Faruk Beşer Yenişafak gaztesinde Hadis üzerine yazdığı yazılara devam ediyor.İşte buünkü yazısı…
Tarifi özet olarak tekrarlayalım: Sünnet Kur’an-ı Kerim’in Peygamberce uygulanmasıdır. Peygamberce olması demek, tam isabet olmadığı yerde Allah tarafından anında düzeltilmesi demektir. Yani bütün mesele bir sözün ya da fiilin Hz. Peygamber’e ait olup olmadığını tespit meselesidir. Ona ait olduğu kesinse, kendi içinde doğruluğu da kesindir. Ondan sonra sıra onu doğru anlamaya gelir. Ama bu sanıldığı kadar kolay değildir, göreceğiz.
Sünneti hafife alanlar iki gruba ayrılabilir: Biri, sünneti bütünüyle reddeden, ya da Hz. Peygamber’e itaatin zorunluluğunu onun hayatta olduğu zamanla sınırlayanlar. Böyle olanları İslam ümmeti başından beri reddetmiş, hatta zındıklık ya da dinden çıkmakla itham etmişlerdir. Bu, çok ağır bir itham görülebilir, ama meselenin izi sürüldüğünde bu düşüncenin götüreceği yerin orası olacağı da açıktır. Hz. Ebubekir zamanında irtidat edenlerden (dinden çıkanlardan) bir şair şöyle diyordu:
Hadi Peygamber hayatta iken ona itaat ettik
Ne garip! Ebubekir’in dinine uymak da neyin nesi?
Burada ilk cümlemize şunu da ilave edelim: Hz. Peygamber’in sünneti, doğruluğu onaylanmış, hata ihtimali kalmamış bir uygulamadır, onun Raşit Halifelerinin uygulamaları ise hata ihtimali içeren doğru uygulamalardır. Artık bu noktadan itibaren devreye âlimlerin çabaları/içtihatları girer. Ama dinin sabitesi dediğimiz akide ve ibadetler konusunda Raşit Halifelerin ve bütünüyle ashabın kabulünün dışında yeni bir şey söylenemez. Böyle bir girişim dinle oynamak, onu maniple etmek olur. Zaten bu aklen de mümkün değildir.
Sünneti hafife alanların ikinci grubu, ona değer verdiklerini söylemekle beraber, güvenilirliğini mesele ederek, Kur’an-ı Kerim’de bulamadıkları sünneti kabul etmeyenlerdir. Hatta buna dayanak olarak ‘arz hadisi’ diye meşhur bir hadise tutunurlar. “Benim sözümü Kitab’a vurun/arz edin. Eğer ona uygunsa bendendir, söylemişimdir” (Taberânî).
Bu söze tutunanlar iki yanılgıyı birden yaşarlar: Birincisi, bizatihi bu sözü de Kur’an’a vurduğumuzda, onda bunu destekleyen bir şey bulamayız. İkincisi, bu söze hadisçilerin verdiği hüküm “uydurma olduğu söylenmiştir” (müttehem bi’l-vad’) şeklindedir. Sünnetin güvenilirliğine gölge düşürürken, bunu uydurma bir hadisle temellendirmek elbette bir garabettir. Kaldı ki, bir hüküm Kur’an-ı Kerim’de aynıyla varsa, ayrıca sünnetin ona delil olmasının ne anlamı kalır?
O halde sünnetin Kur’an-ı Kerim’e göre yeri nedir? Ona aykırı hükümler getirebilir mi?
İşi bilenler için bu sorunun son kısmının sorulması bile abestir. Bir memurun, âmirinin talimatlarına zıt emirler vermeyeceği bedihîdir. O halde Kur’an-ı Kerim’e her ihtimalle zıt olan bir sözün hadis olamayacağı açıktır. Ama bu zıtlığın varlığını, bizim sınırlı bilgilerimiz her zaman isabetle bulamayabilir. Onu da ehline bırakmak gerekir.
Ancak yine açıktır ki sünnet, Kur’an-ı Kerim’de bulunmayan, ama ona aykırı da olmayan pek çok hüküm getirmiştir.Bu görevi sünnete bizzat Kur’an-ı Kerim veriyor. Bu hükümleri çıkarsanız İslam’ın iskeleti dağılır, din insanların elinde bir oyuncak hamuruna döner.
En başta söylediğimiz gibi, sünnetin getirdiği hükümler belki de zaten Kur’an-ı Kerim’de vardır da onu ancak peygamberi bir seziş çıkarabilirdi. Öyle de oldu. Bu çıkarma/istinbat sünnet imbiğinden geçmesi şartıyla, âlimlerin içtihatlarıyla devam etmiş ve kıyamete kadar da devam edecektir. Siz bir şeyin hükmünü Kur’an-ı Kerim’de ya da sünnette bulamıyorsanız başvuracağınız merci, ‘ehli zikir/ilmiyle amil’ âlimlerdir. Onların içtihatlarının dışına çıktığınızda da dinî olanı terk etmiş, nefsinize uymuş olacaksınız. Onların içtihatları hatalı olmuş olabilir. Bir müçtehidin hatalı bir içtihadına uyma, nefsine göre yaşamaktan evladır. Bu noktada diğer âlimlerin görevi de, doğru olanı bulma çabası/içtihadı göstermeleridir.
yazının devamını okumak için….