namaz son şekliyle henüz beş vakit değildir, zekât da yine son şekliyle hukuki olarak düzenlenmemiştir ama Mekke’de her ikisi de isim olarak vardır. Bu durum aynı zamanda şunu gösterir: Namaz ve zekât İslam’ın maddi ve manevi iki kanadıdır ve bunlar olmadan İslam olmaz. Şöyle de söyleyebiliriz: Namaz ve zekât dünyada var olmanın ve ahireti kazanmanın en temel iki yoludur. Bunlar olmadan ne dünya, ne de ukbâ olur.
Kuranıkerim’in anlattığı şekliyle bütün geçmiş dinlerde bu iki ibadet öyle ya da böyle vardır. Demek ki, bunlar Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e bütün dinlerin, daha doğrusu dinin esasıdır. Namaz dinin direği, zekât ise köprüsüdür. Direği olmayan çadır ayakta duramaz, köprü olmadan da karşıya geçilemez. O halde bu ikisi aynı zamanda tevhit ve bölüşüm demektir. ‘Namaz toplayıcıdır’ anlamındaki hadisi şerifte de buna işaret olmalıdır.
Bazılarının zannettiği gibi Hicretten bir yıl önce gerçekleşen Miraç olayında farz kılınan beş vakit namazdan önce yedi sekiz yıl namaz ibadeti yoktu, dolayısıyla ilk gelen ayetlerdeki ‘salat’ kelimesi, namaz değil, sözlük anlamıyla dua demekti diye düşünmek doğru değildir. Aksine Resulüllah Hira’da ilk vahyi alıp dağın eteklerine indiğinde Cebrail tekrar gelmiş ve ona abdesti ve iki rekât namaz kılmayı öğretmişti. Yedi sekiz yıl Müslümanlar, çoğu gizli olmak üzere böylece sabah akşam iki vakit namaz kıldılar. Böyle olmasaydı ilk gelen beş ayetten kısa bir süre sonra gelen ve aynı surede yer alan ayetlerde Resulüllah’ın Kâbe’de namaz kılmasına müdahale eden Ebucehil için ‘namaz kılan bir kulu yasaklayan adamı gördün değil mi?‘ (Alak 9,10) diye söylenmezdi. Çünkü dua eden, içinden dua eder ve onun yasaklanması söz konusu olmaz.
Demek ki, namaz İslam’ın ilk gününden itibaren vardır. Bu da namazın imanla alakasını gösterir. Nitekim daha sonra Medine’de gelen ayetler namazdan iman diye söz edecektir. Namazı bile bile terk edenin küfre gireceğini söyleyen mezhepler de ondan iman diye söz edilmesini delil tutarlar.
Namaz tevhidin fiilen yaşanmasıdır. Onun için namaz İslam’ın daha ilk gününden itibaren vardır. Sebep yokken namazını kılmayan, nefsinin arzularını ya da başka şeyleri Allah’a tercih etmiş olacağından ilahı birlemiş olması, yani tevhidi zedelenmiş olur. Bu sebeple namazı terk etmenin şirkle ilişkisi kurulur.
İlk ayetlerde bir ilahın varlığına değil de birliğine, yani tevhide, vurgu yapılması da önemlidir. Çünkü insanoğlu hiç ilahsız olamaz, herkesin öyle ya da böyle bir ilahı vardır. Ateist olduğunu söyleyenler de böyledir. İlah, kayıtsız şartsız itaat edilen gücün adıdır. Adına ilah denmemiş olsa bile, böyle bir kabulle bir şey ilah edinilmiş olur. İnsanoğlunun akıl, bilim, para, haz/nefis, kişi, rejim gibi sayısız ilahları olabilir. Bu sebeple Allah (cc) ‘siz hiç hazlarını ilah edinenleri görmüyor musunuz‘ buyurur. Oysa benim ilahım hazzımdır/nefsimdir diyen birisi bulunamaz. Resulüllah Efendimiz de (sa) ‘yazıklar olsun dinarın kullarına, yazıklar olsun dirhemin kullarına‘ buyururken buna işaret eder.
Mekkî ayetlerde…
yazının devamını okumak için..